2 Mart 2017

Muhsin Duran, Filizin Feryadı

ile izdiham

Rozemburg Atlas Okyanusu uzantısında Kuzey Denizine kıyısı olan Hollanda’nın batısında, Rotterdam’a 20 km mesafede yemyeşil, sakin bir tatil kentidir. İngiltere’ye günlük feribot seferleri yapılacak kadar yakın. Avrupa’nın en büyük gemi tersanesinin bulunduğu bir yer. Tersaneye ulaşan iki kanal Rozemburg’u Kuzey Denizine uzanan ince uzun bir yarımada yapmış. Zannedersem, ülkenin tamamındaki su kanalları bu yarımadayı kuşatan sulardan besleniyor. Hollanda topraklarının çoğunluğunun deniz seviyesinden 6-7 metre alçakta olduğu bilinir. Ülke, denize açılan çok sayıda kanallarla dolu. Denizden ânî bir su baskınında bu kanallardan suyun tahliyesi düşünülmüş. Böyle bir su baskını 1953 de olmuş,1800 insan hayatını kaybetmiş 150 civarında kent ve köy tahrip olmuş. Ülke özellikle peynirleri, yel değirmenleri, bisikletleri, lâleleri, Holştayn adı verilen inekleri ve anormal derecede sosyal haklarıyla tanınır. Bu özellikleri Rozemburg’da da gözlemlemek mümkün.

 Rozemburg yeşilliğe bürünmüş bir kent. Az sayıda bulunan yüksek apartmanları bile asırlık çınar ağaçları arasında gizlenebiliyor. Genelde evleri dubleks, trubleks planda yapılmış. Kentin çevresini yürüyüş parkurları bulunan ormanlık alan kuşatıyor. Ülkenin diğer şehirlerinde olduğu gibi burada da çok sayıda su kanalları var. Kanallar boyunca gezi parkurları oluşturulmuş. Yeşil alanlar belli aralıklarla çim traktörleriyle biçiliyor. Çocuklar ve gençler için geniş oyun alanlar, çok sayıda doğal çim futbol sahaları, çocuk parkları, mevcut.

Evlerin arasından geçen su kanallarında, yumurtasından yeni çıkmış yavrularını arkasına dizmiş, yüzen ördek ve kuğuları sıklıkla görmek mümkün. Onları kanal kenarlarında, fundalıklardaki yuvalarında günbegün izleyebiliyorsunuz. Kendi kümes hayvanlarınız gibi kaç yumurtası var, hangi renkte kaç yavru çıkardı, pekâlâ görmek mümkün. Arazi tamamen düz. Bu biteviyelik onları usandırmış olmalı ki, okyanusu seyretmek için sahilde sun’i tepecikler oluşturulmuş. Avrupa’nın geneli gibi burası da bol yağış olan bir yer. İnsanlar yaz-kış güneşe hasret.

 

Merhaba Bahar

Bugün, ilkbahardan bir gün, güneşin birazcık gülümsemesini fırsat bilen birçokları gibi biz de kendimizi bulunduğumuz mekânın bahçesine, koyu yeşilliklerin üzerine attık. İki kişiyiz. Biraz sonra Mehmet’le beni gören birkaç arkadaş daha o cennetten köşeye geldiler. Ve sohbet koyulaştı…

 Avrupa’daki vatandaşlarımız için çoğunlukla sohbet konusu Türkiye’dir, memlekettir. Türkiye’nin onlar için tarif ve tasvir edilmemiş ve de edilemeyecek güzellikleridir. Türkiye’ye olan hasret gurbetçileri adeta yakmış, kavurmuştur. Köyü, kenti, hele hele İstanbul’u konuşmak ne büyük zevktir onlar için bir bilseniz. Yine söz Türkiye’den açıldı. Konvoy halinde gidiş-dönüşler, yol güzergâhında başlarına gelen olaylar konuşuluyor. Konudan konuya geçiliyordu.

Bir ara gözüm, Mehmet’in ayaklarına, ayaklarında ki kışlık botlarına ve hemen yakınında taşların arasından çıkmış 20-25 cm uzunluğunda ki filize takıldı. Bu bir bitki idi. Yani ot dediğimiz cinsten bir bitki. Bahçeye döşenmiş taşların arasından öyle güçlü, güzel, endamlı çıkmıştı ki, sülün boylu, zarif görünümlü bir bitki.

Dün geceki gibi, bu gece de yağacak yağmurla, rahmetle sanki yarın sabah iki misli daha boy atacakmış gibi canlıydı, hayat doluydu. Ayrıca benimle, Mehmet’in kalın, güçlü, kışlık botlarının arasından adeta konuşuyor, gülümseyen bir çocuk gibi bana bakıyordu “Sen beni yarın sabah, öbür gün sabah, daha sonraki sabah gel de gör” diyor, hayata, yaşamaya can atıyordu. İçimden onu bir saksıya alarak eve götürmek, ömrünün sonuna kadar seyretmek geçti. Ben onu hayranlıkla seyrederken arkadaşların hararetli konuşmalarını duymuyordum bile… Onunla hep göz gözeydim. Hâlâ gülümsemeye devam ediyordu.

Bir ara korktum, ürperdim. Mehmet’in o güçlü botları dokunacak diye. Oradakilere, yan tarafa kayalım, şu hayat dolu cana zarar gelmesin, diyecek oldum. Ama sohbetin insicamını, akışını bozmamak için konuşamadım. Arkadaşlarsa; aksilik o ya, ona daha yakın yerde merkezileştiler. Sohbetlerine tatlı-ballı devam ediyorlardı. Mehmet elleri cebinde sağ ayağını sineklemiş beygir gibi devamlı yere vuruyordu. Günahını almak istemem ama belki de hedefinde, birkaç tekme denemesinden sonra, benim dostum, muhabbetlim kısa sürede sevgilim olmuş olan filizim vardı. Mehmet her an “hayatı ve can” ı özetleyen filizime basabilir onu ezebilirdi. Ben yine filizimle tebessümleştim. Ama nereden bilebilirdim son defa göz göze oluşumuzu.

Mehmet filizi tam da önüne almıştı. Eyvah! bu sefer Mehmet sağ ayağını arkaya fazlaca kaldırdı, gerildi, gerildi.O kadar da kaldırılmaz ki canım… Dikkat Mehmet ne yapıyorsun? O da ne? Galiba, evet galiba Mehmet’in niyeti bozuk.Evet..Evet..Mehmeeeet! Ne yaptın? Ah Mehmet! Diyemeden o can filizin, hayat filizin, o sümbül filizin, o nâzenin, yeşil süngüsüyle tohumundan başını taşların arasından henüz bir iki gün önce çıkarmış filizin “Ben buradayım bir kış boyunca tohumum oradan oraya sürüklendi ama kaybolmadım. Kabuğum çürüdü, beni Rabbim sizin için diriltti, hayat verdi, can verdi. Başka bir âlemden size gönderdi. Bana bakın, bendeki harika mucize sanatı tefekkür, tezekkürle beni size gönderen Rab’bime teşekkür edin” diyordu ki; bir tekme, bir darbe belki de birkaç haftalık ömrü olan o canı aldı, yok etti.

Mehmet’in hızla indirdiği darbe adeta gözlerimi kör etmiş, bir an görme bozukluğu yaşamıştım. Kulaklarım sağır oldu, hiç bir sesi duymaz oldu, kafam bir kütükten farksızdı. Kendime gelince Hz. Âdem’in oğlu, Kâbil’den başlayarak insanların hazin-feci hayat hikâyelerini film sahneleri gibi hatırladım, seyrettim.

Fidan gibi, filiz gibi, genç kızların, delikanlıların, insanların yeryüzünde özellikle de vatanımda, insanlık coğrafyasında, gönül coğrafyamda birer birer devrilişlerini hatırladım. Bir kurşun saplandığında, bir bıçak saplandığında o insanlar, o canlar nasılda feryat ediyorlardı… “Ah öldüm… Anaaam! Yandım Allahııım” diye sadece kendilerinin hissedebilecekleri, bir başkasının asla hissedemeyeceği, anlayamayacağı acıları duyarken, bir daha asla uğramayacakları bir dünyaya, varlık âlemine son kez bir göz atarak en keskin çığlıklarla bütün ins-ü canın, bütün varlıkların duymasını istedikleri bir feryat fırlatışlarını, sonra da gözlerinin ferinin söndüğünü, kulaklarının, akıllarının yavaş yavaş akim kaldığını, hazin bir sonla kaybolduklarını, sönüverdiklerini düşündüm. Artık karşımda bir can yok olmuştu. O hayat güzeli bu dünyaya sanki hiç gelmemiş, bu âlemde görülmemişti. Bir cana kıymak bir hayatı söndürmek ne kadar da kolay bir işmiş.

Mehmeeeet, Ne yaptın? Demenin bir faydası olur muydu? O can filiz yerine gelir miydi? Bize karanlık dünyalardan şu aydınlık dünyamıza “merhaba” diyen, sonra da hemen kaybolan canlara şu merhametimizin bir faydası dokunur muydu? Bilmem ki.

Ah Mehmet!

 

 

 

 

Muhsin Duran

İZDİHAM