13 Mart 2016

Zeliha Yurdaer: Jean Luc Godard, Çağın Anarşist Tanığı

ile izdiham

Zeliha Yurdaer anarşist bir tanığı İzdiham için kaleme aldı.

 
Sinema tarihinin en önemli akımlarından biri de  klasik-gerçekçi anlatım sinemasının önemli kırılma noktalarından birini teşkil eden, Fransa’da ortaya çıkan Yeni Dalga akımıdır.

Akımı adeta ismiyle bütünleştiren Jean Luc Godard, 1930 yılında Fransız doktor bir baba, İsviçreli zengin bir ailenin kızı olan annenin çocuğu olarak Paris’te dünyaya geldi. Sorbonne Üniversitesi’nde  Etnoloji eğitimi aldı.

Yeni Dalga akımının en önemli temsilcisi olan Jean Luc Godard, akımın diğer önemli temsilcileri François Truffaut, Claude Chabrol, Jacques Rivette ve Eric Rohmer’le birlikte şef redaktörlüğünü Andre Bazin’in yaptığı Cahiers du Cinema’da uzun süre film eleştirmenliği yapmıştır.

A BOUT DE SOUFFLE 1960

Godard’ın ilk filmi, Yeni Dalga’nın en önemli başyapıtı A Bout de Souffle ya da Serseri Aşıklar, 1960 yılında Jean Paul Belmondo ve Jean Seberg’in oyunculuğuyla devleşmiştir.

Filmde genç  Fransız Michel (Jean Paul Belmondo), hırsızlık yaparak sahiplendiği bir araba ile Paris’ten La Havre’ye giderken yolda kendisini takip eden bir polisi vurur. Kız arkadaşı Patricia ( Jean Seberg ) ile bir eve sığınır. Michel,  Patricia ile birlikte Roma’ya kaçmayı hayal ederken Patricia bir gece Michel’i ihbar eder. Filmin sonunda kaçmaya çalışan Michel vurulur ve Patricia’ya bakarak “midemi bulandırıyor” der. Patricia ise tam bir Godard kadını olarak  umursamazlığı ile “ bulandırmak? Bu ne demek ki?” diye sorar.

Esasında Michel, gerçek bir isyancı değil, ağzında sigarası, başında şapkasıyla Humprey Bogart’a olan hayranlığıyla gangstrer filmlerindeki boş gezen “serseri” mitidir. Bütün serseriliğine rağmen Michel aşıktır ve sadece aşkı için ölümden kaçmaktadır. Eğer Patricia onunla Roma’ya kaçmayı kabul ederse kaçmaya değecektir bu hayat. Patricia aşkını kanıtlar da onunla gelirse, inandığı korkak ve samimiyetsiz kadın imajını yıkılacaktır. Ama tersi olursa, aşk kaybedecek, kadın yine kadın olarak kalacaktır Michel için.

Zaten filmdeki doğal diyaloglarda Godard’ın kadın ve erkeğin bakış açısını sorgulamaya çalıştığı görülüyor. Patricia’nın Michel’e söylediği şu sözler sorgulanmayı hak ediyor:

“Benim korktuğumu söylemiştin. Doğru: korkuyorum. Çünkü beni sevmeni istiyorum. ama aynı zamanda da, artık sevmemeni istiyorum.”

Godard, klasik anlatıma, gelenekselliğe başkaldırılarını filme yaptığı müdahalelerle gösteriyor. Filmin sonunda tam bir yönetmen olarak sahneye giriyor ve Michel’e ölmesini işaret ediyor. Michel’in yönetmenin müdahalesi sonucu ölmesi yönetmenin geleneksel kurmacaya olan başkaldırısını kanıtlamıştır.

VİVRE SA VİE 1962

Jean Luc Godard’ın kadının özgürlüğünü ve bireyselliğini irdelediği, başrolünde Anna Karina, Sady Rebbot, André S. Labarthe’nin yer aldığı mükemmel bir Godard klasiği; Vivre Sa Vie.

Vivre Sa Vie, 22 yaşında, evli, çocuklu ve oldukça güzel bir kadın olan Nana’nın, şöhret uğruna fahişeliğe sürüklenişini konu ediniyor. Filmin açılış müziği ve yazıları Nana’nın yüzünün yan çekimiyle ekrana gelirken, Nana ve eşi Paul’un dakikalar süren sırt çekimi ve konuşmalarıyla film başlamaktadır. Nana, eşine hiçbir zaman kendisine istediği şartları sağlayamacağını, kendisinin sanat camiasından edindiği çevre ile film artisti olacağını, ünlü olacağını anlatıp dururken, Paul, beş parası olmamasına rağmen Nana’nın istediği şartları ona sağlayabileceğini ifade ederek boş çırpınışlar sergilemektedir.

On iki bölümden oluşan Vivre Sa Vie, her bölümünde Nana’nın özgürlüğü seçtiği yolunda ilerlerken kendinden verdiği ödünleri, düşüşünü anlatır Godard. Bir söyleşisinde sarfettiği “Düşünmüyoruz, düşünülüyoruz. Kendimizin olan bir şeyimiz yok. Bakmıyoruz, şeyler tarafından bakılıyoruz. Bakışlarımız yöneltiliyor, düşüncelerimiz de belki…” sözlerinde ifade ettiği düzene muhalif insanın mücadelesini, dengeyi yeterince kuramamış, varoluşsal bunalım içindeki Nana’nın hayatıyla anlatmaktadır.

Nana bir yandan özgür olarak kendi istediği yolu seçmekte, bir yandan da her adımında kadınlığından tavizler vermektedir. Bunu fark etse de yolundan vazgeçmeyen Nana, kendini yitirme uğruna erkeklerin hakimiyetine yenilmemeye, toplumun yüklediği ayaklarını zincirleyen sorumluluklardan azad olmaya kararlı bir şekilde ilerlemiştir. Kaderine razı olması için kocasının ona olan aşkı yeterli değildir. Godard bu noktada kadın erkek arasındaki anlaşılmazlığın uçurumunu şu sözlerle ifade eder: “Birisi Beethoven’den hoşlanıp Sting’den nefret eden, öteki ise tersini hisseden bir karıkoca için hiçbir mesele yoktur; ama eşlerden biri Spielberg’den hoşlanıyor, öteki nefret ediyorsa ayrılık er geç mukadderdir.”

Godard, diğer filmlerinde olduğu gibi, gelenekselliğin zıddı olarak, birçok yerde yaratıcının kendisi olduğunu muzipçe fısıldıyor. Nana’nın otele girişindeki sahnenin defalarca tekrarlanması, bir filozofla ciddi bir söylemin ortasında kameraya bakarak gülümseyişi Godard’ın özgünlüğünün göz kırpması izleyiciye.

MASCULİN FEMİNİN 1966

Jean Luc Godard’ın oldukça muhalif filmlerinden olan, senaryosunu,  Guy de Maupassant’ın “paul mistress “ adlı hikayesinden yola çıkarak yazdığı  Masculin Feminin…

Şarkıcı olma hayalinde bir derginin moda editörü Madeleine ( Chantal Goya ) ile Fransa’da sosyoloji okuyan 2o’li yaşlarda, fikren devrimci, genç Paul ( Jean Pierre Leaud ) arasındaki aşkı konu edinen filmde, aşkın izinde kadın erkek ilişkileri, samimiyet, kıskançlık gibi duyguların eşliğinde irdelenirken, işçi sınıfı, sınıf ayrımı, eşitlik, özgürlük gibi toplumsal kavramlar da alttan alttan sorgulanıyor.

Paul, kadının devrimci ruhu öldürdüğünü düşüncesine sahipken Madeleine’ye aşık olur. Paul ne kadar  insanların mücadelesi ile alakadar ise Madeleine bir o kadar kayıtsızdır olan bitene. Tüm bunlara rağmen Paul’ün anarşist ruhu aşkını izah etmeye çalışır kendine : “ İnsanlar yalnız yaşayabilirler mi? Duygularımız olmadan yaşayamazdık, kendimize katlanamaz ve intihar ederdik”.

Godard’ın diğer filmlerinde de görülen bölüm bölüm çekim, Masculin Feminin’de de15 bölüm olarak karşımıza çıkıyor. Her bölümde aniden ekran kararıyor, bölüm başlığı ile birlikte ve bir patlama sesini andıran ses eşliğinde Godard’dan etkileyici sözler beliriyor.

“ Masumiyet bu dünyaya ait değil. Ama her on yılda bir ışığı bizi aydınlatıyor.” Bölüm arasözlerinden biri olan bu cümle ile Godard, filmde işlediği en masum ilişkilerdeki çıkarları, dostluklara bulaşan kıskançlığın arasında  ayakta duran saf aşkı, özellikle “erkeğin” taşıdığı aşkı vurgular. Zira adamın aşık olduğu kadın da düzene ayak uydurmuş, politik yıkımdan habersiz, ünlü olmaktan başka bir şey düşünmeyen tipik bir “kadın”dır.

Godard’la bütünleşen irticali aksiyonlardan biri de bu filme kotarılmış. Sesinden Paul olduğunu anladığımız delikanlı, yüz güzeli seçilen bir bayanla söyleşi yapmaktadır. Kadına sorulan sorulardan kadının adalet, savaşlar, insanların sefaleti, artan nüfus, doğum kontrolü gibi hiçbir toplumsal konudan haberi olmayan yine tipik bir Godard kadını olduğu görülüyor.

Ve ekran kararır.” Coca-Cola ve Marx’ın Çocukları. Bu filmin diğer adı da budur. Hangisini seçerseniz.” Bu ara cümle Godard’ın yönetmen olarak karşı duruşunun filmdeki önemli yansımalarından biridir. Aşk örgüsü içerisinde Godard klasik filmlere olan başkaldırısını yer yer sahnelere absürt müdahalelerde bulunarak gösterir. Filmin ortasına öyle alakasız aksiyonlar yerleştirir ki adeta “ dünya aynı olmak zorunda değil” demektedir. Tüm aykırılıklarına rağmen dozunu kaçırmadan politik görüşlerini oyuncuların konuşmalarıyla filme sıkıştıran Godard bu konudaki fikrini de yine bir bölüm arasında ara cümle olarak “ Filozoflar ve yönetmenler içinde bulundukları neslin görüşünü yansıtırlar” diyerek yerini belli eder.

Masculin Feminin’de de diğerlerinde olduğu gibi Amerikanvari silah sahneleri az da olsa vardır. Ama bir Godard farkı olarak bazen oyuncunun yüzü dakikalarca gösterilirken, diyalog halinde olduğu ikinci kişinin sadece sesi duyulmaktadır. Filmin bir yerinde duran Madeleine dakikalarca Paul’ün sorularına cevap vermekte, sadece sesini duyduğumuz Paul’e sorular sormaktadır. Çünkü bu iki kişi, kadın ve erkek birbirini anlamaya çalışmaktadır.

Godard’ın ifadesiyle   “  Gençler birbirleriyle konuştukları her an birbirlerini yoklamaya çalışıyorlar, erkek kızla konuştuğunda, kızı idrak etmeye çalışıyor, ve kız erkeğe bir şey söylediğinde onu anlamaya çalışıyordu. Ben de hepsinin bir tür haritasını aldım, onlarsa her biri, birbirinde bir iz bıraktı. Sürekli bir iz sürme, yoklama denilebilir bu film için”

Filmin nihayetinde Paul’ün ölümü müphem bırakılır. Ekranda Madeleine’nin hafif dolu gözleriyle anlamsız surat ifadesi ve hala gülümseyebilmesi Godard’ın gözünde kadının aşka ne kadar değer verdiğini gösteren dikkate değer bir an.

Bitirirken

Jean Luc Godard’ın filmografisine baktığımız zaman son dönem filmlerine doğru politik eleştirel bakışın gittikçe sivrildiğini görürüz. Özellikle son filmi “sosyalizm”  adeta politik bir belgeseldir. Belki de bu açıklık izleyiciyi rahatsız ettiğinden Sosyalizm diğer Godard filmleri kadar hayranlık uyandırmamıştır. Sinema her ne kadar yönetmenin dönemini yansıttığı bir sanatsa da sanatı tamamen bir fikir verme aracı haline getirmek estetizme darbe vurmaktır.

Çünkü görüntü, yönetmenin kamerasında yağmur damlalarına yansıyan bir dünyadır. Belki de Godard’ın içindeki anarşist ruh, birilerinin katil birilerinin daima kurban olduğu bu değişmez düzene daha açık bir dille isyanda karar kılmıştır.

Godard aslında bütün filmlerinde hastalıklı bir karakter üzerinden modernitenin bunalımını estetikle yoğurarak anlatır. Filmlerindeki bütün ana karakterler; Nana, Michel, Paul, Patricia, Madeleine vb. karakterleri başrol olacak, ayrıcalıklı, özel bir niteliğe sahip değildir. Hepsi de kendisiyle kavgası olan hastalıklı kişiliklerdir. Çünkü modern insan, tüketim çağının kendisine bahşettiği tüm fırsatlar arasında tanrısallaşmış, ama kendi hakimiyetinde boğulmuş bir çaresizdir.

Godard, sinemada, görüntüyü ustalıkla kullanmış, her kareyi imgesel bir okuma şölenine dönüştürmüştür. Godard bu estetik anlayışıyla ilgili şöyle söylemektedir: “Emperyalizm gibi sinema da resimler üretiyor. O kadar çok resim var ki insan kayboluyor. Bu resimlerin hiçbir anlamı yok. Buna karşın biz, onları kontrol edebilmemiz için az resim yapmalıyız. Biz sürekli olarak daha az resim ve daha fazla ses üretmeye çalışıyoruz.”Belki de bu yüzden Godard filmlerinde bazen bir konuşma sahnesi resim değişmeden dakikalarca verilir. Çünkü salt görüntünün hiçbir anlamı yoktur. İnsanlar görüntüyü, coca-cola şişesini harcar gibi harcamaktadır. Sanatçının önemli işlevi “kelime”dir. İnsanlığın var olduğu andan itibaren var olan “kelime” anlamsız olanı anlamlı kılmaktadır. Pragmatist gerçekçiliğe uyum sağlayamayan zayıf insanı tüm doğallığıyla konu edinen Jean Luc Godard, çağın tanığı olarak sinema tarihinde ölümsüzleşecektir.

Çünkü  görünüşte savaşçı olmayan ama içindeki mücadeleden dolayı realizme mağlup olmayan zayıf insan, dünyanın galibi olamasa da bugün olduğu gibi her zaman var olacaktır.

 

 

Zeliha Yurdaer

İzdiham