Ahmet Erhan, Milattan Önceki Şiirler
her şey bir acının bilincine varmakla başladı.
bir taşı kaldırıp atmakla, bir kapıyı açmakla…
bir el, hep bir şeyler yazdı, biz doğduktan bu yana kağıtlara
şimdi bütün yaşadıklarım karalama kağıtlarında kaldı.bir kalem kendi kendine yazar bu şiiri.
insanlar işlerine gider, ben acıya giderim.
bir günde bütün isalarımı çarmıha gerer
ve her günümü milât bilip, yekinirim.
güzelliğim, ağlayan bir çocuğun güzelliğidir.
mutluluğum, örneğin hapisteki bir adamın
eline bir gül geçtiğindeki mutluluğuna benzer.II
herşey beni saran bu dünyada bir yangının çıkmasıyla başladı.
kaçıracak bir şeylerim olup olmadığını düşündüm.
kitapların çoğunu okumuştum. ve ellerim
bütün şiirleri bir çırpıda yakmaya hazırdı.
yaktım mı onları bilmem, yoksa yakmış gibi mi oldum?
oldu ne olduysa.her şey üstüme örtündüğüm gökyüzünden oluk oluk bir yağmurun boşanmasıyla başladı.
yağdı ayak izlerimin üstüne. yağdı naftalinleyip
yüreğime sokuşturduğum anıların üstüne
unuttum mu onları bilmem, yoksa unutmuş gibi mi oldum?
oldu ne olduysa.III
acı, ağır bir katran gibi yayılınca bedenime
yüreğime binlerce uçurum eklenir artık
geriye dönüp de bakmak gelir içimden
yumruklarımın gökyüzünü dövdüğü, o milâttan önceki devirlere
bana yarınlardan, bana doğacak güneşlerden sözederler
ben bugünleri yakıştıramazken kendime.
IV
yüreğimdeki o yolunmuş gül dağınıklığını
aklıma vurmaya çalışalı çok günler geçti
anladım ki hayatım artık yeni güller doğuramamakta.
son sözümü söylemek ister gibi insanlara
intihara uyanıyorum her uyanışımda.
yüreğimde hiç bir şey yapamamanın boşluğu ve çok şey yapmanın yorgunluğu var
günlerce hiç kımıldamadan oturmuş ya da kendimi duvarlara vurmuş gibiyim.
hayat karşısında yorgunum artık
ve zindeyim ölümün karşısında.
çiçek, sadece bir çiçek olarak duruyor önümde
(doğanın bir kanıtı olarak değil.)
yağmur, insanı ıslatır anca.
çocukların da her hareketleri ölüme koşuttu ha bir yıl önce, ha bin yıl sonra
(kaç yıl var ki kendimi çiçeklerle, yağmurlarla, çocuklarla avuttum.)
hayat deyince, yeni doğmuş bir bebeğin o ilk çığlığı geliyor aklıma.
onun yaşayacağı acılar sonra.
aklım bir çağlayanın en devingen yerine benziyor.
hiçbir düşünceyi yakalayamıyorum, köpürüp taşan sözcüklerimle.
beynimi o çağlayanın en dik yerinden fırlatıp atmak mı düşüyor şimdi bana?
ne aradığımı bilmeden birşeyler arıyorum şurda burda.
yok artık ne bir duygu, ne de bir istek
bedenimin her hücresi sağırlıklarla dolu
hoşçakal diyorum şimdi, gördüğüm her varlığa.
V
bütün uykularından uyanan benim bu dünyanın
bütün ölümlerini ölen, bütün doğumlarını doğan.
sorularını birer muska gibi takıp da boynuna yollara düşen benim
benim için bayramlar koydular takvimlere
benim için sokağa çıkma yasakları, gecelere.
bir uçurumun önündeyim diyeceğim ama bir dağın doruğunda da olabilirim;
sonunda ikisi de aynı kapıya çıkıyor bence.
bir nesneye hep yangın öncesinde dokundum.
ve bir insanı ölümünden az önce tanıdığım çok olmuştur.
şimdi karalıyorum takvimdeki bütün rakamların üstünü artık.
sıfırdan ötesini aklım almıyor.
milât buysa eğer, kendime bir çarmıh bulmam gerek
ki her insan bir milâtı yaşar, bir yerinde hayatının
benim hayatımsa bütün milâtların toplamı oldu
bütün çarmıhları tüketti benim acılarım
bütün isalarımı gözyaşlarım boğdu.
VI
gözlerim kuruyuncaya dek ağlamak istiyorum,
ve sesim kısılıncaya dek bağırmak.
bana düşen bir yağmur damlası
ırmağa dönüşüyor damarlarımda
yüzümü yalayan yel, fırtınaya, boraya.
ve artık sırtıma ağır geliyor yaşamak,
yüzüm gözlerden, sesim kulaklardan
şiirlerim basılı kağıtlardan silininceye dek kaçıp saklanmak istiyorum.
ve sonra bir gün çıkmak dünyaya
elimde bir ekmekle yollarda yürümek,
çiçekleri sulamak, çocukları sevmek.
VII
bağdaş kurup oturuyorum bir uçurumun derinliklerine.
elime kalem almadan şiirler yazıyorum.
ey sokaklarında nöbet tuttuğum kentler
ey yüreğimde gitgide yaklaşan doğum
ad veriyorum artık her nesneye kendimce
bayraksız ülkeler arıyorum artık atlaslarda
mayınsız, telörgüsüz sınırlarda at koşturuyorum
dünyalar getiriyorlar bana, birini seç diyorlar
pazardan üç beş kavun alıp getirircesine
herkesin dünyasından silah sesleri geliyor
bütün dünyaları dolaşsam, mezarlıktan başka bir şey göremeyeceğimi biliyorum
yazıtlarındaki sözler değişikse de ne çıkar
ölüm her yerde aynı ölüm ve her yerde benim sırtım yanıyor tabutları omuzlamaktan
oturup ağıtlar yazmak da bir işe yaramıyor.
bağdaş kurup oturuyorum bir gülün derinliklerine
kendimi yeniden doğmalara alıştırıyorum.
VIII
artık iyice belirginleşen yüz çizgilerimin
izini sürüyorum, geceyarısı baktığım aynalarda
bir çocuk, boyuna hayata ilişkin sorular soruyor
durarak karanlığın doldurduğu uçurumlara bir adım kala.
geceyi sokağa çıkma yasaklarıyla tanıdın, diyor.
her akşam kent kararırken yüreğin de karardı
kimseler bilmedi acını, herkes kendi surlarının ardına
daha ilk karanlık çökerken sığınıp, saklandı.
ve ekliyor, yanıtı olmayan sorularda kaldın
uzun, upuzun bir yolda yürüyen birinin
dönüp de ardına baktığı o yerdesin şimdi
diyor ki, geri dön ve ara o yollarda ayak izlerini.
çünkü bir ağaç köklerinin dolandığınca ağaçtır.
kıyısız bir deniz görmedim, düşüncelerin dışında
bir anıdan yola çık istersen, bir sözden, bir gülüşten
çünkü insan sorularıyla insandır ve onlara bulduğu yanıtlarıyla
IX
bu kez biraz uzun sürdü bu keder
içime ağır bir taş gibi takılıp kaldı
acı, takunyalar giyerek yürürdü yüreğimde
sevincinse tüyden ayakları vardı
ve sorularım ne çoktu benim
ellerim her taşın altını kuşkuyla aralardı
inanmaz olurdum kimi, göğün mavi, yaprağın yeşil olduğuna
gözlerim her renkte saklı bir karayı arardı.
bu kez biraz uzun sürdü bu keder
kollarımı iki yana açıp dansetmek istiyorum
mutlu olmak istiyorum ey kuşlar, ey çiçekler
X
ve her şey akdeniz’in bilincine varmakla başladı. atlasları açıp bakmadım. turistik rehberlerden de sözetmeyeceğim size. bu eğer bir yitik cennetin özlemiyse, akdeniz’in genel görünümüyle bugün artık bir cenneti çağrıştıramayacağı bilinir. her şeyin anamalcı bir düzenin çarkına koşulduğu bir dünyada gözlerimi ellerimle kapatıp bir akdeniz görüntüsü çizmiyorum duvarlara. bugün insan akdeniz’e gidince ırzına geçilmiş bir kadının karşısında duyduğu o kederi duyabiliyor ancak.
yine de her şey akdeniz’in bilincine varmakla başladı. akdeniz’de ben kendi geçmişim ve geleceğimle birlikte tüm insanlığın geçmişini ve geleceğini buldum. dokunduğum bu taş, üzerinde bir takım anlamadığım dillerden sözleri barındıran bu yazıt benden önce vardı, benden sonra da varolacak. doğayı yitirdik belki, ama bir akdeniz çocuğu ‘her şey akar’ diye sesleniyor bize hâlâ. insanlığın bütün değerleri kendini koruyor; onca olumsuzluğa, zorbalıklara karşın. dünyanın bir çekirdeği varsa, bu çekirdek akdeniz olmalı. çünkü bu dünyadaki bütün ‘ilk’lerin serpilip geliştiği yerdir akdeniz. insanın kendi kendini ve tüm evreni sorguladığı bir bilinçlenmedir. ‘soru soruyorum, öyleyse varım’ der akdeniz insanı.
herkesin bir akdeniz’i vardır. giderek, bütün dünya milyonlarca küçük küçük akdeniz’in bir araya gelip toplaştığı yerdir. insanın kendi varlığının bilincine varması böyle başlar. yalnızlığımın bilincine varıyorum; ama bu yalnızlık duygusu beni insanlardan ayırmıyor, tam tersine insanlara açılabilmemin tek koşulu yalnızlığımdır benim. uyumu akdeniz’de buldum. tüm insanlığın kendi köklerine kavuştuğu bu yerde. ve ‘milât’ diye bir şey varsa bu dünyada, bu sözlerin dudaklarımdan kaydığı an milât olmalı. benim ‘milât’ım akdeniz’e dönmektir. bu dönüşün ötesine uzanan bütün yaşayacaklarım artık milâttan sonraki tarihlerle anılacak.
XI
akdeniz’e dönüyorum, güz kuşlarının
kanat vuruşlarına adımlarımı ayarlayarak
akdeniz’e dönüyorum, dumanlı bir kentin
irin püskürten bacalarını yüreğimden kazıyarak.
yıllar yılı karanlık, nemli odalarda yaşadım
her sabah yüreğime yeni bir uçurum eklemenin kederiyle
bir göçmen kuştum ki ben, güneyi hiç bulamadım
uçmak istesem yasakların surları dururdu önümde.
sokaklar bir yara gibi, yüründükçe kanardı
donup kalırdı sesim, o buzdan yüreklere vurdukça
her ana ağıt yakmak için dudaklarını aralık tutardı
aklım, en güzel duyguların kıyılarında durdukça.
ve işte kendi içimde yürümeyi öğrendim şimdi
bitmek bilmeyen sokağa çıkma yasaklarında
anladım ki artık herkes bayraksız bir ülkeydi
beyinler telörgülerle çevriliydi, yürekler mayınlarla.
yakılan kitapların dumanları tüterdi bacalardan
ben yanan her sözcüğe tek tek gözyaşı döktüm
yeni dünyalar aradım hayatıma, çıkarak atlaslardan
böyle başladı kendi içimdeki o uzun yürüyüşüm.
denizsiz bir gemiydim sanki, topraksız bir çiçek
köklerinden kopmuş bir ağaç dinelirdi önümde
şiirler yazdım, yazan elim, söyleyen dilim titrek
her şiir yadsıdı kendini, yaslanarak bir başka şiire
turuncu bir sokağın aklımı tozutup atması böyle başladı
sıçrayıp gitti bir çocuk, yalınayak, dikenlerin arasında
bahçesi günebakanlı bir ev, taşlık, incir ağacı
el çırpıştırıp, titreyerek akan sular vardı arklarda
baba, bir dilim portakalla köpük köpük şaraplar içer
ana, tulumbanın önündeki yalakta çamaşırlar yıkardı
çocuk, yüzünü bir kitabın sıcacık koynuna gömer
uzak bir deniz ve kızlar üzerine düşler kurardı.
her sokağın bittiği yerde bir limonluk başlar
her limonluğun ardında bir dilim deniz görünürdü
şafakta rıhtımda bir sürü ceviz kabuğu sandal
denizin enginlerine yaşlı balıkçıları götürürdü
geceleri ay bir ekmek gibi büyürdü gökyüzünde
kavrulmuş susam ve yeni biçilmiş buğday kokardı
yıldızlar gümüş sürerlerdi denizin tenine
her yakamozun parladığı yerde bir deniz kızı oynardı.
böyle bir dünyaydı işte, anlatılır mı bilmem?
insan her dönüşünde bulur mu eski ayak izlerini?
yağan yağmurlar mı, yoksa kendi midir onları silen?
dönmek istiyorum ben, dupduru bir su, el değmemiş bir toprağım şimdi.
akdeniz’e dönüyorum! akdeniz’e dönüyorum!
anamın rahmine yeniden, yeniden döner gibi.
Ahmet Erhan
İZDİHAM
yüreğim pare pare dağılırken aklımdan geçen kadının gözleri önümdeydi, zaman o gözlerden o kadar uzaklaştırdı ki bir otobüse binsem gitse gitse hiç durmasa o günlere götürse, her şeyin bir bıçak gibi kesildiği günde insem.
İnsem belki o gün adına yapacaklarım o gözlerden ırak olmama engel olsa.
belki devrik cümlelerim biter belki bir şiir olur sözlerim gözlerinden damla damla akar kurumuş yüreğime derman olur…