Ahmet İnam, Bu gergin ortamda ne bilim, ne sanat olur, ne de dindar yetişir
Röportajı Ayşe Karabat yaptı.
ODTÜ Felsefe Bölümü Profesörlerinden Ahmet İnam’a göre, toplumsal kutuplaşmayı aşmak aslında çok kolay. Bunu başarmak için ihtiyaç duyulan ‘bilge kök’ var ama bu kökün yeşertilip yeşertilmeyeceği biraz da siyasetçilerin tutumuna bağlı.
Toplumsal cepheleşmenin köklerinin geçmişe dayandığına işaret eden İnam’a göre acil iletişim becerilerine sahip âkil insan aranıyor.
1947 Sandıklı doğumlu, 1971’de ODTÜ Elektrik Mühendisliğini bitirdikten sonra Felsefe eğitimine başlayan ve kırka yakın kitapta imzası bulunan İnam’a göre, AK Parti, söylemini değiştirse oylarını arttırabilir. CHP ise son zamanlarda ‘kabalaşma eğilimi içinde’ ama İnam’a göre bu yanlış bir yöneliş. ‘Kürtler duygusal kopuş yaşıyor.’ ‘MHP liderliğinde öz eleştiri yok’. İnam’ın deyişiyle ‘gümbürtüye gitme’ nedenlerimizden biri de ‘Bu coğrafyaya karşı kendisini sorumlu tutması gereken’ entelektüellerin bir kısmının tutumu.
“Bu gergin ortamda ne bilim, ne sanat olur, ne de dindar yetişir” diyen Prof. İnam, ‘Anadolu hikmetinin’ eninde sonunda devreye gireceğini düşünüyor.
Prof. İnam’la onun ifadesiyle ‘gümbürtüye gitmemizin’ sebeplerini, bunu önlemenin yollarını konuştuk.
‘Kurufasulye yedim, mutluyum, demek değil mutluluk’
Genel olarak toplumda bir öfkelilik, sinirlilik, memnuniyetsizlik gözlüyorum. Siz ‘mutsuzluk ahlâksızlıktır’ görüşünü seslendiriyorsunuz. Bu çerçevede içinde bulunduğumuz durumu değerlendirir misiniz?
Mutluluğun bir erdem olduğu tutumu, hayata karşı aldığımız tavırla ilgili. Mutluluk, içimizin iyi olması demek. İç dünyamızın iyi olması demek, başımıza gelenlerle mücadele edebilmek, onların üstesinden gelebilmek demek. Mutluluk, “oh kuru fasulye yedim mutluyum”, “sevgilimden mesaj aldım, mutluyum” demek değil. Mutlu insan elbette acı çeker, kazık yer. Mutlu insanın başına belâ gelebilir. Ama mutlu insanın mutsuzdan farkı, yaşama gücünün kaybolmamasıdır. Oysa yaşama karşı tutumumuzda gergin, asabî ve endişeliyiz. İşlerimiz rast gitse de gitmese de öyleyiz. Bunun bir nedeni yaşadığımız çağ ile ilgili. Almanların ‘zamanın ruhu’ dediği çağın iklimi böyle.
Bu durumumuzda siyasetin ve toplumsal kutuplaşmanın etkisi var mı?
Kesinlikle var. Bir arada yaşayacağımız,birbirimizi olabildiğince az inciteceğimiz, düşmanlıkların daha az olacağı bir dünyaya nasıl bir siyasetle ulaşılır sorusunun yanıtını henüz bulabilmiş değiliz. Ben bir felsefeci olarak bunun kökenini şöyle görüyorum: Biz insanların ben olarak bir varlığı var. Bir de karşı varlığı var. Benim karşı varlığımla birlikteliğim beni insan kılıyor. Yani insan çatışmalı bir varlıktır. Hem kendisiyle hem çevresiyle. Karşı varlığımız, bizim içimizde, dışımızda değil. Ama onu dışta görmeye eğilimliyiz. Psikologlar ona ‘projeksiyon’ diyorlar. Kendi içimizdeki çirkinlikleri dışarıda görüyoruz ve onun bizi koruduğunu sanıyoruz. “Ya bütün dünya ahlâksız be!”, “Kardeşim kimseye güvenmeyeceksin, herkes hıyar!” gibi yargılarda bulunanlar muhtemelen bunu yansıtıyordur. Hele siyasetçilerimiz bunu müthiş derecede yapıyor.
“Nefret bulaşıcıdır”
Siyasetimiz neden böyle?
Psikolojik haller için başa dönmek gerekebilir. Biz yeni bir ulus devletiz. Cumhuriyet, Osmanlının kendi içinden olağan bir akışla ortaya çıkmadı. Osmanlının içinde çatışan güçler vardı. Milliyetçi, Türkçü damar, bazı etnik gruplar, dini bir yaşam tarzı. Fakat koşullar öyle oluştu ki Cumhuriyet biraz aydınlanma felsefesinin, ‘hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir’ düşüncesinin galebe çalmasıyla oluştu. Diğer kuvvetler ortadan kalkmadı. Cumhuriyet kurulduğunda bu çatışan güçlerden birinin egemen olma durumu kendini koruyabilmek için diğer güçler üzerinde baskı oluşturdu. Diğer güçlerden olan insanların kendi hayat tarzlarını yaşayamamaktan kaynaklanan kendini gerçekleştirememe durumu oluştu. Haklarının yendiğini düşündü. Biz bunu şöyle sandık: “Dindar kesim cahil, gerici. Bunları eğitirsek medeniyetle tanıştırırsak -medeniyet de Batı oluyor tabii, ama bir yandan da ona ‘tek dişi kalmış canavar’ diye kızıyoruz ama bir yandan da onlara yetişmeye çalışıyoruz. Bir parçalanmış durum var ortada. Bence bir çok yanlış yapıldı. Bu akıllıca yönetilebilirdi, bir ahenk kurulabilirdi. Ama özellikle 1960’lardan sonra söz sahibi olanların bir kısmının dar görüşlülüğü başka çatışmaları da beraberinde getirdi. Şu anda yaşadığımız o ağır düşmanlığın ve nefretin körüklenme meseleleri buraya kadar gider.
Yani kutuplaşmanın ve sözünü ettiğiniz nefret bir birikimin sonucu?
Çünkü nefret bulaşıcıdır. Bir evde bir müfrit olsun diğerleri de huzur arayan insanlar olsun. Huzur arayan insanlarla, huzursuzluk yaratmaya çalışanlar beraber yaşadığı zaman huzursuzluk yaratmaya çalışan insanın gücü gruba egemen olur. Biz ulus ülke olarak öfke yönetimini duygu yönetimini başaramadık.
“En büyük problem iletişim”
Neden başaramadık bunu?
Bu çevreyle de ilgili bir şey. Kendi kendimize karar vermiş değiliz. Demokrat Parti’nin son döneminde ‘Vatan Cephesi’ diye bir şey oluşturulmuştu. Bakın ‘Cephe’. Yani o zaman da cepheleşmeler vardı. Vatan Cephesine geçenlerin isimleri radyodan okunurdu. Bu Cumhuriyeti kuranların arasındaki ayrılıktan kaynaklanan bir şey. Bürokrasinin, orta küçük burjuvazinin, Moda’da yeni yeni ev almaya çalışan, sinemaya giden, Avrupa’ya özenenlerle, Cuma’ya giden biraz daha eski hayatın özlemi içinde olan insanlar arasında bir çatışma çıktı. Bunun geçmesi zaman alacaktır. Çünkü bütün bunların getirdiği bir birikmiş enerji var ve tam olarak açığa çıkmadı. Bu kesimler arasında da diyalog kurulamıyor.
Neden kurulamıyor diyalog?
En büyük problem iletişim. Felsefedeki ‘Frankfurt Okulu’nun savı, sömürünün yani gücü ele geçirme meselesinin iletişim üzerinden yapıldığı. Bugün medyayı kim elinde tutuyorsa, bir gerçeklik resmi ortaya çıkartıyor ve ‘doğru budur’ diyor. Bu bizi o kadar çabuk etkiliyor ki, bize dayatılan bir dünyanın altında kalmaya devam ediyoruz. Bazı teorisyenlere göre AKP’ye oy verenlerin yüzde 25-30’u iki tarafa da gidebilecek bir grup. Bu grubu medya ile yönetebiliyorsunuz. Dolayısıyla iktidar zaten kökleri de olan zıtlaşmayı besliyor.
Muhalefette de öfke var ama.
Deniz Bey de öfkeli bir insandı. Kılıçdaroğlu’na başlangıçta Gandi demişlerdi ama onda bir lider gücü yok. Liderlik vasfı risk alabilmekle de ilgili. Fakat son zamanlarda hangi akıl onlara ‘Bunlar kaba, biz de kabalaşalım” demişse, bu çok tehlikeli. Bu taktiği kim vermişse, güç kazanacağını düşünüyor ama bu yanlış.
“Bilge bir kök var”
Nasıl aşılabilir bu diyalog kuramama durumu?
Bu kültürün içinde bir ‘bilge insan kökü’ var. Bunun dini tarafı var ama, bir ateistin de anlayabileceği bir şey bu, mesela Yunus Emre’ye sahip çıkanlar Halikarnas Balıkçısı, Selahattin Eyüboğlu gibi kişilerdi. Dolayısıyla bütün bunları bir araya getirebilecek ortak bir kök var aslında.
Hâlâ var mı bu kök?
Az da olsa var. Terapiden geçmesi lazım bu ülkenin. Bireylerin canı olduğu gibi toplulukların, kültürlerin de canı var. Türkiye Cumhuriyeti’nin canı çok kötü bir biçimde darlaşmış bir candır. O canın toparlanması canın içindeki farklı farklı canların birey olarak ve küçük topluluklar olarak büyük canı düşünüp bir iletişime girmeleri gerek. Bunun çok da zor olmadığını düşünüyorum. Teorik olarak kolay.
Nasıl?
Bir defa iktidardakilerin yani medyayı elinde tutanların sözlerini, hitap şekillerini, kendini ifade etme tarzlarını, iletişim kurma biçimlerini değiştirmesi lazım. Ama korkarım insanlar bunu kolay kolay değiştirmiyor. Ancak büyük bir felaketle karşılaşınca, başımıza taş yağdığında ‘ya biz ne yapmışız’ deyip değişebiliriz. Ama bence ümit var. Bu nasıl olabilir? Bazı siyasi partilerin yapısı değişir. Mesela CHP içinde farklı insanlar olduğunu ve bu oyuna gelmeyecek, bu kör dövüşünü, bu zâlimâne siyaset tarzını benimsemeyen insanlar var. AKP içinde de var. Bu değişebilir, ümit var. Bu gidişin hiç kimseye yaramadığını anlayacağız. Ama insanlar sanıyor ki, birbirimizi ne kadar hırpalarsak gücü elimizde o kadar tutarız. Oysa yanlış, aynı gemideyiz. Birbirimizi hırpaladıkça aslında kendimizi hırpalıyoruz.
“Âkil insan’ bence karşı tarafla, düşman dediğiyle, farklı olanla iletişim kurabilen insandır. Yani acele iletişim beceresine sahip insanlar aranıyor. Ama bu da çok istenmiyor olabilir çünkü gerginliğin beslediği kesimler var.
“Bu eşek mi beni mutlu edecek, derseniz”
Ama bunun olabilmesi için sizin deyiminizle illâ ‘başımıza taş yağması’ mı gerek?
O noktaya gelmeden de olabilir. Mutsuzluğun nasıl giderilebileceğini konuşabiliriz. Mutsuzluk da bulaşıcı ama birbirini mutsuz eden insanlar, birbirlerini hiç beklemedikleri şekilde mutlu da edebilirler. Bakıp, ‘bu eşek mi beni mutlu edecek?’ derseniz iki ayrı eşek olarak kalırsınız. Eşekten özür dileyerek söylüyorum bunu. Eğer bu olmazsa, zaman vermek için dayanağım yok ama bir biçimde çözülür. Çünkü insanlar bu gerginlikle yaşayamazlar. Bu gerginlik tahammül edilebilir değil. Bu gerginlik bizi müthiş derecede zayıflatıyor. Bilimde, sanatta, düşünce alanında. Yaratıcı insanların ortadan kalktığı bir durum bu çünkü. Bu ortamda ne kadar uğraşırsak uğraşalım yaratıcı insanlar yetiştiremeyiz. Bu ortamda dindar insan yetiştirmek isteyenler de bunu başaramaz çünkü bu ortamdan dindar da çıkmaz. Çünkü bu gerginlik insana yakışmayan bir şey. Ben dindar değilim ama din ‘iç genişliği’ ile yaşanabilecek bir şeydir. Mesela İnşirah sûresi vardır. ‘İnşirah’ iç genişliği demek. Biz de eksik olan o. Birbirimizi kucaklayabilecek bir gönül genişliği. ‘Sizin göğsünüzü genişletmedik mi?’ diyor. Buna bizim yanıtımız ‘siz genişlettiniz ama biz daralttık!…’ Bizim kalbimizin, gönlümüzün tekrar genişlemesi lazım. Neden bir yemekte bir araya gelmez siyasi liderler? Neden korkuyorlar anlamıyorum. Cumhurbaşkanı böyle bir araya getirmeyi yapsa halk buna karşı çıkmaz. AKP’nin oyu da bence yüzde 70’e çıkar. Böyle giderse oy oranı düşer çünkü ‘tamam yeter ipi çok gerdiniz kopacak’ çığlıkları geliyor. Mesele çok basit gibi geliyor bana. Bunun için çok derin siyasal, kültürel analizlere gerek yok. Bence AKP’nin bu eleştirileri dinlemeye ve kendisini gözden geçirmeye ihtiyacı var ama geçmişten gelen korkuları da var.
“Sosyal demokratların dine sırtını dönmesi yanlış”
Muhalefet bu korkuları gidermeye yardımcı olabiliyor mu?
Devlet Bey’den de beklemem. Öz eleştiri diye bir eğilim görmüyorum. Kılıçdaroğlu garip bir biçimde savruluyor. Bizim sosyal demokratlarımız dâvâ insanı değiller. Dayanışma gücü pek yok. Gençleri çekemiyorlar. Bilemiyorum tabii ama, bir iftara gitseler dua okuyamazlar gibi geliyor bana. Bu çok yanlış bir şeydir. Batı’daki sosyal demokratlar hatta ateistler bile kendi kültürlerini çok iyi bilirler. Mesela Nietzsche, teoloji eğitimi almış biridir. Hristiyanlığı çok iyi bilir ama lâikler İslâmı bilmiyor. Oysa din bin yıllardır insan hayatını yönlendiriyor ya hu! Sol ya da sosyal demokratın dindara sırtını dönmesinden yanlış bir şey olamaz.
Kürtler açısından bir duygusal kopuş yaşanıyor deniyor. Katılır mısınız?
Öğrencilerle ve akademisyenlerle konuştuğumda evet böyle bir durum görüyorum. Bu duygusal kopuş travmaların bir sonucu. Umutlarını gelecekle ilgili projelerini yaparken burayı düşünmüyorlar. ‘Bu hikaye kapandı, kendimizi buraya ait hissetmiyoruz artık,’ tutumu. Bunun travma ile ilgili olduğu konuşulur ve acıları hafifletilirse yine bir duygu bağının kurulabileceğini düşünüyorum, karamsar değilim o konuda.
“Anadolu hikmeti diye bir hikmetimiz var”
Diyalog meselesine geri dönmek istiyorum. Böyle bir durum için belli bir olgunluk gerekiyor, siz de ‘bilge kök’e işaret ettiniz ama ne zaman hayata geçebilir bu?
Bu coğrafyanın kendisinin bir değer olduğunu düşünüyorum. Anadolulu olmak, bu coğrafya üzerinde ne kadar kültür varsa, aynı coğrafyaya ait oldukları için değişen şekillerde ortak tarih oluşturdukları için bu değer üzerinden toparlanma imkanımız var. Öyle bir çekirdek var burada.
Hangi değerler üzerinden yapacağız bunu?
Ben bu konuda romantiğim ve romantikliğin de gerekli olduğunu düşünüyorum. ‘Anadolu hikmeti’ diye bir hikmetimiz var. Bunun yalnızca insani kaynaktan değil, bu coğrafyanın geliştirdiği kültürlerin hepsinin içinde olduğu müthiş bir birikimin sonucu olduğunu düşünüyorum. Bir de lider dediğiniz insan kökümüzdeki o güzelliği anımsatacak. Ama Atatürk’ün çıkışına falan bakınca sosyolojik olarak açıklanamayacak şeyler de var. O dönemde ülkenin koşulları belli, karizma falan vardır ama çok realistik analizler yaparsak herhalde Halide Edip gibi: “Bizi mandacılıktan başka kurtaracak bir şey yok diye düşünürsünüz “ ama olmuştur bir şekilde cumhuriyet kurulmuştur.
Ben Anadolu’lu bir Türkmenim. Çocukken annemle mevlitlere giderdik, ‘hadi bir de Yunus’tan ilâhi oku’ denirdi. Anadolu’da yaşama sevinciyle dolu bir İslâm var. Çok güzel bir şey o. Dindar olmayan biri olarak onu hissedebiliyorum. Din dediğiniz bir sevinçtir. Bu gezegende yaşıyor olmamıza bir şükürdür, oysa şimdi büyük bir ıstırap ve baskı olarak yaşanıyor. ‘Namaz kılmayan hayvandır’ deniyor. Yazık. Dinin anlama ve yaşama sevincini, farklı olanı gönlüne alma gücünü kaybetmiş insanlar bunlar.
“Bir hüsnü kuruntum var”
Bu değerler meselesi bizi başka bir konuya da getiriyor bizi , yerelliğe. Nedir sizce yerellik?
Bence yerellik, yerle ilgili bir şeydir. Coğrafyadır. Anadolu’dur. Anadolu denilince de 12 bin sene önceki Göbeklitepe’den tutun da eski Yunan’ın Hititlerin onlarca kültürün gelip geçtiği bir köprü Anadolu coğrafyası. Buraya ait olmanın müthiş olduğunu düşünüyorum. Böyle bir hüsnü kuruntum var. Bence yerellik bütün bunları toplayıp harmonize edebilecek bir bakış açısı geliştirmektir.
Yerelliği bir de bu coğrafyanın bir insanı olma sorumluluğunu taşıma olarak algılıyorum. Kendine entelektüel diyen insan, kendini dünya vatandaşı olarak görüyor. ‘Burada da yaşarım, istersem başka yerde de yaşarım’. Olabilir sonuçta küreselleşme diye bir şey var. Ama bu küreselleşme işinin tehlikeli bir dayatma olduğunu düşünüyorum. Bu gezegenimizdeki çeşitliliği ortadan kaldıran bir şey. Yerelliği çoğaltmak ve yaşatmak lazım. Entelektüelin coğrafya kaygısı olmalı, bu ülkeden, bu coğrafyadan kendisini sorumlu tutmalı.
Nedir toplumsal kutuplaşmanın aşılmasında entelektüelin, münevverin sorumluluğu?
Her aydının, münevverin kendi karakteri, yetişme tarzı, cinsiyeti, donanımı ile yapacakları var. Belki gençleri yetiştirirken de öyle bir sorumluluğu veremiyoruz maalesef. Eğitimi, düşmanlıkların körüklenmesi gibi verirseniz ya da belli kalıpların öğretilmesi gibi anlarsanız buradan bu coğrafyadan kendisini sorumlu tutan insan çıkmaz. Öbür kesime bakınca da ‘evladım liseyi bitir bitirmez yurt dışına göndereceğim, dededen kalma evi satıp evladımı Londra’da okutacağım, dönünce de bilmem ne şirketine girecek. Yatı olacak, katı olacak’ diye düşünüyor. Hayır, hıyarın biri olacak muhtemelen! Burada coğrafya yok, ülke yok. Bir tek çocuk var. Onun için de gidiyoruz gümbürtüye.
Ayşe Karabat, aljazeera
İZDİHAM