Ali Ayçil, Hepsi Pazartesidir
Uyandıktan sonra birkaç kez sağıma ve soluma döndüm. Gözlerimi hafifçe aralayıp hızla kapattım. Perdeden sızan ışık hiç yaşlanmamış ama ben, her sabah dünyaya çağrılmış olmaktan bitkin düşmüştüm. Sıkça yaptığım gibi kendimi ikiye ayırdım, bir yanım öbürünü kalkmaya ikna ederken, öteki yanım biraz daha yatakta kalmak için diğerine mızmızlanıp durdu. Birkaç kez daha döndüm, yorgan bacaklarıma dolandı, sonra vücudumdan sıyrılıp bir kenara kaydı. Emeklemeye çalışan bir çocuk gibi yüzüstü döndüm, bir süre de öyle bekledim. Işık, kirlendikçe desenleri değişen küçük ülkemi tamamıyla ele geçirmişti artık. Kalktım. Halsiz kalktım. Ellerimi belime koyup odanın ortasında rastgele birkaç adım attım. İşte kansız bir baskın daha yapılmış, ben bütün rüyalarım ve bütün uyku oklarımla birlikte sabaha teslim olmuştum. Günaydın dünya…
Musluğu sola çevirerek açtım ve sıcak su gelinceye kadar aynada yüzümü seyrettim. Bunu, hala cesaretimi yitirmediğimin bir işareti sayıyorum. Parmağım, artık ona bir emir vermeme gerek duymadan, kendiliğinden birkaç kez suya dokunup çekildi; su hala ısınmamıştı. Bir dakika bazen çok uzun bir zamandır; dehşete düşecek kadar, mutluluktan alemi dolaşacak kadar. Ama ben ikisinden de mahrum bırakılanlardanım, bu çok uzun zamanı aynadan bana bakan adama katlanarak geçiriyorum. Birazdan ılık su gelecek ve biz yüzümüzü üçüncü bir yüz için birleştirip lavabodan ayrılacağız. Gece, uykudan hafif şişmiş ellerimi musluğun altına uzatıyorum. Birkaç su damlası boynumdan aşağı doğru süzülüyor. Boynum yıllar içinde etlenmediği, gıdım çıkmadığı için elbette memnunum. Artık koynuma girmekte olan tedirgin edici damlaya yetişmek için hızla havluya uzanıyorum: Nasılsın telaş?
Bir zamanlar askerdeyken, sıkça olmasa da gecenin bir vaktinde hayali bir düşman alarmı verilirdi. Tam süresini hatırlamıyorum, birkaç dakika içinde giyinmek, botları bağlamak ve bütün teçhizatı kuşanmak zorundaydık. Bu hayali düşmana hazırlanma konusunda en iyilerinden biri bendim; süresi birazcık uzasa da halen hızımı muhafaza ediyorum. Giysilerimi öyle çabuk giyiniyorum ki, bir tercihe imkân vermeyen bu çabukluk yüzünden aylarca giyinmediğim gömlekler, kazaklar, ceketler bana gönül koyuyor. Fazla göz önünde duran, sık kullanılan, doğal olarak çabuk yıpranan giysilerim de, bu sebeplerden ötürü şikâyetçi. Anneleri, sevgilileri ya da eşleri tarafından giydirilen, sonra da karşısına geçilip seyredilen erkeklerin talihsizliğini hiç yaşamadım. Kahverengi paltomu da giyinip dış kapıyı aralıyorum. Merhaba pazartesi…
Beni pazartesi günlerine çağıran hiçbir heves yoktur. Mecburen okumak zorunda kaldığım bir kitabın ilk sayfasını aralar gibi aralıyorum kapıyı. Ama merdivenlerden inerken, vicdanım bir başka adamı konuşturmaya başlıyor; buna engel olamıyorum: Herkes pazartesi günlerini suçluyor, sen suçlama. Herkes pazartesi günleri saatlerin bir saniye gibi işlemesini istiyor, sen isteme. Herkes pazartesi günlerini yok saymak için çocukça bahaneler buluyor, sen bulma. Bunun için birkaç sağlam sebebin de var üstelik: “Kırmızı Pazartesi” filmi mesela, balkonda çamaşır asan o kızın boşluğu mühürleyen gözleri; yeni işe başlayan bir insanın ilk iş günü heyecanı; uzun tatilde arkadaşlarını özleyen bir öğrencinin okula dönüş neşesi; maişete en evvel açılan kapı: Hepsi Pazartesidir…
Ali Ayçil
İZDİHAM