Hayat Teselli Olmaktır
Halil Kurbetoğlu, Fatma Barbarosoğlu’nun Hayat Teselli Olmaktır kitabını değerlendirdi
Teselli Bulduklarıyla Yaşayanlar
“Mesleğe otuz yılını vermiş bir hırsız”, canlı yayına bağlanan “emekli hava korsanı”, “çırpını çırpını giden atlardan inen” İsmet Özel, “hacker olmak isteyen hafız”, ”iki kadın bir bayan”, Alman pasaport görevlisinin dilinden “yazar yenge”. Fatma Barbarosoğlu deneme kitabı Hayat Teselli Olmaktır’ın hemen ilk bölümüyle “harikuladelikler avcılığına” başlıyor.
Odasına girdim. Tebessümle hafifletişmiş bir ciddiyetle “hoş geldiniz” dedi. Çalışma masasının tam karşısında her daim görüş mesafesine özenle yerleştirdiğini düşündüğüm Kufi harflerle “Ah Min’el Aşk” ve Rik’a ile Fuzuli’nin “Aşk imiş her ne var âlemde ilim bir kîl u kâl imiş ancak” beytine belli etmeden göz gezdirdim. Hemen yanında Nesih ile yazılmış Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) şemail-i şerifi anlamlı anlamlı bize bakıyordu. Aşk ve Efendimizin şemail-i şerifi yan yana… Ha, bir de süs objesi olmaktan çok daha derin bir anlam yüklenildiğini düşündüğüm nostaljik TRT radyosu masanın doğal bir parçası izlenimini veriyordu. “Radyolar çağını çoktan geçtik ama hayırlısı” dedim içimden. “Önemli insanlarla” görüşürken çabucak sadede gelinmesi gerekir gibi bir ön yargımız vardır. İşte o yargının etkisiyle biraz hızlı bir giriş yaptım.
Skyroad dergisi için yazı rica edecektim. “Gittiğiniz mekanlar, içinizi ferahlatan, size yazdıran yerlerle ilgili konuşsak bir gün hocam..” sözümü bitirmeden “öyle şeyleri pek sevmem” diyerek zahmete girmemi istemedi lakin “her cahil cesurdur” fehvasınca diretmeye kararlıydım.
-Bir eliniz değsin hocam dergimize. Bütün arzumuz bu.
-Peki, öyleyse derginin son sayılarından getirin bana uyan formatlara birlikte göz gezdirelim!
Everest’i deviren dağcı misali muzaffer bir edayla odaya elimde birkaç Skyroad’la geri döndüm. Hem dergiyi inceliyor hem istediğimiz yazı hakkında fikir vermeye çalışıyordum. Konuşma bittiğinde bir yazı sözünü alıp baş üstüme koyarak sevinçle ayrıldım. Ayrılırken ilk isteğimize olumlu cevap vermeyişinin bir “tesellisi” olarak son kitabını da hediye etmeyi unutmadı. “Yalnız imzalı isterim” dedim.
-Yoksa imzalamayı da mı sevmezsiniz?
-Peki, sadece imzalarım!
Sadece imzaladı.
Çıktım.
Eve giderken sadece imzalanan kitaba bir göz gezdireyim dedim. İlk cümle sadece göz gezdirilebilecek türden bir kitabın sayfalarını okumadığımı ve okuyacaksam hakkını vererek okumam gerektiğini anlamam için yazılmış olmalıydı.
“Felsefe öğrencisi olmanın hiç de makbul sayılmadığı yıllarda tesettürlü bir felsefe öğrencisi idim…” Aynı yıllarda tesettürlü bir öğrenci olmanın da makbul sayılmadığını anlamak zor olmasa gerekti. İki memnu bir arada… “Başı örtülü felsefe öğrencisi olmak demek, bütün eşiklerin önünde kalmak demekti.” işim iyice zorlaşmıştı. Eşikler neydi? “Eşikler ki bekleyişin yurdudur. Sebat etmeyi, dayanmayı, direnmeyi, eşiğin önünde beklerken öğrendim…”
“Sebat etmeyi, dayanmayı, direnmeyi eşiklerin önünde beklerken öğrenenlerden” Fatma Barbarosoğlu. Şimdilerde Yeni Şafak’taki yazılarının yanında ağır bir mesuliyeti de var. “18’den 88’e okumayı ve paylaşmayı seven herkes için ‘ev içi’ne dair bir dergi” olan Nihayet’in başında.
Ve bütün bu uğraşlarla beraber “Hayat Teselli Olmaktır” kitabıyla teselli olacağımız bir hayatı yaşamanın püf noktalarını okurlarına ulaştırdı.
Duydum, gördüm, okudum
Kitap Julius Sezar’ın “Veni, vidi, vici” sözüne nazire yaparcasına “duydum, gördüm ve okudum” adlı üç bölüme ayrılmış. İlk bölümde hayatının, ilişkilerinin bütün kayıtları bir cep telefonu ile çalınan adamın hırsızla yaptığı görüşme üzerinden dildeki hırsızla evdeki hırsız arasında kurulan bağlantıya tanık oluyoruz. “Mesleğe otuz yılını vermiş bir hırsız”, canlı yayına bağlanan “emekli hava korsanı”, “çırpını çırpını giden atlardan inen” İsmet Özel, “hacker olmak isteyen hafız”, ”iki kadın bir bayan”, Alman pasaport görevlisinin dilinden “yazar yenge” bu ilk bölümde karşılıyor bizi. Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi önsözünde bahsettiği “harikuladelikler avı” bu olsa gerek diye düşünebilirsiniz.
“Dünyanın bir ucu da katlanmadan kalsın diyen” ‘saçları görünmeyen kadının’ kendini neden pazarcılara benzettiğini de bu bölümden öğreniyoruz: “Kedimi dedi, pazarcılara benzetiyorum. Sen hiç pazarcı gördün mü? Özellikle kıyafet satanlara, incik boncuk satanlara bir bak. Sabahın erken ve akşamın geç saatlerinde her şeyi nasıl itinalı, özenerek yerleştiriyorlar yerlerine…”
İncik boncuk satan pazarcılar gibi özenerek, itinalı bir şekilde, tamam onlar kadar bağırmadan, her şeyi yerli yerine koymak bir anlamda muvazene bir anlamda adalet bir anlamda teselli… Kitaba adını veren Yusuf Hemedanî’de öyle demiyor mu? “Kişi teselli bulduğu şeyle yaşar, onunla hayattadır.” Ne için hayatta olduğumuz neyle yaşadığımız, nelerle uğraştığımızla yakın ilişkili öyleyse…
Başkasının haberinin ombudsmanı
Perde kapanıyor, ışıklar sönüyor ve ikinci bölüm için biraz dinleniyoruz. Zira hızlı bir giriş oldu. Işıklar tekrar yandığında ise “başkasının haberinin ombudsmanı” ifadesinde biraz takılıyorum. Öyle ya, çok seviyoruz başkasının ayıplarında dolanmayı. Oysa yüzümüzdeki koca beni, kendi ter kokusunu duymayan işçi misali fark edemiyoruz.
“Minibüste, vapurda, tramvayda, görmüş geçirmiş hanım teyzelerin, janti kıyafetli bey amcaların, başöğretmen edalı beyefendilerin, Recep Peker mirasının sahibi herkesi yekpare mermer bütünlüğünde hayal eden kadim CHP duruşlu emekli memurların; elinde zikirmatik pıtır pıtır dualarla etrafı süzen orta yaş mütedeyyin hanımların; çember sakal şalvar pantolon ehli tarik kisve içinde estağfurullah çeken dervişlerin; gözünü ve gönlünü bir cep telefonu modeline vakitsiz satmış genç kızların ve genç erkeklerin. Yani herkesin. Yani hepimizin mesul olduğu bir suç geziniyor sokaklarımızda…”
Çok mu ağır oldu bu? Belki de biraz ağırlığa ihtiyacımız vardır. Hayatı fazla mı hafif yaşıyoruz ne? Yazardan sokaklarımızı kirleten bu laneti öğreniyoruz:
“Kara kuru çocuklarımızdan, artist güzelliği barındırmayan bakımsız yavrucaklardan bir kuru tebessümü, taşın taşa sunacağı alakayı esirgiyoruz. Önceden hazır ettiğimiz öfkemizi yerli yersiz onlara sunmak için hazırda tutuyoruz adeta.”
Ve devamında kıyafeti uygun olmadığı için parası olduğu halde markete alınmayan yüzü gözü pas içindeki o çocuğun ayı çatlatan feryadı: “Sesimi kimseye duyuramadım…” Sesimi kimseye duyuramadım… Sesimi kimseye…
Böbreğini satan adam: Rızkın riske dönüşmesi
Bazı başlıklar vuruyor. Okumakla okumamak arasında tereddüt yaşıyorsunuz bir an. Okuyunca aklınıza çivi gibi çakılıyor çünkü. 21. yüzyılda insanlar birçok yönleriyle öne çıktı. Fakat bir organını satıp rızık arama sadece bu yüzyıla has bir alamet olsa gerek. 10 bin lira kredi kartı borcu için böbreğini satan adamın hikâyesini okuduğunuzda kime kızacağınıza karar veremiyorsunuz. O kartı veren bankaya mı? Borcuna karşılık böbreğini satan mağdura mı? Operasyonu yapan doktora mı? Sabahın erken saatlerinde olayı vaka-i adiyeden bir edayla sunan spikere mi yoksa bizi bu satırlarla rahatsız eden yazara mı? İnsanlar rızkını bulmak için risk almak zorunda mı? Sorusuyla baş başa kalıyoruz en sonunda. En ağırıysa verilecek bir cevabımızın olmaması.
Her aşk bulunduğu kalbin şeklini alır
Hayatın belki en büyük tesellisi Aşk. Hayattan bahsedip de aşkı ıskalamak nezaketsizlik olurdu. Barbarosoğlu denemelerine aşkı bir nazar boncuğu gibi serpiştiriyor.
“Her aşk önce gözde başlasa da bilinçtir aşkı güzelleştirip değiştiren evet, sahibinde saklı her aşk değiştirir her şeyi. Önce bir güzelin resmi düşer bilincin sudan berrak yüzüne. O resim değiştirir idrakin her türlü kıvrımını. O resimden önce ve o resimden sonra diye ikiye ayrılır hayat hiç birleşmemecesine…”
Ah Kitaplar Ah
Kitap fuarlarına gittiğinizde on binlerce kitabın arasında siz ne hissettiniz? Çok satıldığı için ön raflara konan, edebiyatın kapitalizm ateşine odun atan bir köle haline getirildiği, edebi sahanın biraz edep dışı hareketlere meylettiği izlenimi sizde de uyandı mı? “Ah kitaplar ah” iş bu vaveylanın satırlaştığı sayfalardan. “Kötümserliğin destanını hayatıyla yazan filozof” Schpenhauer’a hak vermemek elde mi?
“ Kserkes, bütün bir vadiyi dolduran ordusunu görünce, bundan yüz yıl sonra bu askerlerden bir tekinin bile hayatta olmayacağı düşüncesiyle ağlamıştı. Yine kitaplardan müteşekkil muazzam bir kataloğa göz gezdirirken on yıl geçtikten sonra bunlardan birinin bile sözünün edilmeyeceğini düşünüp de ağlamanın pek akla ziyan bir tarafı olmasa gerektir.”
Fatma Barbarosoğlu denemeleri Hayat Teselli Olmaktır’la hem sorguluyor hem okuyucusunu yükselten bir bilgi denizine sürüklüyor. İlk bölüm bende bir “arka sokaklar” tadı bıraktı renkli dünyalarıyla. İkinci bölüm uykuya yatmadan önce okunacak cinsten. Zira rüyalar da değişimin öncüsü olabiliyor. Üçüncü bölüme geldiğimde ise “Kariye yokuşunu” tık nefes çıktığım hissine kapıldım. Okurken yanlışlarımı gördüm, görürken doğruları öğrenmenin hazzını yaşadım. Barbarosoğlu ile yapılmış uzun bir röportaj gibi geldi bu kitap bana. Ve bitirirken bu kitaptan payıma düşenin ne olduğunu düşündüm…
“ Ah kitaplar kitaplar!
Kitaplardan payımıza keder düşer, neşe düşer, fikir düşer, zikir düşer. Bazen ateş düşer, yanarız. Gün gelir yandığımıza yanarız, gün gelir iyi ki o zaman yanmışım da kül olmayı küllerimden yeniden doğmayı öğrenmişim diye seviniriz.
Ah kitaplar kitaplar.”
Halil Kurbetoğlu
İZDİHAM