Güven Adıgüzel, Fıtrat Sineması ya da Mecidi’nin Söylediği
Şöyle dediler: “Bu ne biçim peygamber ki,
yemek yer, sokaklarda gezer?
Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek
indirilseydi ya!”
“Yahut kendisine bir hazine verilseydi
veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!”
Bu zalimler, inananlara
“Siz sadece büyülenmiş bir adama
uyuyorsunuz” dediler.
(Furkan Suresi / Ayet 7-8)
‘’Mekke’nin Fethi’nde Efendimiz (s.a) Kâbe’nin içindeki putları
bizzat asasıyla kırıp paramparça eder.
Kâbe duvarındaki fresklerin de silinmesini emreder.
Ancak sağ eliyle bir freskin üzerini kapatıp şöyle der:
Bu müstesna, ona dokunmayın!
Efendimizin bu freskin silinmesini
niçin istememiş olabileceğini düşündüğümde,
ilk aklıma gelen sebep, kendisinin bir yetîm oluşuydu.
Anne şefkatine hasret bir yetîmin,
yetîm bir peygamberin kalbi,
anne-oğul tasvirinin silinmesine razı olmamıştı’’
Dücane CüNDİOĞLU
‘Sinema’ yine tek gündemimiz, evet. Bir haftadır başka bir konu konuşmuyoruz, işte aradığımız kültürel(!) ortam bu. İdeolojik perspektifin sanatsal bakışı alt ediyor gibi görünmesi meselesine şahsen fazla takılmam. Size de tavsiye ederim. Belki bir gün eleştiri ve bakış olgunluğu da kazanırız hep birlikte. Kim bilir?
Cebinde 200 doları olan Halepli hayalperest bir çocuk şayet o hayalini gerçekleştiremeseydi, yani ‘mesaj yerine ulaşmalı’ cümlesine ömrüne hasretmeseydi, ne yapardık? Geride bıraktığı abidevi eseriyle tam 40 yıldır kalplerimizi ve ruhlarımızı iyileştiren Mustafa Akkad’ın ‘The Message / Çağrı’ filmini çekerken yaşadıklarını unutarak sözümüze başlayamayız. 40 yıl sonra gelen ikinci film için konuşurken bile Mustafa Akkad’sız cümle kurmak zor. Akkad’ın çekildiği dönemde büyük protestolara neden olan Mohammad: Messenger of God / The Message filminin ardından 40 yıl sonra Mecid Mecidi’nin kamerasından beyaz perdeye düşen Muhammad: The Messenger of God isimli yeni bir filmi konuşurken bile maalesef tek kıstasımız yine o; The Message / Çağrı. Çağın dili sinema’nın gücünü, bu yeni dilin imkânlarını ve bu imkânların olabilirliğini keşfetmek için hiç acelemiz yok anlaşılan. Kelimenin tam anlamıyla ‘40 yılda bir’ film çeksek de, onda da birbirimizi boğazlamaktan asla geri durmuyoruz.
40 yıl sonra çekilen ikinci film. Muhammad: The Messenger of God. Ama önce yönetmenden başlayalım. ‘Cennetin Çocukları’, ‘Cennetin Rengi, ‘Serçelerin Şarkısı’ ve ‘Baran’ ile kalbimizde kalıcı hasarlar bırakan bir adam; Mecid Mecidi. Fıtrat sineması yaptığını söyleyen ve yaptığı filmlerle bu iddiasının pek de altında kalmayan üretken, başarılı, devrim sonrası İran sinemasına ait kıymetli bir isim. Bütün bir ömrünü batılı festival jürilerine selam çakmakla geçirmiş yönetmenlere pek benzemiyor. Bugüne kadar 4 kez aday olduğu Oscar ödüllerinde jüri’nin görmeye yanaştığı bir isim değildi, iyi filmler çekti, öncü bir bakış’ı temsil etti ve kalbe nüfuz eden ürünleriyle ortak değerlerimizden biri oldu. Mecidi, karikatür skandalı sırasında ödüle layık görüldüğü Danimarka-17.Nat Film Festivali’ni protesto ederek festivale katılım göstermemesi kadar ‘’dinime, peygamberime, değerlerime, hassasiyet göstermeyen bir kültürün filmleri ve sanatını da anlayamam’’ demesiyle de dikkatleri çekmişti.
Yaşı artık 60’a yaklaşan Mecidi, sinemada demlenmiş bir yönetmen olarak olgunluk çağını, peygamber efendimizin hayatının farklı dönemlerine odaklanan (çocukluk 0-13, peygamberlik öncesi 13-40 ve peygamberlik sonrası 40-63) üç filmlik bir seriye vakfetmeye karar vererek oldukça ‘zorlu’ bir yola çıktı. Serinin ilk filmi Muhammed: Allah’ın Elçisi daha vizyona girmeden fırtınalar koparmayı başardı üstelik. Peygamber aşığı Mecidi’nin filmini, sanatsal estetik açısından eleştirmek herkesin hakkı ama derhal ‘büyük oyun’u görerek filmi uluslararası bir komplonun/operasyonun parçası hatta bu operasyonun sinema ayağı olarak görmek akıl durdurucu bir bakış gibi geliyor bana. Mesele (Mecidi’nin filmi, görsellik ve sinema) ele alınış biçimiyle daha en başından resetlenmiş oluyor böylece. Konuşmaya imkân bırakmıyor. ‘Sakın sinemaya bu filme gitmeyin’ kampanyaları düzenleme sığlığına hiç girmiyorum bile.
MİNİMALİST ÜSLUBUN, EPİK GÖRKEM’E YENİLİŞİ
Filmi izleyenlerin ilk göreceği şey, İran sinemasının neredeyse alametifarikası sayılan Mecidi sinemasıyla da özdeşlemiş durumdaki minimalist üslubun bile-isteye terk edilişi olacaktır. Sinemanın pazarlandığı şekliyle Hollywood üretim tekniğinin hâkimiyetinde olması, ‘güzel-görkemli film’ algısının bu noktaya kilitlenmesine yol açıyor. Bu durumdan bir ‘kaçışın’ olması lazım. Mecidi’nin de bu yapay estetiğe teslim olması şaşırtıcı, üzücü hatta. Bunun belki bir zorunlulukla, belki de epik görkem’in dili/anahtarı hakkında kararsız kalmakla ilgili olduğu düşünülebilir. Mesajın yaygın iletimi noktasında ‘dünya seyircisini’ yakalamak adına ticari sinemanın kodlarına teslim olmanın başka bir izahı var mı bilmiyorum. Şunu da söylemek lazım; Batı, festivallerin ürettiği ödül mekanizması/tahakkümü eliyle Müslüman dünyayı daha minimal filmler yapmaya zorluyor. Mecidi’nin çabası bu anlamda yapay estetiğine rağmen bir çıkış olarak önemli. Batılı festivaller Müslüman-epik filmlerden hoşlanmaz. Akkad’ın filmleri hiç görülmedi mesela, bırakın Akkad’ı Moris Jar’ın müziklerini bile görmekten kaçındılar. Mecidi’nin bu filmi de hem aday olduğu Oscar’da, hem de batılı festivallerde büyük bir ‘sessizlikle’ karşılandı. Mecidi Batıya göz kırpıyor derken biraz daha hakkaniyetli olmak lazım. İran’ın yeni Oscar adayı ise elbette Asgar Ferhadi.(‘Satıcı’ filmiyle)
Mecidi filmini vahyin 7. senesinde vuku bulan meşhur boykot (617) hadisesiyle açıyor. İslam’ın yıllar geçtikçe daha fazla kabul görmesine ve gitgide yayılmasına büyük bir öfke duyan müşriklerin Hz. Peygamberi davetinden vazgeçirmek amacıyla Müslümanlara uyguladığı boykot, Haşimoğlularından hiçbir şey satın alınmayacak-hiçbir şey satılmayacak, onlardan kız alınmayacak-kız verilmeyecek gibi insana zulmeden hükümleri içeriyordu. Haşimoğlularını yok etmeye ve dinlerinden vazgeçirmeye yönelik bu yazılı akdin bulunduğu sahifenin Kâbe duvarına asılmasıyla metne kutsi bir sened havası verilmek istenmişti. Mecidi işte 617 yılındaki bu acımasız boykotu ve boykot sonrası Ebu Talib Mahallesi’ne sıkışarak açlıkla imtihan edilen Müslümanları hikâyesinin başlangıcına oturtarak, kurgusal zekâsını konuşturuyor ve dikkate değer bir başlangıç yapıyor. Ve akabinde Ebu Talip’in şahitliğinde flashback yöntemiyle 571 yılına geri götürüyor bizi. Filmin sonuna doğru, tekrar başlangıçtaki boykot hikâyesine dönüyoruz. 3 yıl süren boykotun bitişindeki; (619) müşriklerin Kâbe içine astıkları sahifeye güvelerin musallat edildiği ve sahifede sadece “Bismike Allahümme (Allah’ım senin isminle başlarım)” yazısının kaldığı o görkemli sahnenin hakkını teslim etmek gerekir. Filmde genel olarak geçişler uzun tutulsa da bir kurgu başarısı mevcut.
Mecidi, İslam öncesi inançları, genel sosyolojik dokuyu ve kültürel arka planı fona alarak nübüvvet öncesine odaklandığı kurgusunda, flashback yöntemiyle 571 yılına-efendimizin doğumunun 52 gün öncesine giderek (Dursun Ali Erzincanlı’nın ‘52 Gün’ şiiriyle sinematografik olarak hafızalara kazınmış vakıa) Fil Vakıası’na devamında ise kainatı aydınlatan bir ‘müjde’ olarak ‘Muhammed’in doğumuna götürüyor izleyiciyi. Efendimizin 13 yaşına kadar olan hayatından kesitler sunarak temel siyer bilgisine sahip olanların zaten büyük bir kısmına yabancı olmadığı ‘mucizeler’ ve ’rivayet’ler üzerinden yapılan anlatım biçimi, efendimizin suretini göstermeyip-sesini duyurmadan yapılıyor. (Tasvir meselesinin abartılı şekilde köpürtüldüğünü söyleyebiliriz, bu konudaki gerekli hassasiyet gösterilmiş) Habeş dilinde konuşulmasıyla sahiciliğini arttıran Fil Vakıası’nın resmedildiği sahne kompozisyon açısından sorunlu olsa da, oldukça iyi çekilmiş ve belli ki üzerine çok düşünülmüş. Filmin belkemiğini oluşturan tekrar tekrar izlenesi sahnelerden biri. Beklediğimizin aksine animasyon formatında değil.
Mecidi’nin, çocukluk dönemini anlattığı kurtarıcının/hakikat elçisinin, nasıl bir yerde dünyaya geldiği konusunda net bir çerçeve çizmesi biyografik sıhhat ve tutarlılık açısından önemliydi. Bu bağlamda dönemin cahiliye adetleri ve çürümüş Mekke toplumu didaktizme kapılmadan, kölelik, şirk, puta tapınma, yoksulu hor görme, esir pazarları, kız çocuklarını diri diri gömme, kadını yok sayma, mal-mülk düşkünlüğü ve kast sistemi gibi ara başlıklarla kurguya oldukça güzel yedirilmiş. Bu olumsuzlamalara karşı, hakikat elçisinin henüz bir çocukken bile sürekli ‘olumlayan’ tavrı ve üslubunun merhamet, iyilik, güzellik ve adalet üzerinden gösterilmesi filmin mesajının altını çizen sekanslar arasındaydı. Bu kısımlar 40 yaşına kadar el-emin olarak tanınan ve karakter özellikleriyle yaşadığı Mekke toplumunda saygı-hayranlık uyandıran efendimizin Risâlet öncesindeki -ilk 13 yılı da kapsayan- kişiliğinin tasviri noktasında tonu gittikçe artacak şekilde (el-emin ve erdemli insan) ikinci filme de taşınacaktır muhtemelen.
MESİYANİK TON VE MİSTİK SEMBOLİZM
İranlı Mecid Mecidi’nin -Türk kamuoyu tarafından- yaklaşık 20 yıl sonra Şii olduğunun fark edilmesi bir yana, filmde geleneksel Sünni kaynaklara aykırılıkların neredeyse yorum seviyesine kalmış olması meseleyi daha ilginç kılıyor. Bu bakımdan eğer Mecidi’de takat kalmışsa ve serinin 2. ve 3. filmlerinde tarihsel hakikate sadık kalınacaksa, doğal olarak Hz. Ömer ve Hz. Ayşe anlatılarının devreye girmesi gerekir. Mecidi’nin ‘ortalama’ya oynayıp oynamadığını o zaman çok daha rahat göreceğiz. Kültürel Şii bakış, eleştirisi için bir film daha beklemek daha sağlıklı görünüyor. İran’ın İslam kültürünü tekeline almak gibi uzun vadeli bir eylem planı varsa (ki böyle bir planı var gibi görünüyor) petrole bulanmış gökdelenler üzerinde oturan Sünni dünyanın hızla estetik, kültür, bilim ve sanat üretmesinde büyük fayda var. Çağın dili sinema’ya sırt çevirmek gibi bir lüksümüz olmadığı gibi 40 yıldan beri bu dilin imkânlarından niçin faydalanmadığımız sorusu da kafamızın üstünde kılıç gibi bekliyor. Üstte bahsettiğimiz kültürel Şii bakış eleştirisinin (filmde) hakkaniyete tabi olduğu yerler arasında, yönetmenin tarihi dokuya uygun olacak şekilde Arapça yerine kendi dili olan Farsçayı tercihi, Ebu Talip vurgusunun abartılı (iman edişi v.s) bir şekilde sunulması ve mucizeler anlatımında Mecusi’lerin bin yıldır sönmeyen ateşinin ve Kisra Sarayı’nın es geçilmesi örnek olarak gösterilebilir. Tabi bunlar da baskın türde bir hegemonik Şii bakışı temsil etmekten ziyade, tercih hakkı olarak okunabilir.
Filmde eleştirilere konu edilen Hristiyan ikonografisi ve mesiyanik ton bariz bir şekilde sorunlu duruyor. Bir anlatım biçimi olarak tercih edilen bu simgesel dilin, İsevilik analojisi kurulmasına kapı aralamaya oldukça müsait bir yapısı var. Kilise ilahilerini andıran aşkın bir müzik eşliğinde, bazen kucaktaki bebek tasviriyle Hz. Amine / Hz. Meryem benzerliği üzerinden, bazen efendimizin çobanlık yaptığı dağdaki duruşundan, bazen de doğumundaki kurtarıcı bebek imgesinin sebep olduğu ikiz tasvirden kaynaklı yapısal sorunlar mevcut senaryoda. Sünni kaynaklarda rastlamadığımız klişe bir Hollywood numarasına benzeyen ve yer yer Hz. Nuh filmini de andıran ‘denizden balık yağdırılma’ sahnesi ‘kurban’ edilmişlere el uzatan merhamet ve bereket elçisinin tasviri olarak, sütannesini ‘dirilten’ çocuk şifacı namıyla aranmasına benzer şekilde ilk 13 yıla atfedilen diğer olağanüstülükler gibi yine ‘mucize’ üzerinden konumlandırılıyor. Anlatının merkezine alınan ‘mucizeler’ peygamberin çocukluğunu masalsı bir atmosfere taşıyor. Çağrı’dan -olumsuz anlamda- önemli bir farkı da bu.
Mesiyanik tonda bir anlatım eleştirisi olduğu gibi, öte yandan iki büyük semavi dinin kaynaklarında Hz. Muhammed’in gelişiyle ilgili ‘tamamlanmışlık’ vurgusunun ve efendimizin şahsında yeni gelecek olan Resul’ün diğer iki büyük dindeki karşılığının ayetler eşliğinde işlenmesi önemli bir mesajdı. Yani, dinlerini kişisel menfaatlerine kurban etmemiş, dünyaperest olmayan hakikatin peşindeki gerçek Ehl-i Kitap müjdelenen elçi’den haberdardır. Yahudilerin senaryo akışındaki ‘merkez’ pozisyonunu ve sürekli araya girerek karikatürize bir kötücüllükle taçlandırılmalarını fazla abartılı bulanlardanım, lakin senaryo matematiğine göre haklılar, çünkü bir çatışma unsuru olacak ki film olsun. Ebu Leheb-Ebu Talip ile Beni Ümeyye-Haşimoğulları karşıtlıklarının çatıya çekilmesi de bu sebeple. Sinematografik gerekçelerle. Film olmanın asgari koşullarını yerine getirmek için.
TANRI KIRIK KALPLERDE İKAMET EDER!
Mecidi’nin kendi sinemasal mucizesini gerçekleştirdiği o lirik, sıcak, sade ve şiirsel anlatımının, böyle büyük prodüksiyon içerisinde bile tam olarak eriyemediğini görüyoruz. Tabiatın, ayın, yıldızların, gökyüzünün, ırmakların, yağmurların, dikenlerin ve çiçeklerin şiirselliğine bazı sahnelerde yine Mecidi’nin gözünden şahitlik ediyoruz. Bir çocuğun özleminin, en insani duyguların, yetimliğin, anne hasretinin, kısacası peygamberimizin ‘çocuk haliyle’ sırtlandığı o tüm kederin-hüznün Mecidi’nin bakışıyla resmedilişinin özellikle duygu estetiği açısından gerçekten başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Öz anne Hz. Amine ile sütanne Hz. Halime’nin hem ilk tanışmaları sırasındaki diyalogları, hem de bebek Muhammed’e karşı duydukları ton ve türü ‘ayrı’ olsa da, seviye ve şiddeti ‘aynı’ olan sevgilerinin Müslüman kalplere dokunmaması çok zor. Mecidi’nin bu filmiyle eril ve dişil duygulara eşit oranda hatta dişil olana biraz daha fazla hitap ettiği aşikâr. Anne imgesi her haliyle çok kuvvetli ve baskın. Ağlatan bir film bu. Nur saçan, dikene bile merhamet eden ve annesinin hüznüyle eriyen yetim bir çocuğun nübüvvete doğru açılan bereketli yolculuğunun hikâyesi.
Sinemadan çıktıktan sonra bile kafamda yankılanan bazı diyaloglar oldu. Rahip Bahira’nın büyük bir hürmet ve ihtiram göstererek ağırladığı ve “Tanrı’yı nerede bulursun?” sorusunu sorduğu (sessizliğiyle irşad eden) efendimizin ona verdiği cevap mesela; “kırık kalplerde bulurum.” Kız çocuğunu diri diri toprağa gömmek isteyen bir adama ılık rüzgârlar gibi ruhu sarıp sarmalayan o sözleri de öyle, güzel, görkemli ve teskin edici; “Bebeğinin gözleri ne kadar güzel, tıpkı sana benziyor, ne şanlısın ki gözleri sana benzeyen evlatlar doğuracak”
SON SÖZ
Çölün ruhunu duyan Moris Jar’ın müziklerini unutamasak da, Hintli besteci-şarkıcı AR Rahman’ın müzikleri de fena sayılmazdı. Ama Kilise armonisi hiç gönlümüze göre değildi. Bernardo Bertolucci’nin gözü Vittorio Storaro’nun bakış açısı ise yine eşsizdi. Bu bağlamda Akkad’ın ‘The Message’ isimli şaheserinin duygusal ritmi, kurgusal durmayan samimiyeti ve doğulu epik havası bu filmde yok maalesef. Böyle bir kıyasa da gerek yok belki. Çağrı filmindeki gerçeklik duygusu da yok mesela, daha masalsı bir atmosfer hâkim filme. Ama bu da Mecidi’nin bakışı. Bir bakış. Onun yorumlayış tarzı ve tavrı. Emek mahsulü bir bakış hem de. Kostümler, ışık, kast, kurgu, mekân tasarımı ve mekân kullanımı, bazıları fazla teatral dursa da oyunculuklar, geçişleri anlamakla birlikte genel olarak senaryo ve yönetimin toplamında açık bir şekilde görülen ‘prodüksiyon’ başarısı gerçekten parmak ısırtan cinsten. Bu tecrübeden yola çıkarak yeni filmler yapmanın yolları aramalı.
Aynı suda yıkanan/aynı suya daldırılan sayısız ele eşlik eden bir çift el, Allah Resulü’nün elleri. Mecidi’nin farklı yorumlamalara açık duran final sahnesinin yorumunu, o suya batırılmış Peygamberin elleri haricindeki bütün ellerin kadın eli olduğunu söyleyen Nihal Bengisu Karaca’ya bırakalım. Ben şahsen ellerin cinsiyetine dikkat etmedim ve suyu inanç olarak yorumladım, elleri de intisap. Aynı berraklığın içinde birlikte arınan, duru, temiz ve ortak bir inanç; ‘’Uçsuz bucaksız gibi görünen durgun su oluğuna batırılan sayısız ellerin yer aldığı o son sahneyi “görebilen” kaç kişi var bilmiyorum. Hz. Peygamber’in ellerini temsil eden son bir çift el hariç hepsi kadın eliydi; çünkü Peygamber’imiz kadınların biatını bir tas içine konmuş su aracılığıyla alırdı. Mecidi’nin güçlü sinema duygusu ile bir tas değil, nehirler dolusu su, milyonlarca kadını Hz. Peygamber’in ahdine bağlayan bir bağ olarak yeniden anlamlanıyordu. Mecidi, bu filmle adeta kadınların Hz.Muhammed’e (SAV) biatını tazeliyordu’’
Son söz olarak şunları eklemek gerekir; İslam peygamberinin hayatını ya da hayatından bir kesiti sinema perdesine aktarmak çok ama çok meşakkatli bir iş. Nasıl yapılırsa yapılsın mutlaka eksik kalacaktır çünkü. Allah böyle bir yola çıkacak olanların yardımcısı olsun. Ama bize düşen şey bu tecrübelerin (Akkad-Mecidi) üzerine ne koyabiliriz’i tartışmak ve anlamaya çalışmaktır. Tez elden bu tartışmalardan doğacak estetiği pratiğe yani beyaz perdeye dökmenin imkânlarını aramak da boynumuzun borcu olsun. Sanatsal üretimin şartları ortada, daha çok çalışmak zorundayız.
Mecidi’ye teşekkür ediyorum şahsen. Hala izlemeyenlere de Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi filmini sinema perdesinde izlemelerini tavsiye ediyorum. Çağrı filminde olduğu gibi yine bir Türkçe dublaj başarısıyla karşı karşıyayız. Dublaj konusunda gerçekten iyiyiz galiba. Ben filmi izlemeyi öneriyorum ve bu durumu itikadî sakınca ya da akidevi bir tartışma konusu düzlemine çekmeyi ve ‘izlemeyin imanınız zedelenir’e indirgemeyi zul addediyorum. Kapitalizmin dört bir taraftan (T.V-İnternet-Online Oyun-Akıllı Telefon-Sosyal Medya-Yabancı dizi, Kaba komedi) etrafını sardığı ve dijital taarruzlarla zihnini iğdiş ettiği modern insan’ı, rahmet ve merhamet elçisinin sözlerini duymaktan alıkoymamak lazım. Doğrusunu Allah bilir. Kâbe’nin duvarları taştandır.
Güven Adıgüzel
İZDİHAM
Yazı icin gerçekten teşekkürler.. hisse dil olmak bu..