11 Mart 2016
M. Sadık Aslankara, Hasan Ali Toptaş’ın Heba’sı
Toplumsal yaşamda bireyin heba edilmiş olması gerçeğine yaslanan roman, birey yaşamının yoksanışı eleştirisinden kalkarak bu yönde sorgulayıcı tutum sergilediği için önem taşıyor değil. Heba’nın önemi, bütün bu sorunsalları anlatma biçiminden, dolayısıyla biçeminden kaynaklanıyor.
Hasan Ali Toptaş, şiirden öyküye, denemeye, romana uzanan çok yönlülüğü bir yana, ürünlerinden yayılan nitelikte dikkati çeken bir yazar… Bugüne dek öykü verimi üzerine kalem oynatamamışsam da öykümüzde ağırlıklı yeri olduğunu biliyorum onun. Romancılığımızda da kendine özgü yeriyle ciddi bir imza elbette o. Fethi Naci, 1990 başlarında, okuduğu dosyasından kalkarak Toptaş’ın romancılığı üzerinde durmuştu “Eleştiri Günlüğü”ndeki yazılarında.
Bizde köy/kır gerçekçiliğini yazınsal düzlemde soyutlayımdan geçirip dönüştürerek bunu düşsü, buğulu bir estetikle harmanlayıp farklı konumda roman evrenine yerleştiren ilk yazarımız olduğu söylenebilir onun. O halde yazınımızda, bu açıdan da ayrı bir değer taşıyacak demektir Toptaş her zaman.
Fethi Naci’nin henüz dosya konumundayken sözünü ettiği, Sonsuzluğa Nokta (1993, Tam Metin: Adam: 1999) adlı ilk romanı sonrasında art arda dört roman daha yayımladı yazar: Gölgesizler (1995), Kayıp Hayaller Kitabı (1996), Bin Hüzünlü Haz (1998), Uykuların Doğusu (2005)… Romancılığının yirminci yılında, yayıncısı İletişim, okurları,
Toptaş’ın altıncı romanıyla buluşturdu geçen yıl: Heba (İletişim, 2013).
Romancılığı yirminci yılına varmış görünse de öykü, şiirdeki emeği göz önünde tutulduğunda Hasan Ali Toptaş, yazınımızda tam kırk yıllık bir birikime, geçmişe sahip. Zaten romandan önce yayımladığı ilk öykü kitabı, kitaplı yazarlığının bile neredeyse otuz yıla vardığını gösteriyor yazarın.
Bu çerçevede onu, yazınımıza döktüğü emekle, soy kalemler arasına katabiliriz pekâlâ. Nitekim romanlarındaki izleksel biçemsel, kurgusal yaklaşımları, onun tek tip bir roman anlayışının sürgit ardılı olmadığını, her kezinde yenilenmiş, farklı bir roman damarıyla okur önüne çıkmaya çabaladığını ortaya koyuyor.
Bu çerçevede ilk üç romanı ardından Bin Hüzünlü Haz’la öncekilerini aşan farklı ivmeyle yeni bir roman evreni kuşanmış halde önümüze geldiği söylenebilir Toptaş’ın. Uykuların Doğusu da bir bakıma bunu izledi belki, ancak sonuncu romanı Heba ile romancılığını yine yenilemiş, farklı kıvamla yoğurmuş konumda çıkıyor karşımıza yazar, bir farklı üçüncü evre olarak.
Gelin şimdi Heba’dan içeri girelim. Fethi Naci’nin, yirmi yıl önce, henüz dosya halindeyken dikkatini çekmiş bu yazarı, romandaki yazınsal tutumuyla daha yakından tanımaya çalışalım…
HEBA OLMUŞ ÖMRÜN ROMANI
Heba, kestirmeden söylersek başkarakter konumundaki Ziya’nın parçalanıp bölük pörçük halde heba edilmiş yaşamının romanı. Bu çerçevede Türkiye, köy, kasaba, kent her yerleşimiyle heba olmanın adresine dönuşmüştür zaten. Koca ülke, kentleriyle köylerin, kasabaların uzayıp giden halkalarıdır bir bakıma. Bir yerde bitip öte yerde başka bir gerçeklik karşılamaz, dönülüp dönülüp aynı gerçeklikten içeri dalınır. Yani köy, kasaba gerçekliği ya da kent yanılsaması birbirinin türevi olarak insanın karşısına çıkar.
Bu bağlamda gerçekliği düşlemsel, masalsal doğrultuda ele alan Toptaş, adeta ritüel temeline dayalı halde bunları ilişkilendirip kılcal damarlar romana yerleştiriyor. Ötesinde uzaktan bakıldığında durgun gibi alınabilecekken, yaklaşıldığında kendi döngüsü içinde alabildiğine canlılık yansıtan devingenliğini sürdürüyor hep.
Toplumsal yaşamda bireyin heba edilmiş olması gerçeğine yaslanan roman, birey yaşamının yoksanışı eleştirisinden kalkarak bu yönde sorgulayıcı tutum sergilediği için önem taşıyor değil. Heba’nın önemi, bütün bu sorunsalları anlatma biçiminden, dolayısıyla biçeminden kaynaklanıyor. Önceki romanları arasında şöyle kuş bakışı kaba bir notlamayla bu son yapıtına gelelim Hasan Ali’nin.
Yazar, ilk romanlarında köy, kasaba dönüştürümlerinde, gerçekliği bu yönde soyutlayıp yeniden kurarken evrenleri, karakterleriyle neredeyse rol modeli olarak öne çıkmıştı.
Sonrasında Bin Hüzünlü Haz’da kentsel cangılın derinliklerindeki acımasızlık, cehennemi fütursuzluk ile yüz yüze getirmişti bizi. Hoş daha önceleri de, örnekse Sonsuzluğa Nokta’da kent gerçekliğine dalmamış değildi yazar. Ne ki bu, Uykuların Doğusu’nda da görüldüğü üzere hep kasaba gerçekliğinin etkisiyle, bu bakışın yönlendirmesinde olmuştu. Heba’da, bir çalım yine bunlarla kol kolaymış gibi görünmekle birlikte, okuru, kurduğu bir başka yapıdan içeri alıyor yazar.
Öncekilerde saltık köy gerçekliğindeki dönüştürümlerle geliştiriyordu romanını. Oysa bu kez köy gerçekliğinin on yıllar içindeki değişimlerine dayalı dönüştürümlerle çıkıyor karşımıza. Nitekim bütün köylülerin, köy kırsalından alınıp taşımalı eğitime benzer biçimde kentler kırsalına taşındığı ülkemiz gerçekliği dikkate alındığında Hasan Ali Toptaş’ın Heba’sı, aynı zamanda toplumbilimsel değer de taşıyor. Belki de halk bilgisi açısından yazarın bütün kısıtlardan kendini arındırarak alabildiğine özgür olarak, okuru, unutulmaz folklorik değerlerle de tanıştırdığı tek romanı… Sait bu açıdan bile farklı prizmalardan geçirdiği roman evreniyle, yenilediği anlatısıyla yazınımızın kazanımı olarak alınabilecek bir yapıt Heba.
APAYRI ÖYKÜLERLE YEPYENi ROMAN KURMAK
Yazar, öteki romanlarında görüldüğünce okuru daha ilk satırlarda hemen bir gerilimin içine çekiyor denebilir. Öte yandan bu nesneler evreninin polisiyeyle ortaya çıkan karmaşasını da çok iyi yansıtıyor.
Heba, bildik bir Toptaş romanı gibi perde açıyor ilk ağızda. Ancak içeri girdikçe, yazarın, anlatmaya yöneldiği öyküleri, özellikle birbirinden kopararak, kendi iç bağımsızlıkları yönünde geliştirmeye çalıştığı görülebiliyor. Böylelikle parçalara dayanarak bütüne ulaşıp farklı bir tat üretiyor. Dıştan bakıldığında bir ebru gibi aynı evrende kimi örgeler halinde birbirine uzanıp kol kolalıklar sergiliyor elbette yapıt, ne ki aslında her parça, kendi içinde tam bir bütünlüğe sahip.
Gerçekten de farklı bir roman evreni kurarak geliyor bu kez Hasan Ali Toptaş Heba’da. Aynı karakterin, karakterlerin on yıllara yayılarak birbirinden farklı duruşlar yansıtan yaşamları, birinden ötekine geçen roman evrenleriyle bir yapbozun parçaları gibi tıpkı, birbirini bütünlüyor. Yeni bir biçem değil elbette bu, ancak Hasan Ali Toptaş imzasını taşıyan başarılı bir örnek de.
Öte yandan zaten Hasan Ali’nin bütün anlatılarında ağırlıklı pay taşıyan görecelik eşiğinin, böyle bir yaklaşımı besleyen zenginlik adına iyi bir kaynak oluşturduğu da kestirilebilir kolayca. Söz konusu görecelik, Toptaş romanlarına serpilmiş evrenlerle karakterlerin kendi aralarında birbirine geçebilmesini de olanaklı kılıyor. Göreceliğin egemen olduğu bu döngüsel yapıdaki evrenlere kararsız, hep aynı yerde, uzamda, coğrafyada, zamanda bütün yerlemleriyle çakışan kişiler/ karakterler eşlik ediyor.
Bizim Denizliler ne denli ayırdındadır Toptaş’ın, bilemem, ama onun romanlarında, öteki kentlerin yanı sıra çevresiyle birlikte Denizli’nin de farklı boyutta, tam anlamıyla soyutlanıp dönüştürülmüş halde, üstelik zengin bir çeşitlemeyle yer bulduğunu söyleyebilirim. Ötesinde yazarın zaman zaman farklı coğrafyaları, bunlara bir anlık katılıverişle birbirine bağladığı da oluyor aynı zamanda.
Bu arada öteki romanlarına oranla Heba’da burgaçlı ya da çevrimsel değil, daha düz, doğrusal bir gelişim gözleniyor, ama yine de göreceli yapıya dayalı bir anlatı bu. Toptaş, anlatımcılığa tam anlamıyla sırt dönemiyor belki, ama oluşturduğu anlam katmanları, bunlarda önünü açtığı çoğullukla okurlarının kendisinden bekleyebileceği çağrışım, söyleyim zenginlikleri sergilemeyi savsaklamıyor.
HEBA EDiLEN İNSANI ROMANLA VAR EDEBiLMEK
Özellikle 120 sayfayı bulan, insanın heba edildiği gerçeğini, bunun parodisini çıkararak gösteren “Sınır” başlıklı bölümün, anlatısal anlamda yüksek bir doruk oluşturduğu söylenebilir. Kafkaesk bir yaklaşımla Şato’da, Dava’da hatta Amerika’da Kafka’nın yansıttığına benzer biçimde döngüsel, insanı neredeyse isyan ettirecek düzeyde bir çevrinti içine hapsederek dolambaç metni ortaya koyup bireyi hem kendisine hem çevresine yabancılaştırıcı etki yaratmayı başarıyor Hasan Ali Toptaş.
Diyelim, bir askerlik parodisi yalnızca, Anadolu insanını ele alan bir kara anlatı aynı zamanda, evet, yazarın örtük bir biçimde bunun “komiğini çıkarma” girişimi sergilediği kestirilebilir kolayca. Ancak bu kez, öteki romanlarından farklı olarak ironinin, yabancılaştırmaya dayalı parodinin enikonu egemen hale geçtiği de görülüyor.
120 sayfalık bu benzersiz anlatının bir açıdan örnek alınabilecek yüksek düzeyde metin olduğu da göz ardı edilmemeli kesinlikle. Elbet romanın da.
Geçmişte Fethi Naci, Kaan Arslanoğlu’nun Devrimciler (1988) adlı romanındaki işkence bölümünden kalkarak seksen sayfayı bütün zamanlar için örnek gösterilebilecek nitelikte etkileyici bulduğunu belirtmişti bir “Eleştiri Günlüğü”nde. Eğer yaşasaydı, Heba’daki bu bölüm için de buna benzer bir yargı getirebilirdi herhalde. Ancak Arslanoğlu’nun romanındaki bu güçlü bölümün enikonu bir aks çatlamasına yol açtığı kanısını taşıdığımı yazmıştım geçmişte “Kitaplar Adası”nda. Bunun gibi Toptaş’ın Heba’sındaki bölüm için de aynı kanıyı taşıyorum. Çünkü okur bir an da olsa kopuş yaşıyor romanın ana gövdesindeki akıştan. Yazarın şaşırtıcı canlılıkla yeniden yarattığı köy düğünü bölümceleriyle ilgili olarak da dile getirebilirim bu yargıyı. Kendi içindeki bütünlemelerle şaşırtıcı yapı sergileyen anlatı, çelişik görünmekle birlikte onlarca sayfa süren aktarımcı yanıyla bir yadırgamaya yol açabiliyor elbette.
Ayrıca “minnet” duygusunun, “Heba” edilen insan ömründe buna koşut barındırdığı yıpratıcılık üzerinde de uzun uzadıya duruyor Hasan Ali Toptaş. Roman kişilerinden birinin Ziya’ya söyledikleri üzerinde durulabilir örneğin: “Minnet duygusu feci bir şey. onun insanda nasıl bir tahribata yol açtığını bana kalırsa ancak yaşayan bilir. Aslında sadece tahribata yol açmakla kalmıyor, insanı eksilte eksilte gönüllü bir köleye de dönüştürüyor bu duygu.” (44)
Birbirinden bağımsızmış ya da farklıymış izlenimi uyandıran, ama apayrı kanatlardan birbirini tamamlayıp başka serüvenlere açılan bir roman Heba. İnsanlığın patinaj yaparak düşmesine özgülendiği anlatı evreniyle baştan çıkarıcı bir metin üstelik. Uzaktan da olsa bir çalım Orhan Kemal’in Murtaza’sını çağrıştıran benzersiz karakteri Ziya sonra.
Hasan Ali Toptaş, günümüz yazarları arasında seçkin bir romancı, öykücü… Roman evreni, karakterleri, kurgusu, anlatısıyla bunu bir kez daha kanıtlıyor Heba ile.
M. Sadık Arslankara, Kaynak: Cumhuriyet KitapİZDİHAM