Zweig’in Alacakaranlıkta Bir Öykü Kitabına Dair
On beş yaşında iki farklı erkek çocuk. Biri “Alacakaranlıkta Bir Öykü”nün başkarakteri Bob, diğeri “Yakıcı Sır”ın başkarakteri Edgar. Konu ve izlekleri birbirinden tamamen farklı olmakla birlikte, Stefan Zweig bu iki öyküsünde genç kahramanları aracılığıyla ‘büyük’ okurlarını aşk, iç çatışma ve benlik arayışı gibi kavramların pınarına götürüyor. Yazının kalbi her iki öyküde de aynı şiirsel ritminde, bir nehrin akışı gibi atıyor. Anlatıcının kemale ermiş öyküleme tekniği, duru, kısa ve yalın cümlelerle birleşerek okuruna güven veren bir sese dönüşüyor.
“Alacakaranlıkta Bir Öykü” için
“Görünmeyen sayısız çiçekten yayılan çekici kokuyla bir tuhaf olduğunu hissediyor. Bu nasıl bir şey, on beş yaşın verdiği karmaşık duygularla ne düşüneceğini bilemiyor.” (s. 19)
Ne zaman usta işi bir romanı okumaya dursam, öncesinde derin bir nefes alırım. Evet, o romanda cümleler her yazarın cümleleri gibi akmayacaktır. Kurmaca denilen o üst yapının bir çeşit nefes aldığı, yaprağının savrulduğu, kar taneciklerinin yüzünüze gözünüze çarpıp sizi sersemlettiği, olayların dışarıdan değil, sizi de içine çekip aldığı ve bir çeşit tutulma yaşadığınız o eşsiz rüyanın tanığı olacağımı bilmenin hazzını daha yaşamadan çekimine kapılırım. Zweig da bu usta yazarlardandır. Zweig iyi ki vardır, iyi ki yazmıştır; şanslıyızdır. Ve Bob adında bir çocuk çıkar karşınıza, henüz on beş yaşında. Duyguları, duyargaları yaşının çok üzerinde, ama yaşadıklarını -veyahut düş sanrılarını(!)- idrak edebilme telaşı ve korkularıyla da bir o kadar çocuk. Bedenine sarılan o sıcak ve arzulu kadının bedeniyle bir gecede büyüyen, o bedenin kime ait olduğunu büyük bir insan tavrıyla sınamaya duran, acı çeken, tesadüflerin ağına kapılıp hayatın ilk ve büyük tokadını yiyen yaşlı kalpli bir çocuk:
“Akşam herkese veda ediyor, sanki onu içmek, ömür boyu içine saklamak istermiş gibi Margot’un gözlerine uzun uzun bakıyor, titreyen elini Elisabeth’in onu sıkıca tutan, ateş gibi yanan eline koyuyor, Kitty’e ve öteki dostlara veda ediyor. Duyguları karmakarışık. O kızlardan birini seviyordu, kızlardan biri de onu… Yüzü soluk, rengi gitmiş, bakışları da bir başka; o gün ilk kez bir delikanlıdan çok bir erkeği andırıyor.” (s. 47)
Bob’un içine düştüğü aşk ve bu aşkın hangi kadından geldiğini öğrenebilme telaşı, anlatıcının cümlelerine de yansır ki, “İşte,” dersiniz, “Zweig çünkü!”:
“Yüreği çılgınca atıyor. Gelen Margot muydu? Mutlaka. Heyecanlanıyor. Onun tekrar yanında olduğunu bilmek, gerilim dolu, gizemli ve de şehvetli bir düşünce. Açmayacak gözlerini, yatağının başında oturduğunu sadece hissedecek. Ne yapacaktı acaba? Sonsuz saniyeler geçiyor. Kız başını biraz daha yaklaştırıyor, uykusunu dinliyor. Bütün vücudunun aniden elektriklendiğini hissediyor, yüzünü görmediği kıza teslim olmuş gibi. Hiç kıpırdamıyor, göğsü sıkışır gibi oluyor, nefes alışı huzursuz bekliyor, bekliyor.” (s. 41)
Ve ‘Yakıcı Sır’ın izinde
Gençlik arifesindeki bir çocuğun aşk telaşı ve adeta ilk acısını okuruna Bob ile sunan Zweig, “Yakıcı Sır”da yine on beşinde olan, bu yaşın çok üzerinde erdemlerle arayışlar arasında bocalayan derin düşünceli ve duygusal bir karakterin hikâyesiyle çıkar okurunun karşısına. Annesinin çocukça hatalar yapabilme ihtimalini sezinleyen korkusuz bir kahraman, Edgar. Hastalıklı, güçsüz bünyesi ve sinir sistemindeki hassasiyet, annesiyle birlikte gittikleri bir otelde yaşayacağı duygu sapmaları ve korkulu düşüncelerle birkaç günde biraz daha yaş almasıyla -bir çeşit olgunlaşma, yaşının üzerine çıkma…- sonuçlanır:
“Edgar bütün vücudunu sonsuz ve inanılmaz bir mutluluğun sardığını hissetti. İşte o anda koruması gereken bir sırrın varlığını ve bir alınyazısının onun çocuk dudakları arasında olduğunu kavradı. Annesinin ona olan güveniyle sonsuz bir onur duydu. Kendini feda etmeye, suçunu olduğundan daha büyük göstermeye karar verdi. Buradakilere güvenilir bir insan, gerçek bir erkek olduğunu kanıtlamalıydı.” (s. 124)
‘Yakıcı Sır’ yanarken
S. Zweig’ın gerek “Yakıcı Sır”da gerekse “Alacakaranlıkta Bir Öykü”de Freud’un -o dönem için oldukça yeni- öğretisini de edebiyata taşıması, psikanalizm’in bir çeşit edebi sunumunu yapmış olması bu öyküleri ayrıca değerli kılmaktadır. Değil mi ki 1911’de yazılmış olan “Yakıcı Sır”, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yazarına olan ilginin de artmasıyla yeni baskılar yapmış ve kısa sürede 170 bin adet satmıştır. Ve yine değil mi ki aynı eser, 1930’larda Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesiyle önce yasaklanmış, ardından da Zweig’in diğer eserleriyle birlikte yakılmıştır. Bazen ateş yok edemiyor yaktığını sandığı geçeği, güzeli, iyiyi. Ve Zweig hâlâ okunuyor. Okunacak.
Barış Yıldırım
İZDİHAM