2 Mart 2016

Barthes ve eleştirel yenilenme

ile izdiham

Bağlanmış edebiyat döneminin kapandığını 1960’ta söylemiş Roland Barthes, Eleştirel Denemeler’de. Bugün kimse söylemiyor bunu, gerek duymuyor. Oysa 1960’ta bunu Fransa’da söylemek de yeni bir düşünce atmaktı ortaya. Bağlanmış edebiyat sözünün asıl nedeni sosyalizmdi. Karşıtının edebiyata gereksinimi kendisi gibi değildi, her şeyden önce. Sonunda edebiyatı kendisine bağlayan siyasal iktidarlar, birlikte davrandıkları yanılsamasını kullanarak üstüne bastıkları yığınları hangi konuma düşürdülerse, edebiyatı da o konumda bıraktılar. Daha doğrusu, yeni bir bağlanmış edebiyat gönüllüleri çıktı ortaya ve ister istemez bir gönüllülüktü bu da.

Çamurlu dalgalarıyla getirdiği faşizmi insanlığın üstüne çullayan kapitalizm de yok değildi, o da kendi yakasına pek çok yazarı bağladı. Sonunda dönüşü olmayan bir tutum olmalı bağlanma. Değil ilkgençlik yıllarımızın romantik siyasal romanları, Simonov’un savaşın içindeki insanı anlatan romanları bile okunmuyor bugün. İlya Ehrenburg’un Paris Düşerken romanını da 1991’de “iyi roman” sınıfına sokmuşum, iyi ama nitelikli edebiyattan ayırmak için. Gene de siyasal romanın kült örneklerinden olmasına karşın, Paris Düşerken de okunmuyor bugün.

Roland Barthes 1960’ta bağlanmış edebiyat döneminin kapandığını yazarken, yeni bir düşünce sürüyordu öne. Hemen o sırada bağlanmış edebiyatın üstünü ters bir dalgayla örten, açıkça dayatılan bir bağlanmışlık karşıtlığı oluştuğunu belirterek: “Aşk hikâyesine dönüş, ‘fikirlere’ karşı savaş, iyi yazma kültü, dünyanın anlamlarını umursamaya karşı çıkış, romantizmle aşırı serbestlik arasında, şiirin (ufacık) riskleriyle aklın (etkili) koruması arasında dönen kullanışlı bir turnikeden yapılmış yepyeni bir sanat etiği kendini gösteriyor.”

Nitelikli olanı ayırmak
Oysa sorun bağlanmış olmakla dışarı savrulmak, siyasal olanla saf sanat, seçilmiş ahlakla toplumsal ahlak arasında seçim yapmak zorunda kalmak olmamalı. Hayat, ortalama değerleriyle edebiyatı hep bu köşeye sıkıştırıp bel altından vurmaya başlar. Edebiyatı kendine, aşağı çeker hayat. Demek okurun da hakemlik yapması gerekiyor. Okur, kendi ahlakını da sorgulamayacak mı? Neden yanayım? Popüler romanın yüzey yapısında kayıp giderek eğlenmekten mi, yoksa edebiyata verilmiş emeğe saygı göstermek için çaba harcamaktan mı? Niçin bazı kitaplar okunup unutulur da bazıları hiç unutulmaz?

Edebiyat, yani nitelikli şiir, öykü ya da roman, ona verilen emek-değer ölçütüne bakınca, pahalı iştir. Ona değer biçmek kolay mı? Ya da hangi terazi tartabilir onun değerini? Nedir bu soruların karşılığı?

Roland Barthes, “Bugün bu soruya verilen kesin bir yanıt var,” diyor. Kısaca, Kafka. 1960’ta, “Yirmi yıldır, Kafkacılık, Camus’den Ioensco’ya kadar birbirine en karşıt yazınları besliyor,” diyor. Kafka üstüne düşünmek, onun yazdıklarını modernizmin edebiyatı topyekûn değiştirme kaygıları içinde değerlendirmek, önemli sonuçlar verir. Kafka yetinmemişti, yaratıcı yazıyı bulutlara çıkaracak, yepyeni bir anlatı biçimi arıyordu. Sonunda bütün anlayışlar için bir çekim merkezi oluşu, Kafka’yı yirminci yüzyılın en önemli dönüştürücüsü yapmış mıdır? Hâlâ tartılıyor ve herkes de kendi tartısıyla geliyor oraya.

Barthes, “Bir yazar, sanatı üstüne düşündüğünde (ender rastlanan, çoğunluğun tiksindiği bir şeydir), dünyayı nasıl tasarladığını, onunla nasıl ilişkiler kurduğunu söylemek, kendi gözünde insanın ne olduğunu bizlere söylemek için yapar bunu,” diyor. Kafka derin düşüncenin içinden çıkarmıştı Gregor Samsa’yı. Yeni bir dünya tasarımıydı Dönüşüm. Dünyanın hâlinin ne olduğunu ve büyük bir yaratıcının gözünden nasıl göründüğünü anlatır.

Edebiyat, bunu yapmıyorsa nedir ki? Birbirinden çekici hikâyeler anlatmayı marifet gibi gösteren yazmanlar, yazdıkları büyük okur kalabalıklarınca okununca yazılanın onay gördüğünü sanıyor. Neyse ki niçin yazıldığı sorusunu öteleyen Barthes’tan sonra, 1980’lerin başında bizim edebiyatımızda da nasıl yazıldığı sorusunu kavrama çabası daha ciddi başlamıştı. “Bu gerçek, Kafka’nın (yazmak isteyen herkese) verdiği yanıt şudur: Yazının varlığı tekniğinden başka şey değildir.”

Anlama su vermek
Bir zamanlar kuşkuyla karşılanabilecek bu bakış açısının anlamı bugün biliniyor. Yazınsal metnin tekniği, ona yazınsal niteliğini veren bütün biçime ilişkin öğelerden oluşur. Dil başta. Çeliğe su vermeden yazınsallıktan söz edilemez. Tıpkı böyledir. Zamanla paslanması, değersizleşmesi kaçınılmaz olan işlevsel metinlerin yanında, zaman içinde yeniden yeniden okunan yazınsal metinler, bunu anlamlarından değil, anlamı dile getiren biçimlerinden alır. Saltık anlam, bir süre sonra yerini başkasına bırakır; oysa onun bambaşka biçimlerde okunmasını sağlayan biçimi, ömrünü uzatır.

Barthes, anıştırma diyor, edebiyatın apaçıklıktan çözülmesi gereken karanlığa gidişini de böyle anlatabiliriz. Bir anlam, sanki yalnızca kendisiymiş gibi görünürken başka bir anlama daha gönderir.

Yazınsal metnin anlamı ya da anlamları nelerdir; onları vermek için yazılır metin ve yazarın hüneri, onların metnin neresinde, nasıl verileceğini belirler. Öğretici olmanın yazınsal metnin niteliğini bozacağı bilindikten sonra, anıştırma (çağrışım) girer devreye.

“Demek ki yazar,” diyor Barthes; “dil üzerinde hareket eder; yazar kendi sözünü (esinli de olsa) işler ve işlevsel olarak bu çalışmaya kaptırır kendisini. Yazarın etkinliğinde iki tür kural vardır: Teknik kurallar (kompozisyon, tür, yazı kuralları) ve zanaat kuralları (emek, sabır, düzeltme ve kusursuzlaştırma).”

Yazar ne yazacağını düşünür başlangıçta, bu onun işaret fişeğidir, sonra onu bütün yapımbiçimlerinin içinde yok eder, yani yadsır ve yadsıdıkça onu daha etkili biçimde dışavurma biçimlerini keşfeder. Barthes da, “Yazar dünyanın ‘niçin’ini kesin olarak ‘nasıl yazmalı’nın içinde eriten kişidir,” diyor.

Roland Barthes yaratıcı, yazınsal yazının değerini anlatır bize. Onun karşısında kendimizi öğrenci konumunda görürsek, çok şey öğrenebiliriz. Üstelik elli yıl geçmiş bu yazıların üstünden. Dün yazılmış gibi geliyorsa, bizim eksikliğimizden olmalı. Hiç değilse onun yaratıcı yazıyla işlevsel yazı arasındaki ayrımını unutmayalım.

Belli bir amacı olan, tanıklık eden, öğreten, doğruyla yanlışı ayırt eden, edebiyatın dışında oluşan işlevsel yazının yanına hikâye anlatan popüler edebiyatı da koyalım. Orada dil kendine yeterli yazı dilidir. Amacı hikâyeyi taşımaktır. Ayrıca yazının içinde bazı teknikler kullanmak, katmanlar açmak gibi sorunu olmaz. Olursa tuhaf olur. Gereksiz çabadır.

Bir de Barthes’ın şu sözünü yazıp başucumuza iliştirelim mi: “Günümüzde yazın dünyaya sorular yöneltme işine indirgenmiştir, oysa yabancılaşan dünya yanıtlara gereksinim duymaktadır.”

Bugün böyle bir indirgemeden söz etmeye gerek yok belki ama belleğimizde kalmalıdır. Giderek dünyayı yadsıdıkça büyür edebiyatın anlamı ve o dünyadan bir şey beklemediği için, onun açıklamalarını beklemek yerine, ona karşılıklar verir ki, niteliği yükselsin. Kimin? Her iki yakanın.

 

Semih Gümüş
İZDİHAM