Zeliha Yurdaer, Bergman’ın Düşünün Peşinden
Öyle bir film düşünün ki filmden hafızanızda kalan ses, sessizlik dahil tüm kareler bir “yüz”de toplanmış olsun.
Kendi güvenilir düş sınırlarımızdan çıkıp, “benim filmlerim rüyadır” diyen ve Fransa’da kameranın hissedilmediği şiirsel bir dille edebiyat yapan yönetmen olarak tanınan İsveçli tiyatro ve sinema yönetmeni Bergman’ın düşü göreni belirsiz rüyası “Ansiktet (Yüz)” e çevirelim bakışımızı.
1958 yılında siyah beyaz olarak çekilen Ansiktet, 19. yüzyılda İsveç taşrasını dolaşan bir gezici tiyatro topluluğunun yolculuğuyla başlar. Tiyatro grubu üyeleri ve en önemli oyuncuları Dr. Vogler’in(Max Von Sydow) İsveç sınırlarında büyük bir namı vardır. Vogler, tiyatroya gelen izleyicilerin kalplerini okumakta, hastalıklarını iyileştirmektedir. Bu şöhret kraliyet tarafından şüphe ile karşılanır ve Stockholm sınırlarında tiyatro grubu kralın hizmetindeki hakim ve doktor tarafından alıkonulur. Doktor ve Hakim’in amacı Vogler’in sahtekar olduğunu kanıtlamak, onun ucuz sihirbazlık numaralarını açık etmektir. Üstelik kral da Vogler’i yakından izlemek istemektedir ve Vogler’in çok kısa bir süre içinde özel bir gösteri hazırlaması gerekmektedir.
Bundan sonra tiyatrocular, kralın hizmetindeki doktor ve hakimin misafiri olarak konakta bir nevi zorla misafir edilirler. Bu misafirlik boyunca, tiyatrocuların dünya malı, paraya olan tutkunlukları, konaktaki hizmetçi kadınlarla sevişme fırsatları kollayarak her türlü zaaflarına yenilmelerini izlemekteyiz. Yalnız Vogler’in diğerlerinden hemen ayrılan davranışları ve duruşu, hatta bakışları vardır. Vogler dilsizdir, ya da konuşmamayı tercih etmiştir. Vogler dostlarının zevk düşkünlüklerini, karşısındaki doktor ve hakimin hırslarını, doktorun karısının kendisini baştan çıkarma oyunlarını sessiz çığlıkları barındıran ve filmin en etkili öğelerinden biri olan o hüzünlü bakışlarıyla izler.
Oyuncuların arasında Vogler gibi olgun duran diğer karakter ise Vogler’in eşi (Ingrid Thulin )dir. Grubun diğer üyeleri geveze ve aynı zamanda konaktaki kadınlara kur yapmakla meşgul olan bir sözcü, yine konaktaki hizmetçi kızlarla bir gece geçirebilmek için can atan iki oyuncu ve tiyatrolara gelenlere sattıkları büyülü iksirleri yapan yaşlı bir cadıdır.
Bergman’ın metafizik öğelerden dünyaya adım attığı üçüncü dönem sinemaları arasında sayılan bu filmde, bir yandan diğer Bergman filmlerinde de görmeye alışık olduğumuz, din, din adamı, kilisenin bağnazlıkları eleştirileri, hakim ve noterin temsil ettiği iktidar üzerinde verilirken diğer yandan da Vogler’in grubundaki oyuncuların, konak sakinlerinin, doktorun karısının nefsine tabi, varolma kaygısından uzak serkeş tavırları üzerinden de dünyevi ilişkiler üzerine değinilmiştir. Vogler, sahip olduğu sanatçı duyarlılığı ile yaşamın, insanın, ölümün sorgulanması neticesinde sessizliği tercih edecek fakat filmin başında karşımıza çıkan ve son sahnede de cesedi metaforik bir şekilde kullanılacak olan bir başka sanatçı ise konuşarak, durmadan konuşarak baş etmeye çalışacaktır kendisiyle.
Bu konuşkan sanatçı filmin ilk sahnelerinde Vogler’in kollarında ölecek ve Vogler’e şu sözleri söyleyecektir :
“Hep bir bıçağın özlemini çektim. İçimi ortaya dökebilecek keskinlikte. Beynimi ve kalbimi azad edecek. Beni benden özgür kılacak. Dilimi ve cinselliğimi kesip atacak. Beni tüm pisliklerden arındıracak keskin bir bıçak. O zaman bu ruh denen şey şu anlamsız kadavradan ayrılıp yükselebilecek.”
Bergman, “sessizlik” filminde bizzat kendi rüyasını anlatmış iken diğer filmlerinin ise kimin rüyası olduğu bilinmez. Bergman filmlerinde bu nedenle somut ve soyut bazen birbirine karışabilir. Ansiktet’te de filmin sonlarına doğru Vogler konuşmaya başlar ve tüm o arkadaşları gibi hakim ve doktordan para koparmaya çalışır. Bergman sinemasına aşina izleyici bunun gerçekliğinden elbette şüphe edecektir. Çünkü bu izlediğimiz bizim kendi rüyamız bile olabilir. Sinema kuramcısı Kawin’in dediği gibi Bergman filmlerini izlerken film öyle bir hale gelir ki artık film bizatihi birinci tekil şahıs olur. Ben olur. Olaylar gerçekçi mekanlarda vuku bulsa da bu ortamların toplumsal ve coğrafi olarak somut olmadığını anlarız. Truffaut’un deyimiyle Bergman’ın kalem yerine kamerayı kullanan bir sinema yaratıcısı olmasından kaynaklanır bu durum.
Ansiktet diğer Bergman filmleri gibi, ışık, yakın yüz çekimleri, ve belli belirsiz ortam ve olaylarla bir rüyaya tanık eder bizi. Çünkü Bergman, uyanıklığın gerçekliği arasındaki bağ ile delilik ve halüsinasyon arasındaki sınırlar tamamen kalktığı için gerçek bir rüyanın peşine düşmüştür. Bundandır herkesin kendi düşünün peşine düşmesi Bergman izinde.
Zeliha Yurdaer
İZDİHAM