Mehmet Akif Öztürk, Umutsuz İnsanlar, Umutla Beklenen Yağmur
“Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.”
Turgut Uyar
Kamil Erdem, yıllar süren suskunluğundan sonra, ‘Şu Yağmur Bir Yağsa’ adlı hikaye kitabıyla 2016 yılında okuyucu karşısına çıktı. Daha önceleri ‘Tan Seçki’ ve ‘Morköpük’te öyküleri yayımlanan yazar, 1980’li yıllardan sonra ilk kez öykülerini kitap halinde yayımladı. Sel Yayıncılık etiketiyle basılan kitap 11 öyküden ve 143 sayfadan oluşuyor.
Bazı yazarlar vardır, edebiyat dünyasında birçok kitabıyla yer alır. Bazıları ise tek kitapla da istenilen etkiyi gösterir. Kamil Erdem 1945 doğumlu bir yazar. Aslında böyle tecrübeli ve yetmiş küsur yıl yaşamış bir yazardan daha fazla kitap bekleyebilirdik. Fakat Kamil Erdem, geçtiğimiz yıl yayımlanan bu tek kitabıyla, birçok kitapla sağlanabilecek etkiyi göstermiş. Üstelik 1980’li yıllardan sonra, edebiyat dergilerinde ara ara bile olsa öykülerini yayımlamayan yazarın yıllar sonra bir anda ortaya çıkışı, üstelik sağlam bir eserle dönüşü öykü dünyasında önemli bir olaydır diye düşünüyorum.
Öncelikle Sel Yayıncılık’ı kutlamak gerekir diye düşünüyorum. Son zamanlarda, yeni basılan kitaplardaki cafcaflı kapakları gördükten sonra böylesine sade bir kitap kapağı yapmaları takdire şayan. Kitabın içeriğiyle uyumlu, kitaptaki umutsuzluğun içinden her an yeşerebilecek bir umudu sembolize eden yağmurla bağlantılı bir kapak, kitaba artı değer katan unsurlardan biri olmuş.
Kamil Erdem, hayatıyla bağlantılar kurduğunu düşündüğüm hikayelerinin ön planında karamsarlığı, umutsuzluğu, yanlışlığı işlerken aslında hep bir yerlerde var olan umudun peşinde koşuyor. Kitabın adından daha başlıyor bunu okura hissettirmeye. Bir türlü yağmayan, yağsa her şeyin yeni baştan başlayacağı, yenileneceği yağmuru beklerken iç hesaplaşmalarını, toplumsal ve bireysel varoluşsal çıkmazlarını anlatıyor. Toplum baskısını, iktidar olgusu üzerinden tematik bir mesaj verme kaygısıyla okura hissettiriyor. Toplum içinde yaşadığı yalnızlığı, ‘aykırı’ olma durumunu şiirsel bir dille okura aktarırken aslında birçok kişinin aynı durumda olabileceğini de okura düşündürtüyor: “Kendime şöyle anlı şanlı, tutumumu haklı çıkaracak herkesin ha bak adam doğru yoldaymış diyeceği bir kılıf bulmam lazım ama artık böylesi pek kolay bulunmuyor. Gerçi insanların sürekli ve şiddet kullanılarak derinlikleri donduruldu, en karmaşığından en mutediline muhtelif kılıflar içinde tutulmayı doğal karşılar oldular.
Benimsediler. O yüzden kendime kılıf bulmaktan ziyade, bana biçilen kılıflardan şöyle az şekerlisini, bol sütlüsünü, içselleştirmeye karar verdim. Kitaplıkta ne aradığımı bilmeden rafları karıştırdım. Sözlüklere baktım.”
Şiirsel Bir Dil, İmgeli Bir Anlatım
Kamil Erdem’i okurken birçok kez şiir okuyormuş hissine kapılacaktır okur. Cümlelerin yapısı, dil ve anlatım özellikleriyle şair gibi bir öykücüyle karşı karşıyayız. Zaman zaman sade bir anlatımı tercih etse de yazarın genelde süslü bir üslubu var. Her zaman kullandığı, virgüllerle birbirine bağlanmış uzun cümleler ve yoğun bir anlatım, alt alta şiir gibi dizilmiş kelimeler, az diyalog bolca monolog bize bireyin iç sıkıntısını, karamsarlığını ve bireyin boşlukta olma halini hissettiriyor: “Akademi parkına doğru yürüdüm. Geçen gece birden nedense onca yılın kalabalığını içimde bir sıkıntı gibi duyumsadım, öyle bir anlığına, boşuna mı çabalamıştım diye, ama Saatçı Halim Abi geldi aklıma, Suat Derviş, Moskova’nın soğuk bir odasında, soğuk, mağrur, mamur ve memur bir ikinci sekreter, denizaltı gemisinde yargılanan bir şair, kimi öyle, kimi böyle medet ummaya meyyal olduğum birileri. Düşünüp düşünüp, boşluğumun dolu gibi durduğu kalabalıklardan bana tasdikname verdikleri için, boşluğun sıkıntısına razı olduğumu buldum. Oysa ben bu tenha, kurnazlıkları tescillenmiş, bağırlarına esrar işlemiş, Şeyh Galib’in sırça gönlümüm taş kaldırımlarına düşüp kırıldığı umutsuz yollara değil, tozlu kirli alanlara, kırağı çalmış fabrika önlerine, pankart gölgelerine, göçenlerin kaçanların sığındıkları uzak yaban diyarlarda dayanıklı kamyon karoserlerinin öfkeli gürültüsüne, kısa bir süreliğine de olsa önünde kara tüzükler yakılan şenlikli fakülte bahçelerine eğilimliyim.”
Kamil Erdem’in hikayelerinde, iktidar kavramının bir baskı aracı olarak kullanılması, insanların, özellikle öykülerdeki baş karakterlerin içsel hayatlarında tahrip ettiği duygular ve açtığı yaralar hissediliyor. Yazarın yaşadığı yılları göz önüne alırsak birçok darbe, muhtıra ve büyük eylemleri gördüğü bir gerçek. Bu tür olayların yazarın düşüncelerini şekillendirmesi de olağan. Fikri ve kişilik olarak da ‘itaat etmeyen’ bir yapıya sahip olan Kamil Erdem’in, 1980’lerden sonra öykü yayımlamamasının bir sebebi de kendi içine dönmesi ve ‘küsmesi’ olabilir. Sadece siyasi olaylar da değil, tam da yazarın öykü yazmayı bıraktığı yıllara denk gelen Türkiye’nin kapitalistleşmeye başlayan süreci de Erdem’in kendi içine dönmesine sebep olmuştur diye düşünüyorum. Öykülerde bariz şekilde görülen doğa aşığı, bayındırlaşmaya ve kapitalizme karşı duruş sergileyen karakterlerin iç monologları ve düşünceleri bize birçok şeyi açıkça gösteriyor aslında: “Sokağımız kuru, tozlu topraklıydı, Nezahat Teyze’ninki gibi tek katlı, alçak bahçe duvarlarının gerisindeki evler azalmıştı. Müteahhitler hayatımıza girmiş, bahçeli avlulu evleri almış, karşılığında bize çok katlı, birbirine benzeyen, işlevsiz çirkin-çürük binaların kupkuru gölgelerini bırakmışlardı. Bu yüzden tamirat tadilat işleri asla bitmiyor, yıllardır sürüyordu. Sokağın orasında burasında daima üstü naylonla kapatılmış ya da açıkta kum, çimento, seramik, fayans, kiremit öbeklerine rastlanıyor, plastik pencere, çanak anten, güneş enerjisi, su deposu, oluk, baca, çatı, balkon değişimleri ve eklemeleri için günün her saatinde malzeme getiren firma kamyonetlerinin, şoförlerin, ustaların, işçilerin sesleri eksik olmuyordu”.
Yazar, sık sık soyut bir anlatım tercih etmiş. Bu durum başlarda okuru yorsa da, yazarın anlatım tarzına ve diline alışınca, öykülerin asıl membaına inilebiliyor. Bu soyutluğa rağmen kişi ve yer tasvirlerinde oldukça başarılı örnekler var kitapta. Diyebilirim ki, tasvir gücü en yüksek yazarlardan biridir Kamil Erdem. Ayrıca bu tasvirlerin ve cümlelerin uzunluğu acemi bir yazarda sırıtacak bir unsurken, Kamil Erdem’de son derece doğal bir duruş sergiliyor ve hikayelere farklı bir hava, ses katıyor. Tüm bunları harmanlayınca aslında bir Hasan Ali Toptaş hikayesi okuyormuş gibi olsak da bu benzerlik sadece anlatım ve dil düzeyinde kalıyor. Hatta ‘Şu Yağmur Bir Yağsa’yı okuyunca insan, yazar için ‘keşke daha çok yazsaymış’ demeden edemiyor. Edebiyatımızda bu tarzda yazan bir Hasan Ali Toptaş var, bir de Kamil Erdem olurdu. Diğer taraftan bakınca, tek kitapla da olsa Kamil Erdem de bu sınıfa katıldı diyebiliriz.
İsimsiz Kahramanlar, Sessiz Çığlıklar
Yazar, kitabında kişilerine birer isim verse de, hikayeyi anlatan kişi ‘Bakkal’ öyküsü dışında her zaman isimsizdir. Bunu, Kamil Erdem’in kişiliğine, sessizce attığı çığlıklara bağlamak da mümkün. Zaten öyküleri okurken sanki yanımızda biri konuşuyormuş gibi bir ses duyuyoruz. Anlattığı şeyler açısından gür bir ses, sert diyaloglar kullanma imkanı da vardı yazarın; ancak bu tarz bir söyleyişi tercih etmesi belki de yetmiş küsur yılın verdiği bir dinginliktir. Kullandığı metaforlarla her zaman iktidar kavramını sorgulayan, modernleşme ve sistemi sorgulayan yazarın anlattığı şeyler basit şeyler değil. Fakat bunları bağırmadan yapması da Kamil Erdem’in en önemli özelliği: “Konar kalkar, göçer de göçer bir hayat seçmiştim. Böyle olur demişlerdi. Biz büyüklerimizi sayarız. Büyük diye deneyimlileri kastediyoruz. Biz cahiller her zaman küçüktük. Bu konar kalkar göçer durur yollarda küçüktük. Bize sürekli yeni, aşınmamış, sıfırdan başlayan sahte kimlikler verilirdi. Bildikleri bir şey vardır ki bu kimlikleri veriyorlardı. Kimlik üretme hücrelerinin hazırladığı sahte kimlikler gerçeğinden ayırt edilmezdi. Büyüklerimiz gerçeğinden ayırt edilmezdi. Bildikleri bir şey var ki bu evleri tutturuyorlar. Bu işlere girin diyorlar. Bu tabancayı saklayın ya da şuna iletin diyorlar.”
Her Zaman Var Olan Umut,
Öykülerde karamsar bir hava hakim olmasına rağmen yazarın içinde her zaman bir umut var. Bir ‘yer altı edebiyatı’ olarak düşünemeyiz bu kitabı. Kitabın arka kapağında bahsedildiği gibi tam da umutsuzluğun, iç hesaplaşmanın, bocalamanın ya da tökezlemenin içinde yeşeren umudu resmediyor Erdem: “…Demek ki yıllardan beri devlet büyüklerimiz tarafından gerek iç kaynaklardan temin edilmiş, gerek ithal edilen ve toptancıların stoklarında daima bulundurulması nerdeyse zorunlu tutulan, uluslararası kalite belgesine sahip, jelatine sarılı, etkin maddesi itaatkarlık ve boşvermişlik olan, her zaman üçer beşer tükettiğim bonbon iptilasından kurtulacağım, ısmarlayıp biriktirdiğim, kendi iç raflarıma istemeye istemeye yerleştirdiğim, arada çıkarıp kullandığım boşluk taşlarının ağırlığından kendimi azat etmem gerekecek.
Bir de arşiv var. Bu mahallenin yirmi iki yıllık arşivi.
Teslim alacak kimse, günün birinde beni arayıp bulur mu, çıkıp gelir mi, bilmiyorum. Belki gelir, izin alıp arşivi ona da gösteririm.
Belki de devrimizi daha kapatamamışlardır.”
Son olarak, kitapla ilgili bir de olumsuz değerlendirmemi belirtmek istiyorum: Tematik açıdan her kitabın vermek istediği bir mesaj vardır. Kamil Erdem de bu durumu hikayelerinde bol bol kullanmış; fakat bazen bu mesajları öyle yoğun vermiş ki, vermeyi istediği mesajlar birbirine karışmış. Bu da okurun gereksiz yere yorulduğu bir durumu ortaya çıkarmış. Bunu en çok ikinci hikaye olan ‘Komşu’da görüyoruz. Halbuki, bunun yerine kitabına bir öykü daha yazsaydı ve bu mesajları dağıtsaydı çok daha net anlaşılırdı her şey. Fakat her şeye rağmen, yazarın kendi hayatından bolca izler taşıdığını düşündüğüm bu kitabın, edebiyatımızdaki iyi öykü kitaplarından biri olduğu kanaatindeyim.
Mehmet Akif Öztürk
İZDİHAM