Uğur Karabürk, İstasyonda Yolcu Yok Belki de Var
Akşamüzeri bir yolculuğa çıkıyoruz. Trendeki herkes seyahat için kılık kıyafetlerini giyinip kuşanmış. Benim herkes dediğime bakmayın, koskoca trende tek başımayım. Bu hem biraz ürkütücü hem de biraz tuhaf bir durum olsa gerek.
Önce çok rahatsız etmeyen sesler eşliğinde kapılar kapanıyor. Sonra telaş etmeden tren yavaşça harekete geçiyor. Huşu içerisindeyken ilk istasyonun neresi olacağını bilemiyorum. Onu düşünürken tren biraz daha hızlanıyor ve içerideki sarsıntı giderek artıyor. Kanlanmış gözlerle pencereden dışarıya göz atıyorum. Zifiri karanlık tamamen bir örtü gibi her şeyin üzerine çökmüş. Sadece ay ışığının yansımasıyla birkaç varlığın değişik siluetlerini görebiliyorum. Daha sonra: ‘‘evet bu ağaç, bu çiçek olmalı’’ diye kendi kendime sesleniyorum.
Derin dönemeçlerde kavis alan trenin raylara sürtünmesiyle dişlerim kamaşıyor. Bu herhalde farklı acı ve kederlerin bir yansıması. Ağrıyan başımı çaresizce ellerimin arasına alıp avutmaya çalışıyorum. Birden trendeki koltukların tümünün dolu olduğunu fark ediyorum. Annelerin kucağındaki küçük çocukların hıçkırıklı ağlamaları, yaşlıların kafalarını yanlarına eğerek birbirleriyle konuşmaları, yere düşen bir eşyanın zemine teması, acunda hareket eden hemen her şeyin sesini tek tek işitebiliyorum. İçi çabucak dolan beynim karamsar hummalara erişmiş şekilde zonkluyor. Neyse ki zihnim parçalanmadan her şey eski haline geri dönüyor. Az sonra bir buluşma gerçekleşecekmiş gibi gözlerim doluyor, fakat neyin algılanması gerektiğini tam olarak algılayamıyorum.
Tren irkilmiş gibi tekliyor, sonra yavaşlıyor. Yavaşlığa eş zamanlı sesler giderek azalıyor ve ilk istasyona nihayet ulaşıyoruz. Fakat bu muhteşem ve eşsiz istasyonda herhangi bir yolcu yok, belki de var. Orada uzun uzun bekliyoruz. Daha sonraları istasyondaki ahşap bankın üzerinde anne rahminden bir bebek dünyaya geliyor. Bu galiba benim ya da tıpatıp bir benzerim. Kapı açılıyor anne ve bebek tam karşımdaki ikili koltuğa heyecanla oturuyor. Kapılar tekrardan aynı ihtişamla kapanıyor. Ben biraz nefeslenirken tren ikinci istasyon için harekete hazırlanıyor. Yolculukta her şey bir makinistin ellerinde…
Yola devam ediyoruz, üzgün veyahut mutlu. Karşımda oturan bebek, saniyeler geçtikçe büyüyor. Bazen fütursuzca ağlıyor bazen sessizce etrafındaki olup bitenleri anlamaya çabalıyor. Annesi ona benim ismim ile sesleniyor, sık sık kendi ismimi işitince şaşırıyorum. Biraz zaman geçince karşımdaki kadının anneme çok benzediğini ya da onun annem olduğunu düşünüyorum. Bebek büyüdükçe annesinin de yaşlandığına şahit oluyorum. Saçları beyazlıyor, yüzü ve elleri kırış kırış oluyor. Tren ikinci istasyona yaklaşırken her şey daha da kötüleşiyor, içeriye dert ve tasa havası giriyor. Tren yavaşlarken ikinci istasyonda bir mezarlık gözüme çarpıyor. Korkuyorum, birden içimi tarif edemeyeceğim değişik bir ürperti alıyor. Bu istasyonda da yolcu yok, belki de var. Ama şuna emin oluyorum; yolculukta her şey bir makinistin ellerinde…
Tren duruyor ve ben nefes alamıyorum… Az önceki anne ve bebek nereye kayboldu?
Uğur Karabürk
İZDİHAM