M. Vargas Llosa, Neden edebiyat
Kitap fuarlarında ya da kitabevlerinde sık sık başıma gelmiştir: Efendiden bir adam yanıma yaklaşıp imza ister. Ya karısı içindir, ya kızı, ya da annesi. “Kitap okumayı çok sever,” der, “Edebiyata bayılır.” Ben de hemen sorarım: “Ya siz? Siz kitap okumaktan hoşlanmaz mısınız?” Yanıt çoğu zaman aynıdır: “Hoşlanmaz olur muyum, ama başımı kaşıyacak vaktim yok.” Bu açıklamayı kim bilir kaç kez işitmişimdir. Böyle binlercesinin yapacak o kadar çok önemli işi, hayatta o kadar çok yükümlülük ve sorumluluğu vardır ki, değerli vakitlerini saatlerce roman ya da şiir okuyarak harcayamazlar. Bu yaygın anlayışa göre, edebiyat her zaman onsuz edilebilir bir şeydir. Edebiyatın, duyarlılığımızı ve görgümüzü arttıran yüce ve yararlı bir uğraş olduğundan kuşku yoktur; ama ancak boş vakti olan insanların göze alabileceği bir eğlence, takıp takıştırabileceği bir süstür bu. Spor yapmak, sinemaya gitmek, briç ya da satranç oynamak gibi bir şeydir; hayat kavgasının vazgeçilmez görev ve ödevlerine “öncelik tanımak” gerektiğinde, edebiyat hiç duraksamasızın gözden çıkarılabilir.
Kitap okuyabilecekken okumamaya karar vermiş olan milyonlarca insana acıyorum. Onlara acımamın nedeni, yalnızca kaçırdıkları keyfin ayırdında olmamaları değil; aynı zamanda edebiyatsız bir toplumun ya da edebiyatın -gizli bir günah gibi- toplumsal ve özel hayatın varoşlarına sürüldüğü ve bağnaz bir tarikata benzer bir şeye dönüştürüldüğü bir toplumun, ruhsal bakımdan yabanıllaşmaya, dahası özgürlüğünü tehlikeye düşürmeye yazgılı bir toplum olduğuna inanmam. Edebiyatı olmasa da olur bir eğlencelik gibi gören anlayışa karşı ve edebiyatı, zihnin en önemli ve en gerekli uğraşlarından biri olarak, modern ve demokratik bir toplumun yurttaşlarının, özgür bireylerden meydana gelen bir toplumun oluşumu için onsuz edilemez bir etkinlik olarak gören anlayıştan yana birkaç görüş sunmak istiyorum.
* * *
Bilim ve teknolojinin olağanüstü gelişmesi, böylece bilginin sayısız parça ve bölümlere ayrılması sonucunda, bilginin uzmanlaştığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu kültürel eğilim, önümüzdeki yıllarda iyice belirginlik kazanacak. Uzmanlaşma, kuşkusuz, birçok yarar getirir. Daha derin araştırmaların ve daha büyük deneylerin yapılmasını sağlar, ilerlemenin çarkıdır. Ama olumsuz sonuçları da vardır, çünkü insanların bir arada var olmalarını, birbirleriyle iletişim kurmalarını, bir dayanışma duygusu içinde bulunmalarını olanaklı kılan ortak düşünsel ve kültürel özellikleri yok eder. Uzmanlaşma, toplumsal anlayışın yok olmasına, insanların teknisyenler ve uzmanlar gettolarına bölünmelerine yol açar. Edinilen bilgiler gittikçe daha kendine özgü ve bölmeli bir duruma geldikçe, bilginin uzmanlaşması, özelleşmiş dilleri ve giderek daha fazla şifreyi gerektirir. Eskilerin yapraklara bakıp ağacı görememek, ağaçlara bakıp ormanı görememek dedikleri, aslında bu ayrıntıcılığa ve bölünmeye karşı bir uyarıdır. Ormanın varlığının ayırdında olmak, toplumu birbirine bağlayan genellik duygusunu, aidiyet duygusunu yaratır ve toplumun sayısız tekbenci özelliğe parçalanmasını önler. Ulusların ve bireylerin tekbenciliği, nefretlere, savaşlara, dahası soykırımlara yol açan paranoya ve sabuklamalara, gerçekliğin çarpıtılmasına neden olur.
Günümüzde, uzmanlaşamayan ve uzmanlaşamamanın çapraşıklıklarına yol açmış olan bilginin sonsuz zenginliği ve bilginin evrim hızı yüzünden, bilim ve teknoloji bütünleştirici bir rol oynayamaz. Ama edebiyat, meslekleri, hayattaki amaçları, coğrafî ve kültürel konumları ve kişisel durumları ne kadar farklı olursa olsun, insanların kendilerini tanıyabildikleri ve birbirleriyle konuşabildikleri insan yaşantısının ortak paydalarından biridir. Edebiyat, bireylerin, hayatlarının tüm özellikleri içinde, tarihi aşamalarını sağlamıştır: Cervantes, Shakespeare, Dante ve Tolstoy’un okurları olarak, zamanı ve mekânı aşarak birbirimizi tanırız ve kendimizi aynı türün üyeleri olarak duyumsarız; çünkü bu yazarların yapıtlarını okurken, insanlar olarak neyi paylaştığımızı, bizi birbirimizden ayıran engin farklılıkların ötesinde, hepimizde ortak olanı öğreniriz. Bütün uluslardan insanlar temelde eşittir; onların arasına ayrımcılık, korku ve sömürü tohumlarını eken yalnızca adaletsizliktir: İnsanları, önyargının, ırkçılığın, dinsel ya da siyasal bağnazlığın ve kendi dışındaki her şeyi dışlayan milliyetçiliğin aptallıklarına karşı tüm büyük edebiyat yapıtlarında karşımıza çıkan bu hakikatten daha iyi hiçbir şey koruyamaz.
Etnik ve kültürel farklılıklarda insanlık mirasının zenginliğini görmeyi ve bu farklılıkları insanlığın çok yönlü yaratıcılığının belirtisi olarak değerlendirmeyi, edebiyattan daha iyi hiçbir şey öğretemez. İyi edebiyat yapıtlarını okurken, hiç kuşkusuz, büyük bir keyif alırız; ama aynı zamanda, insan bütünlüğümüz ve insanca kusurlarımız içinde, yaptığımız işler, düşlerimiz ve karabasanlarımızla, bir başımıza ve bizi başkalarına bağlayan ilişkiler içinde toplumdaki imgemizde ve bilincimizin gizli kovuklarında ne olduğumuzu ve nasıl olduğumuzu öğreniriz.
* * *
“En sonunda aydınlığa, gün ışığına kavuşmuş gerçek hayat, tastamam yaşanmış biricik hayat edebiyattır.” derken, Proust, bunu, yalnızca yazarlık uğraşına duyduğu aşkla söylememiştir. Proust, burada, belirli bir önermede bulunmakta; edebiyatın hayatın daha iyi anlaşılmasını ve daha iyi yaşanmasını sağladığını, hayatı daha tastamam yaşamanın, onu başkalarıyla birlikte yaşamayı ve paylaşmayı gerektirdiğini söylemek istemektedir.
Edebiyatın insanlar arasında kurduğu kardeşlik bağı, onların diyaloğa girmelerini, ortak bir köken ve ortak bir ereğin bilincine varmalarını sağlayarak, tüm zaman engellerini aşar. Edebiyat, bizi geçmişe taşır ve bize erişmiş olan o metinlerde, şimdi bize keyifler yaşatan, düşler kurdurtan o metinlerde bir zamanlar keyifler yaşamış ve düşler kurmuş insanlara bağlar bizi. Zamanın ve mekânın ötesinde, ortaklaşa insan yaşantısının bir parçası olduğunu duyumsamak, kültürün en büyük zaferidir; bu duygunun her kuşakta yenilenerek sürmesine, hiçbir şey edebiyattan daha çok katkıda bulunamaz.
* * *
“Edebiyat ne işe yarar?” sorusu, Borges’i her zaman tedirgin etmiştir. Bu soruyu aptalca bulan Borges, “Kanaryanın ötüşü ya da çok güzel bir günbatımı ne işe yarar diye sormak kimin aklına gelir!” diye bir yanıt vermiştir. Böylesine güzel şeyler varsa, bu güzel şeyler hayatı bir an için de olsa daha az çirkin ve daha az hüzünlü kılabiliyorsa, bunlara yararcı doğrulamalar aramanın ne gereği vardır? Ama gene de “Edebiyat ne işe yarar?” sorusu fena bir soru değildir aslında. Çünkü, romanı ve şiiri yaratan rastlantı ya da doğa değildir ki, romanlar ve şiirler, bir kuşun şakımasıyla ya da batmakta olan güneşin görünümüyle aynı şey olsun. Romanları ve şiirleri insanlar yaratmıştır, dolayısıyla nasıl ve neden doğduklarını, amaçlarının ne olduğunu ve neden bu kadar kalıcı olduklarını sormakta bir sakınca yoktur.
Edebiyat yapıtları, yazarın bilincinin mahremiyetinde; altbilincin, yazarın çevresindeki dünyaya duyarlılığı ile duygulanımlarının birleşik gücünün izdüşümünde, şekilsiz hayaletler olarak doğarlar; şair ya da yazar, sözcüklerle boğuşarak, bütün bu şeylere yavaş yavaş biçim, beden, devinim, ritim, uyum ve hayat verir. Hiç kuşkusuz, yapay bir hayat, düşlenmiş bir hayat, dil ile oluşturulmuş bir hayattır bu; ama gene de, bazıları sık sık, bazıları arada sırada da olsa, insanlar bu yapay hayatı ararlar; çünkü gerçek hayat onlara yetmez, onlara istediklerini sunmakta yetersiz kalır. Edebiyatın varlığı, tek bir bireyin yapıtıyla başlamaz. Edebiyat, ancak o yapıt başkalarınca edinildiği, toplumsal hayatın bir parçası durumuna geldiği, okunarak paylaşılan bir yaşantıya dönüştüğü zaman var olur.
Edebiyatın ilk yararlı etkilerinden biri, dil düzeyinde gerçekleşir. Yazılı bir edebiyatı olmayan bir topluluk, başlıca iletişim aracı olan sözcüğü edebiyat metinleriyle geliştirmiş ve yetkinleştirmiş bir topluluk kadar şaşmazlıkla, ayrıntı zenginliği ve açıklıkla dile getiremez kendini. Okumayan, edebiyata el sürmemiş bir insanlık, kaba ve ilkel dili yüzünden ürkütücü iletişim sorunları yaşayan bir sağır-dilsizler topluluğuna, sözcük oluşturma yetisinden tümüyle yoksun bir topluluğa döner. Aynı şey, bireyler için de geçerlidir. Hiç okumayan, az okuyan ya da yalnızca süprüntü okuyan bir insan engelli bir insandır: Çok konuşabilir, ama az şey söyler; çünkü söz dağarı kendi kendini dile getirmeye yeterli değildir.
Yalnızca sözsel bir sınırlılık değildir bu. Aynı zamanda zihinde ve düş gücünde bir sınırlılığı da gösterir. Düşünce yoksulluğudur; çünkü içinde bulunduğumuz durumun gizlerini kavramamızı olanaklı kılan düşünceler ve kavramlar, sözcüklerden bağımsız bir biçimde var olmaz. Düzgün konuşmayı -ve enine boyuna düşünerek, özenli, incelikli konuşmayı- iyi edebiyattan, yalnızca iyi edebiyattan öğreniriz. İnsanların iletişim kurmak için gerek duydukları dilde ustalaşmada, hiçbir disiplin, hiçbir sanat dalı edebiyatın yerini tutamaz. İyi konuşmak, dili zengin ve çok yönlü bir biçimde kullanabilmek, iletmek istediğimiz her düşünce ve duygulanımın uygun karşılığını bulabilmek için düşünmeye, öğretmeye, öğrenmeye, söyleşmeye ve aynı zamanda düşler ve düşlemler kurmaya, duyumsamaya daha iyi hazırlıklı olmak gerekir. Sözcükler, tüm eylemlerimizde, dille uzak yakın bir ilgisi yokmuş gibi görünen eylemlerimizde bile, içten içe yankılanır. Dil, edebiyat aracılığıyla evrilip gelişerek inceliklerin ve üslubun yüksek düzeylerine eriştikçe, insanların keyif alma olasılığını artırmıştır.
Edebiyat, aşkın, tutkunun ve cinselliğin sanatsal yaratı niteliği edinmesine bile katkıda bulunmuştur. Edebiyat olmasaydı, erotizm olmazdı. Aşk ve haz, daha yoksul olur, duyarlık ve incelikten yoksun kalır, edebiyattaki düşlemlerin sunduğu yoğunluğa erişemezdi. Garcilaso, Petrarca, Gongora ya da Baudelaire okumuş bir çiftin, hazzın değerini bilme ve hazzı yaşama konusunda televizyondaki bayağı dizilerin aptala çevirdiği cahil insanlardan daha ileri olduklarını söylemek abartı sayılmamalıdır. Okuması yazması olmayan bir dünyada, aşk ve cinsel istek, hayvanların doyumunu sağlayan şeylerden farksız olur, temel içgüdülerin kabaca gerçekleştirilmesinden öteye gidemezdi.
İnsanlara, dilin içerdiği olağanüstü zengin olanakları güvenle ve beceriyle kullanmayı öğretme işinde, görsel-işitsel medya da edebiyatın yerini tutacak donanımda değildir. Tam tersine, görsel-işitsel medya, kendisinin anadili olan görüntülere ağırlık vererek, sözcükleri ikincil düzeye düşürmeye; dili, yazılı boyutunun çok uzağında, sözel anlatımla sınırlandırmaya yatkındır. Bir filmi ya da bir televizyon izlencesini “edebi” diye tanımlamak, sıkıcı olduğunun kibarcasıdır. Bu nedenle, radyo ya da televizyondaki edebiyat izlenceleri halka pek çekici gelmez. Bilebildiğim kadarıyla, bu kurala uymayan tek örnek, Fransa’da Bernard Pivot’nun Apostrophes adlı izlencesiydi. Bu da, edebiyatın, dil konusunda tam bir bilgi ve ustalığa ulaşmak için vazgeçilmez olmakla kalmadığını; aynı zamanda, edebiyatın yazgısının ayrılmaz biçimde kitabın yazgısına, birçoklarınca artık modası geçmiş diye nitelenen o sanayi ürününün yazgısına bağlandığını düşündürüyor bana.
* * *
Edebiyatın ulusların hayatında önemli bir yeri olduğunu düşünmemiz için bir neden daha var. Tarihsel değişimin gerçek çarkı ve özgürlüğün en iyi koruyucusu olan eleştirel düşünce, edebiyat olmadan, onulmaz bir yara alacaktır. Çünkü nitelikli edebiyat yapıtlarının tümü de köktencidir ve içinde yaşadığımız dünyayla ilgili köktenci sorular atarlar ortaya. Büyük edebiyat metinlerinin tümünde, çoğu zaman, yazarlarının böyle bir niyeti olmaksızın, bir ayartıcılık vardır.
Edebiyat; yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları hayattan memnun olan insanlara hiçbir şey söylemez. Edebiyat asi ruhları besler, uzlaşmazlık yayar; hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olanların sığınağıdır. İnsan mutsuz olmamak ve bütünlenmek için edebiyata sığınır. La Mancha kırlarında kemik torbası Rosinante ve şaşkın Şövalye’yle birlikte at sürmek, Kaptan Ahab’la birlikte bir balinanın sırtında denizlere açılmak, Emma Bovary ile birlikte arsenik içmek, Gregor Samsa’yla birlikte böceğe dönüşmek: Bütün bunlar; kendimizi bu hak tanımaz hayatın, benliğimizi saran birçok özlemi dindirebilmek için birçok farklı insan olmak istememize karşın bizi hep aynı insan olmaya zorlayan hayatın yanlışlarından ve dayatmalarından arınmak amacıyla icat ettiğimiz yollardır.
Edebiyat bu can alıcı doyumsuzluğu yalnızca geçici olarak dindirir; ama bu mucizevi anda, hayatın bu geçici askıya alınışında, edebî yanılsama bizi alıp tarihin dışına taşır; bizi zaman dışı bir ülkenin yurttaşlarına dönüştürür ve böylece ölümsüzleştirir. Sıradan hayatın dayatılmış tekdüzeliğinde, olduğumuzdan daha güçlü, daha zengin, daha karmaşık, daha mutlu ve daha duru oluruz. Kitabı kapayıp edebiyatın yanılsamasından çıktığımızda, gerçek hayata döner, onu az önce ayrıldığımız o güzelim ülkeyle karşılaştırır ve büyük bir düş kırıklığına uğrarız! Ama aynı zamanda müthiş bir şeyin de farkına varırız: Romandaki düşlemsel hayat; kendimizdeyken yaşadığımız hayattan, içinde bulunduğumuz durumun sınırları ve sıkıcılığı tarafından koşullandırılan bir hayattan daha iyidir; daha güzel, daha renkli, daha kapsamlı ve daha yetkindir. Dolayısıyla iyi edebiyat, gerçek edebiyat, her zaman yıkıcı, boyun eğmez ve asidir: Var olan bir meydan okumadır.
Savaş ve Barış’ı ya da Kayıp Zamanın İzinde’yi okuduktan sonra, saçmasapan ayrıntılardan, ortalıkta kol gezen ve düşlerimizi adım başı yerle bir eden sınırlamalar ve yasaklamalardan oluşan dünyamıza geri döndüğümüzde, aldatılmışlık duygusuna kapılmaz mıyız? Kültürün sürekliliğini sağlaması ve dili zenginleştirmesinin de ötesinde, edebiyatın, insanlığın ilerlemesine en büyük katkısı, belki de (çoğu zaman farkında olmadan) bu dünyanın düzeninin bozuk olduğunu; bunun tersini ileri sürenlerin, güçlülerle talihlilerin yalan söylediklerini; dünyanın düzeltilebileceğini, düş gücümüzün ve dilimizin yaratabileceği dünyalara daha yakın kılınabileceğini bize anımsatmasıdır. Yaşadığımız dünyayı durmadan incelemek, gittikçe daha olanaksız bir görev olup çıksa da, özgür ve demokratik bir toplum, yaşadığımız dünyayı yaşamak istediğimiz dünyaya daha yakın kılmaya çalışmak gerektiğinin bilincinde olan, sorumlu ve eleştirici yurttaşlardan oluşur. Ve hayatın doyumsuzluğunu kışkırtmanın; yönetenlerin yönlendiremeyeceği sürekli bir ruhsal devingenlik ve canlı bir düş gücüyle donatılmış, eleştirici, bağımsız yurttaşlar oluşturmanın, iyi edebiyat okumaktan daha iyi bir yolu yoktur.
Gene de okurun bilincini dünyanın kusurlarına karşı duyarlı kıldığı için, edebiyatı ayartıcı diye nitelemek, sansür uygulayan kiliseler ve hükümetlerin sandığı gibi, edebiyat metinlerinin doğrudan toplumsal ayaklanmalara yol açacağı ya da devrimleri hızlandıracağı anlamına gelmez. Bir şiirin, bir oyunun ya da bir romanın toplumsal ve siyasal etkileri önceden kestirilemez; çünkü şiir, oyun ya da roman ortaklaşa yaratılmaz ya da ortaklaşa yaşanmaz. Yazdıklarından ya da okuduklarından çok farklı sonuçlar çıkaran bireyler tarafından yaratılır ve okunurlar. Bu nedenle, şaşmaz kalıplar belirlemek zor, dahası olanaksızdır. Üstelik, bir edebiyat yapıtının toplumsal sonuçlarının onun estetik niteliğiyle pek az ilgisi olabilir. Harriet Beecher Stowe’un orta karar bir romanının, ABD’de köleliğin korkunçluğuna ilişkin toplumsal ve siyasal bilincin uyandırılmasında belirleyici bir rol oynadığı söylenir. Edebiyatın bu tür etkilerinin saptanmasının zorluğu, bu etkilerin var olmadığını göstermez. Önemli olan, bunların, kişilikleri bir ölçüde kitaplar tarafından oluşturulmuş yurttaşların eylemleriyle ortaya çıkmış etkiler olmasıdır.
İyi edebiyat, insanların doyumsuzluğunu geçici olarak giderirken, aslında, hayata karşı eleştirel ve uzlaşmaz bir tutum geliştirerek o doyumsuzluğu, o yetinmezliği artırır. Edebiyatın, insanları, mutsuz kılmaya daha yatkın olduğu bile söylenebilir. Doyumsuz olarak yaşamak, hayatla savaş durumunda yaşamak, kendini boşuna savaşlar vermeye yazgılı kılmak demektir; tıpkı Yüz Yıllık Yalnızlık’ta Albay Aureliano Buendia’nın, yitireceğini bile bile, bir sürü savaş vermesi gibi. Bütün bunlar doğru olabilir. Ama hayatın sıradanlığına ve sefilliğine baş kaldırmasaydık, hâlâ ilkel bir durumda yaşıyor olurduk, tarih durmuş olurdu. Öyle bir durumda, bağımsız birey yaratılmamış, bilim ve teknoloji gelişmemiş, insan hakları tanınmamış, özgürlük var edilmemiş olurdu. Bütün bunlar, mutsuzluktan, yetersiz ve dayanılmaz gelen bir hayata meydan okumalardan doğmuştur. Edebiyat, şövalye romanları okuya okuya aklını kaçıran Don Kişot’un çılgınlığıyla araştıran, sıradan hayatla yetinmeyen ruhu az kışkırtmamıştır.
Bir an için, tarihi düşsel olarak yeniden kuralım. Edebiyatın olmadığı, insanların şiir ya da roman okumadığı bir dünya düşünelim. Güdük kalmış söz dağarında homurtuların ve maymunsu seslerin sözcüklere ağır bastığı bu tür bir körelmiş uygarlıkta bazı sıfatlar olmayacaktı; örneğin hepsi de edebiyattan gelen Don Kişo’vari, Orwellvari, sadist ve mazoşist gibi sıfatlar bulunmayacaktı. Hiç kuşkusuz, aklını kaçırmış insanlar, paranoyaklar, açgözlüler ve gözü dönmüşler, acı vermekten ve acı çekmekten zevk alan iki ayaklı hayvanlar gene olacaktı. Ama kültürümüzün normları tarafından engellenen bu davranış aşırılıklarının ardında, insanlık durumunun temel özelliklerinin yattığını öğrenmemiş; Cervantes, Kafka, Rabelais, Orwell, Marquis de Sade ve Sacher-Masoch’un yeteneklerinin önümüze serdiği kendi özelliklerimizi keşfetmemiş olacaktık.
La Manchalı yaratıcı asilzade Don Kişot yayımlandığı zaman, romanı ilk okuyanlar, hem bu düş düşkünü şövalyeyle, hem de romanın öteki kişileriyle alay etmişlerdi. Ama bugün artık biliyoruz ki, hüzünlü şövalyemizin, yeldeğirmenlerini değil, devleri gördüğü konusunda diretmesi ve saçmasapan sanılan davranışlarda bulunması, gerçekte gönül yüceliklerinin en soylusu ve bu sefil dünyayı değiştirme umuduyla sesini yükseltmenin bir yoluydu. İdeal ve idealizme ilişkin, olumlu ahlaksal yan anlamlarla yüklü kavramlarımız; Cervantes’in dehasının inandırıcı gücü aracılığıyla bir romanın kahramanında cisimleşmemiş olsalardı, şimdi oldukları gibi açık seçik ve saygın değerler olmayacaklardı. Aynı şey, romanlardan öğrendiği tutkulu ve görkemli hayatı yaşamak için var gücüyle savaşan o küçük ve pragmatik dişi Don Kişot, yani Emma Bovary için de söylenebilir. Emma Bovary, bir kelebek gibi, aleve fazla yaklaşmış ve ateşte yanmıştır.
* * *
Edebiyatın bütün büyük yaratıcılarının buluşları, kendi durumumuzun bilinmeyen yönlerini görmemizi sağlar. İnsanlığın ortak derinliklerini keşfetmemizi ve daha eksiksiz anlamamızı olanaklı kılar. “Borgesvari” dendiği zaman, gerçekliğin usa yatkın düzeninden uzaklaşır, bir düşlemler evrenine gireriz; neredeyse tepeden tırnağa dolambaçlı ve gizemli bir evrendir bu; kişiliğimizin yalnızca Jorge Luis Borges’in edebi yaratısında biçim bulmuş gizli tutkularını ve saklı gerçeklerini tanıdığımız için, benzersizlikleri bize hiç de yabancı olmayan edebî göndermeler ve anıştırmalarla dolu, özenli ve öncelikli bir evrendir. Aklımıza ne zaman “Kafkavari” sözcüğü gelse, modern dünyada onca acı ve haksızlığa yol açmış iktidarın baskı aygıtlarının -otoriter rejimler, tepeden inmeci partiler, hoşgörüsüz kiliseler, boğucu bürokratlar- gözdağı altındaki savunmasız bireyleri gibi duyumsarız kendimizi. Almanca yazmış, hep tetikte yaşamış ve cehennem azapları çekmiş olan bu Praglı Yahudi’nin kısa öyküleri ve romanları olmasaydı, bir başına bireyin, dört bir yanı saran yavuz devletler karşısında kapıldığı umarsızlığı, ezilen ve ayrımcılığa uğrayan azınlıkların duyduğu yılgıyı anlayamazdık.
“Kafkavari”nin yakın akrabası “Orwellvari” sıfatı, toplum üyelerinin davranış ve ruhlarını en becerikli, en acımasız ve en katıksız biçimde denetleyen yirminci yüzyılın totaliter diktatörlüklerince yaratılmış olan o korkunç acıyı, aşırı anlamsızlık duygusunu dile getirir. George Orwell, 1984 yılında, terör ve teknolojiyi ustalıkla kaynaştırarak özgürlüğü, kendiliğindenliği ve eşitliği yok etmiş ve toplumu bir otomatlar sürüsüne çevirmiş olan Büyük Ağabey’e, o mutlak hükümdara boyun eğmiş insanlığı tüm soğukluğu ve ürkünçlüğüyle anlatmıştı. Bu karabasandan farksız dünyada, dil de iktidara boyun eğmiş tüm yaratıcılıklardan ve öznelliklerden arındırılarak, bireyin sisteme köleliğini güvence altına alan birtakım yavanlıklara dönüştürülmüştür. Gerçi 1984 romanındaki uğursuz kehanet gerçekleşmedi; Sovyetler Birliği’ndeki totaliter faşizmin yanını boyladı; hemen ardından Çin de ve bir zaman sürçmesinde yaşayan Küba ile Kuzey Kore de gerilemeye yüz tuttu. Ama gene de tehlike tümden giderilmiş değil; “Orwellvari” sözcüğü, tehlikeyi tanımlamayı ve tehlikeyi kavramamızı sağlamayı sürdürüyor.
Gördüğünüz gibi, edebiyatın gerçekdışılıkları, edebiyatın yalanları, aynı zamanda en gizli insan gerçekliklerinin kavranmasına yarıyor. Edebiyatın açığa vurduğu gerçekler, her zaman o kadar iç açıcı değil; bazen, romanların ve şiirlerin aynasına yansıyan imgemiz, bir canavarın imgesi. Marquis de Sade’ın düşlediği dehşet verici cinsel kasaplıkları ya da Sacher-Masoch ve Bataille’ın ilençli kitaplarındaki kıyımları ve yabanıl kurbanlıkları okuduğumuz zaman, aynadaki canavar imgesini daha iyi görürüz. Gördüğümüz, bazen o kadar iğrenç ve ürkünçtür ki, dayanılmaz olur. Gene de bu kitaplarda anlatılanların en kötü yanı; kan, aşağılama ve kahrolası işkence tutkusu değildir; en kötüsü, bu şiddet ve aşırılığın bize yabancı olmadığını, bunların insanlığın derinlerde yatan bir parçası olduğunu keşfetmemizdir. Bu saldırgan canavarlar, varlığımızın en saklı oyuklarında gizlidirler; yaşadıkları karanlığın içinde, kendilerini göstermek; ussallığı, bir arada yaşamayı, dahası hayatı yok eden azgın isteğin saltanatını dayatmak için uygun bir fırsat kollarlar. Ne var ki insan zihninin bu karanlık köşelerine ilk giren, insan zihnini biçimlendiren bu gizli gücün yıkıcılığını ilk keşfeden, bilim olmamıştır. Bu keşfi, edebiyata borçluyuz. Edebiyatsız bir dünya, ivedilikle görmemiz gereken bu korkunç derinlikleri doğru dürüst göremezdi.
Uygarlıktan nasibini almamış, barbarlığın baskın çıktığı, duyarlıktan yoksun, söz fukarası, cehaletin kol gezdiği, salt içgüdüleriyle davranan, tutkuyu ve sevmeyi bilmeyen bu edebiyatsız dünyanın, burada resmetmeye çalıştığım bu karabasanın başlıca özellikleri, insanlığın güç ve iktidarla uzlaşması ve ona boyun eğmesi olurdu. Yalnızca var olma savaşımı, bilinmeyenin verdiği korku ve bedensel gereksinimlerin karşılanmasından oluşan bu hayatın gündelik uygulamalarını temel içgüdüler belirlerdi. Böyle bir dünyada ruha yer olmazdı. Dahası, böyle bir dünya, hayatın katlanılmaz tekdüzeliğiyle de kalmaz, insan hayatının başka türlü olamayacağı, hep böyle kalacağı, bunu hiç kimsenin ve hiçbir şeyin değiştirmeyeceği duygusundan kaynaklanan kopkoyu bir karamsarlık boyunduruğuna girerdi.
İnsan böyle bir dünyayı kafasında canlandırırken, gözünün önüne Latin Amerika’da, Okyanusya’da ve Afrika’da çağdaşlığın dışında yaşayan, çaputlara bürünmüş ilkeller, küçük büyü, din toplulukları geliyor. Ama benim kafam, bir başka sakatlığa takılıyor: Sözünü ettiğim karabasan az gelişmişliğin değil, çok gelişmişliğin sonucu. Teknolojinin ve ona kölece boyun eğişimizin sonucu olarak, bizi, bilgisayar ekranlarından geçilmeyen ve kitapların bulunmadığı bir toplumun ya da fizik çağında simya nasıl bir konumda ise kitapların, yani edebiyat yapıtlarının da o konumda olduğu, başka deyişle kitapların, medya uygarlığının yeraltı gömütlerinde nevrozlu bir azınlığın uğraştığı arkaik bir meraka dönüştüğü bir toplumun beklediğini düşünebiliriz. Korkarım, bu sibernetik dünya, varsıllığına ve gücüne, yaşama düzeyinin yüksekliği ve bilimsel başarılarına karşın, edebiyat sonrası dönemin özgürlükten umudunu kesmiş otomatlardan oluşan, teslim bayrağını çekmiş bir insanlığın uygarlıksız ve alabildiğine ruhsuz dünyası olurdu.
Bu ürkünç ütopyanın gerçekleşmesi, kuşkusuz, pek yakın bir olasılık değildir. İnsanlık öyküsünün sonu henüz yazılmadı, önceden belirlenmiş de değil. Ne olacağımız, tümüyle bizim görüş açıklığımıza ve istemimize bağlı. Ama düş gücümüzün yoksullaşmasını, duyarlığımızı arıtıp incelten, bize daha güzel ve özenli konuşmayı öğreten yetinmezliğin yok olmasını, özgürlüğümüzün güçsüzleşmesini önlemek istiyorsak, davranmalıyız. Daha açık seçik söylemek gerekirse, kitap okumalıyız.
Not: Bu yazı, ilk kez, 2001 yazında, ABD’de ‘The New Republic’ gazetesinde çıkmıştır.”
(Sözcükler Dergisi, Mayıs-Haziran 2006, İstanbul, Sayı 1, Çeviren: Celal Üster)
M. Vargas Llosa
İZDİHAM