Ayşe Sevim İle Röportaj
İşlenmemiş Suç’u kabullendi Ekim iki bin on üçte. Suç’unun cezası kesildi çok geçmeden ESKADER tarafından. Şu sıralar Sinop’ta gün sayıyor.Yeni bir suça ne zaman karışır bilmiyoruz. Ama biz; onun hep suçlar, çok suçlar işlemesini istiyoruz.
Rıfat Eroğlu: “kadın parfümünün sindiği bir oda/kadını bilmeyene ne anlatır?” diyorsunuz bir şiirinizde. Dilerseniz Ayşe Sevim’i tanıyalım önce. Sizi bilmeyenler için de anlamını bulsun söyleşi.
Ayşe Sevim:Bizi bilen var mı ki? Biz bile kendimizi bilmiyoruz. Üç sene önce istediğim şeylere bakıyorum da, o kadın ben miyim diye şaşırıyorum. Beş sene sonra bu halimi tanıyamayacağım belki de. O yüzden Ayşe Sevim’i tanımanın çok da önemli bir şey olduğunu zannetmiyorum.
Rıfat Eroğlu:Ekim ayında “İşlenmemiş Suç” adıyla ikinci şiir kitabınızı yayınladınız. Kitap, ESKADER tarafından 2013’ün en iyi şiir kitabı seçildi. Tebrik ederiz. 2004’te de TYB’den çocuk edebiyatı dalında ödül aldığınızı biliyoruz. Bu ödüllerin sizdeki karşılığı nedir?
Ayşe Sevim:İnsan tuhaf bir varlık. Konuşurken ödüllerin çok da mühim olmadığını söylüyorum, fakat çalışmamız ödüle layık görülünce de seviniyorum. Ödüllerin çok da mühim olmadığını söylerken samimiyetsiz değilim aslında. Siz herhangi bir annenin çocuklarına bir yıl boyunca sırf anneler gününde hediye almak için baktığını söyleyebilir misiniz? Komik olur değil mi? Uykusuz geceler, ders çalıştırmalar, ütüler, okunan masallar, çocuklar için ertelenen planlar, vazgeçilen kariyerler… Fakat anneler, anneler gününde öyle ya da böyle hatırlanmaktan hoşlanır. Bir anneler gününde, istasyondan benzin alıyordum. Görevliler arka koltuktaki üç çocuğu görünce bana bir karanfil vermişlerdi. Çocuklarım o karanfile sahip çıktılar hemen ve “anneler günün kutlu olsun anneee” diye bağırarak bana o karanfili herhalde elli kez verip geri aldılar. Bu tarz günlere çok ehemmiyet vermememe rağmen o zaman çok sevinmiştim. Herhalde ödülle ilişkimi en iyi bu örnek anlatır. Kalemimi ödül almak için yormuyorum, fakat ödül insana yeniden yazmak için güç veriyor.
Rıfat Eroğlu: Kitap, “gördüğüm en güzel şiire, ülkeme” ithafıyla başlıyor. Yine “gökdelenden atılan ülke” şiiriniz “ülkemi bir gökdelenden atacaklar/uzanan ellerini sen tut” dizeleriyle bitiyor. Başka bir şiirinizde de “paslı sözleri gırtlağına saplıyorlar ülkemin/şah damarına bastırınca/elime kıpkırmızı şehirler bulaşıyor.” dizeleri mevcut. Ortada üzerine titrediğiniz, kaygılandığınız bir ülke var. Bizim için sınırlarını çizer misiniz bu ülkenin?
Ayşe Sevim:Biraz tarihi malumata sahip, dünyayı da az buçuk gözlemleyen her insanın sahip olacağı endişeler bunlar.Tanpınar: “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor ” demiş. Bizimki de bu hesap. Sınırlarını çizersem, başta ailem, sonra ülkem, ardından Osmanlı’nın bir zamanlar ellerini uzattığı ülkeler,- Trabzon ilinin balkan fetihlerinden çok sonra alındığını hatırlatırım- sonra Müslümanların yaşadığı her yer, ardından yeryüzündeinsanın yaşadığı her toprak parçası,yaratılan tüm hayvanlar, bitkiler… Kendi halinde yaşayan birinin bu kadar büyük cümleler kurması abes gelebilir. Sen kimsin ki evinden, mahallenden başlayarak yaratılmış her şeyi mahrem bölgen ilan ediyorsun, denilebilir. Densin. Kudretimiz yoksa yüreğimizde mi yok? Nerede bir haksızlık varsa sesimizin çıktığı kadar oraya kafa tutarız.
Rıfat Eroğlu: “sözlük” şiirinize baktığımızda kelimelerin resmi anlamlarının sizi rahatsız ettiğini görüyoruz. Anlama ulaşma aracı olarak, sözlüklerde aradığınızı bulamadığınız ortada. Bu durumda şaire nasıl bir görev düşüyor?
Ayşe Sevim:Babanın anlamına bakalım mı sözlükten: Çocuğun dünyaya gelmesine etken olan erkek. Şimdi bu cümlenin neresinde insan babasını bulabilir? Sizi babanızın omzunuzda taşıdığı günler var mı burada, sizin rahatınızı sağlamak için gece geç vakitlere kadar çalışması var mı?Kavga etmeniz var mı? Eliniz ekmek tuttuğunda size iftiharla bakması var mı? Peygamber Efendimizin babalığından bir tat var mı? Yok. Fakat cümle doğru bir cümle… Sadece dar. Şair ellerini kelimenin içine uzanır. Onu genişletmeye çalışır. Şairin zihni karanlıksa kelimeler karanlığa doğru genişler. Çağrışımlar kuvvetli fakat tehlikeli olur. Zihni aydınlıksa diyemiyorum çünkü şairin – hepsi için böyle değildir ama çoğumuzun günümüzde böyle olduğunu düşünüyorum- zihnine şiir anında çok da hâkim olabildiği kanısında değilim. Kelimeyle cedelleşirken bir karanlık tarafa bir nura doğru kelimeyi açabilir. Burada niyeti sağlam tutmak ve Allah’a yanlış bir şey söylememek için sığınmak gerekir. Baştan karanlık bir zihinle hareket eden kişi okuyucuya zarar verir bu doğru ama zihninin aydınlık olduğunu iddia eden kişi dikkatli olmazsa okura daha fazla zarar verecektir. Karanlık kolay tespit edilebilir lakin aydınlığın tespiti zordur. İnsana hep aksi doğruymuş gibi geliyor ama şimdi vereceğim örnekle durumu izah edebilirim sanırım. Karanlıkta kişi sadece karanlığı fark eder, onu kolayca hisseder eder ve kendince önlemler alır. Efendimize hakaret eden şiirler yazılmıştır biliyorsunuz. Bir Müslüman’ın bu şiirlerden etkilenmesi ve Efendimize düşman kesilmesi düşünülemez. Şiir şiirsel anlamda ne kadar etkileyici olursa olsun biz o şiiri karanlık olarak benimsediğimiz için o şiir ruhumuzda yol bulamaz. Hâlbuki aydınlıkta bizzat aydınlığa dikkatimizi veremeyiz, aydınlığın ortaya çıkardığı nesneler dikkatimizi dağıtır, gözümüz onlara kayar. Şiirde de durum böyledir. Bir dikkat dağınıklığı yaşanabilir. Mesela dini samimiyetibarındırdığını iddia eden bazı şiirlere bakın. Bunlar samimi değil laubalidir. Kaş yaparken göz çıkaran cinsten.Fakat okur olarak biz bunun “nurani” bir söylem olduğunu düşünebiliriz. Hangisi daha tehlikeli sizce? Şairin bilmeden yaptığı bu hatayı, okuru da fark etmeden destekler genelde. Bir deli kuyuya taş atmış hikâyesi ortaya çıkar. Hele günümüzde bu atılan taşlara çok daha fazla dikkat etmemiz gerekiyor, çünkü etrafta onları kuyudan çıkaracak akıllı yok. Bu gidişle taşlar kuyuyu dolduracak biz de maalesef susuz kalacağız.
Rıfat Eroğlu: Sezai Karakoç ile sizin balkonunuza aynı pencereden bakabilir miyiz? Şairin balkonla alıp veremediği nedir tam olarak? Ya da balkonun şairlerden çektiği…
Ayşe Sevim:Balkon bir yanıyla içeriye bir yanıyla dışarıya aittir. Şairin böyle bir kavramı kullanmaması, ondan etkilenmemesi düşünülemez bence. Hem iç hem dış. Fakat Sezai Karakoç üstadın şiirindeki balkondan bizim balkonumuz oldukça farklı. Üstadın şiirinde balkon değil balkonlar var. Hâlbuki bizim şiirimizdeki belirli bir balkon. Kızgın, hayatı ıskalamış, uykusunda “yıkın beni” diye sayıklıyor. Gerçek kimliğinden ziyadebir insana benzemesiyle de Karakoç’un balkonundan daha farklı.
Rıfat Eroğlu: Edebiyatın başka türlerinde de eserleriniz var. Özellikle çocuk edebiyatında da etkili olduğunuzu görüyoruz. Çocuk edebiyatının ayrı bir uzmanlık gerektirdiği noktasından yola çıkarak,pedagojik meseleleri nasıl çözdüğünüzü öğrenebilir miyiz?
Ayşe Sevim:İyi editörlerle çalışmak işi kolaylaştırıyor. Dediğiniz gibi her mecranın ayrı kuralları var. Mesela okul öncesi kitaplarına bakın, insana “bunlar şimdi kitap mı” dedirten basitlikte yazılmışlardır. Hâlbuki iş basit değil sadedir. Her kelimeyi kullanamazsınız, geçmişte bir şeyi çocuğa hatırlatamazsınız, sadece geleceğe doğru düz bir anlatım kullanmanız gerekir vs. Kuralları farklıdır yani. Çocuk edebiyatında görülen sıkıntı- günümüzde her şeyde olduğu gibi- müthiş bir kafa karışıklığından kaynaklanıyor. Geçenlerde bir çocuk dergisine Necip Fazıl’ın çocukluğundan bahseden bir yazı yazmıştım. Yazıda dedesinin onu soğuk kış gecelerinde kürkünün içine alıp birlikte uyumalarından ve babaannesinin kimi evhamlarından bahsetmiştim. Editörler, kürk kelimesinin çocukları kötü etkileyeceğini, yine bahsedilen babaanne kavramının uygun olmadığını söyleyerek yazıdan bunların çıkarılmasını istediler. İfrattefrit… Bir taraf eline aldığı bıçakla her şeyi doğruyor ve ortaya tatsız tuzsuz metinler çıkıyor, başka bir taraf da yeter ki kitap satsın, çocuklar arasında popüler olsun diye saçmalamakta sınır tanımıyor. Zombiler, vampirler çocukların arasında cirit atıyor. Ben tüm mühim kalemlerin çocuk edebiyatına en azından bir eser vermelerini isterdim. İyi bir editörle çok rahat yapabilecek bir iş… Hatta bu işle uğraşmamanın vebal olduğunu düşünüyorum.
Rıfat Eroğlu: İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü mezunusunuz. Tarih ile ilgili çalışmalarınız var mı? Ya da okuduğunuz bölümün edebi eserlerinize katkısı nedir?
Ayşe Sevim:Feminizm’in ne olduğunu ne olmadığını anlatan -uzun bir ansiklopedik madde niteliğinde- bir çalışmam var. Bir ara bir devlet üniversitesinde yardımcı ders kitabı olarak okutulmuştu. Eserlerimin genelinde de bir tarih tadı olduğunu düşünüyorum. Fon müzik olarak, rüzgâr olarak, renk olarak… Özellikle bizim tarihimiz çok deli bir sürece sahip. İslam öncesi Türklerden itibaren söylüyorum bunu. Mesela O zamanlar komşumuz olan Çinlilere bakarsanız pek çok dini inanışı görürüsünüz. Yok yoktur yani…Fakat biz bu dinlerin hiçbirini benimsememişiz. Burun buruna yaşamamıza rağmen o dinler ruhumuza hitap etmemiş. Bu ilginç değil mi sizce? Bir seçicilik söz konusu… Fakat gençlerimiz bu sorularıhiç kendilerine soramıyorlar. Okullarda tarih öğretimi tam bir felaket… Öğretmenler, tarih öğreteceklerine çocuklara ata binmeyi öğretseler en azından bir ata sporu ölmemiş olurdu.
Rıfat Eroğlu: Son olarak, Zübeyde kimdir?
Ayşe Sevim: İçindeduaların olduğu bir arkadaşlık bu… Size en baştan anlatayım. Zübeyde ablam biz tanışmadan “GüneşeYolculuk”isimli romanımızı okumuş. Umreye gidince nasıl dua etse beğenirsiniz “Bu yazar kız benim komşum olsun” demiş. Ben o sırada İstanbul’da yaşıyorum Zübeyde abla da Ankara’da. Tam bu duanın edildiği sıralarda eşime şirketi Ankara’ya gitmesini söylüyor. Yeni yapılanmalar vesaireler olacakmış… Nokta. Benim için koca bir nokta gerçekten. İstanbul’un dışında yaşabileceğime hiç inanmıyordum o zamanlar. Eşim bu halimi görünce, bizim için çok avantajlı bir teklif olmasına rağmen, işi kabul etmeyebileceğini söyledi bana. Ben de onu destekledim. İş tatlıya bağlandı yani gitmeyeceğiz. Ben para için İstanbul’dan ayrılırmıyım? Kendime göre doğru ve ahlaklı bir karar vermiştim. Fakat sözü benim için çok kıymetli bir büyüğüm bana olayı farklı açıdan gösterdi. İnsana gurbet gerektiğini, gitmemin bizde olumlu neticeler doğuracağını söyledi. İçimiz istemeye istemeye söz dinledik. Pılı pırtıyı toplayıp Ankara’ya gittik. – Batıkent’e hem de… Fatihten, Üsküdar’dan çık Batıkent’e yerleş. Bu semtleri bilenler ne demek istediğimi anlayacaklardır- Zübeyde ablamın komşusu olacak bir semtten ev tuttuk. Fakat tanışma hemen gerçekleşmedi bir yıl birbirimizden habersizdik.Bense içimden devamlı şöyle diyorum: “Ben buraya maddi çıkar için mi geldim hayır, söz dinledim, iyi ama bir arkadaşım da olmayacak mı benim? Gönlümün derdini anlayan bir kişi yok mu bu şehirde…” Sonra bir gün kapım çaldı. Kim gelmiş dersiniz? Zübeyde ablam. Şehirdeki son ağaç, dallarında ekmek kırıntıları büyüyen kadın, penceresinin kenarına eski günler konup duran biri…
Röportaj: Rıfat Eroğlu
İZDİHAM