Yavuz Türk, Anneoluş
Girizgâh
Kadının anneye dönüştüğü noktada birçok şeyin değiştiğini biliyoruz. İnsanoluştan veya kadınoluştan farklı olarak orada bir “anneoluş” durumu vardır artık. Kadın, anne olduktan sonra artık eski dertler ve tasalar kalmaz. Başka bir mekanizma çalışmaya, işlemeye başlar. Hatta vücut ve bilhassa duygular, o güne kadar kullanmadığı, işin aslı pek de ihtiyaç duymadığı bir duyarlılığa geçer. Kadın için başka bir paradigma söz konusudur artık. Başka bir hayat düzleminde ilerler ve değişik bir gözlükle bakmaya başlar etrafına. Kimi zaman aşırı duyarlı bir çerçevedir bu.
Anne olma durumuyla ilgili üç fotoğraf beni epey “çarptı”. Dolayısıyla aşağıda birkaç şey söylemeye çalışacağım dilimin döndüğünce. Şimdiden belirtmeli: Söyleyeceklerim, birer fotoğraf altı yazısı gibi düşünülebilir. Nihayetinde, ikisi gerçek biri kurmaca olan bu fotoğrafların bana söylediği şeylerdir bunlar.
1. Merhamet
Hikâyeyi hepimiz biliyoruz. Birkaç gün televizyonu ve medyayı işgal etti, içimize oturdu.
İran’da bir anne, oğlunun idam cezasına çarptırılan katilinin ayaklarının altındaki sandalyeyi çekmek üzere idam sehpasına doğru gidiyor. Oğlunu yedi yıl kadar önce bir kavga sırasında bıçaklayarak öldüren ve İran mahkemeleri tarafından idam cezasına çarptırılan bir katilin altındaki sandalyeyi tekmelemek ve tıpkı oğluna yapıldığı gibi onun da ölümle cezasını bulmasını sağlamak üzere.
İran yasalarına göre, birçok suçta şeri hukukun yansımaları var elbet, bunlardan biri de kısas. Katil idama mahkûm edilirken bir şerh konuluyor: Maktulün ailesi, isterse bu cezayı kendi elleriyle infaz etme, isterse de idam cezasını affetme yetkisine sahip. Yani ölüm cezasına çarptırılan mahkûmun hayatını bağışlamak. Bizim vakamızda, bu yetkiye sahip olan baba kendi tasarrufunu anneye devretmiş. Bu hakkı onun kullanmasını istiyor. “Çok acı çektin sen,” diyor ona. Ortada, yedi yıldır çekilen somut ve dağ gibi bir acı var. On sekiz yaşındaki bir evladı toprağa vermenin acısı.
İranlı anne, idamın gerçekleştirileceği günün gecesinde sabah kadar uyuyamıyor, gözüne uyku girmiyor bir türlü. O güne kadar, tam yedi yıl boyunca içindeki öfke, kin, nefret ya da adı her neyse onu titizlikle besleyen, büyüten ve vücudunun parçası kendisinden kesip alınmış bir kadın olarak gidiyor oraya. Henüz on sekiz yaşındaki bir evladı yitirmenin acısına, yıllarca devam eden hükümsüzlüğün sürüncemesi ekleniyor.
Sabah olduğunda herkesle birlikte gidiyor idamın gerçekleştirileceği alana. İdam mahkûmu alana çıkarılıyor. Elleri ve ayakları zincirli, gözleri bağlı. İdam mahkumu yukarı doğru kaldırıyor kafasını. Göğe haykırıyor. Ne dediğini bilmiyoruz. İdam mahkûmu sehpaya getiriliyor ve boğazına ilmek geçiriliyor. Kadın, sandalyeyi katilin altından çekmek, aslında infazı gerçekleştirmek üzere sehpanın yanına geliyor.
Fotoğraf: Arash Khamooshi
İdam esnasında olması gereken herkes orda: Arkada sağda imam bekliyor, onun işinin bir kısmı şimdilik bitti. Bir kısmı da infazdan sonra. O bir yan figür, ama olmazsa olmaz. Etrafta ise birkaç kişi. Fotoğrafın gövdesinde hareket halinde iki figür var: Biri anne, diğeri ise infazı az sonra gerçekleşecek olan katil. Yeniden bir katil ve maktul denklemi yaşanacak birazdan. Oğlu öldürülen anne, kendi eliyle ölüme gönderecek oğlunun katilini. Etraftan, halka açık biçimde sunulan bu gösteride herkesin beklentisi bu yönde. İnsanlar bu idamı bir tiyatro gösterisi gibi izlemeye gelmişler zaten.
İki kişi (anne ve katil) etraftaki diğer insanlardan biraz daha yüksekte. İnfazı gerçekleştirecek, gerçekleştirmesi beklenen anne ile boynunda ilmek ölümü bekleyen katil sandalyelerin üstündeler. İkisini etrafında ise 5-6 kişilik bir kalabalık var. İnfaz memurları, hapishane görevliler vs.
İran’da yaşanacak sıradan bir idam vakası. O kadar sıradan ki, idam mahkûmunun altındaki ahşap sandalye, apar topar, hapishanenin belki de bir yerinden tutup getirilmiş gibi. Sevimli görünen ve dekora hiç uymayan bir kahverengilikteki bu eskimiş sandalye fotoğrafın odağını kaydırıyor. Gözümüz ister istemez bir trajedi izlerken, bu bir fars mı acaba diye bir duyguya kapılıyoruz. İpin bağlandığı demir iskele de sanki bir inşaattan artakalmış gibi. Hemen biraz önce burada hummalı bir inşaat faaliyeti yürütülmüş ve birdenbire, sahne kararıp da o kısacık sürede dekoru el yordamıyla değiştirmeye çalışmış aceleci bir tiyatro grubunu izliyoruz sanki. Tıpkı sandalyenin sakilliğinde olduğu gibi, yağlı urganın bağlandığı demir çubuklar ve düğüm de son derece iğreti ve sadece bir dokunuşla paramparça olup çözülecekmiş gibi.
Fotoğrafta en fazla hareket halindeki şey annenin ağlamaklı suratı ve katilin suratından bir tokatla seken eli. Elinin hareketinden bu tokatın çok da sert olmadığını anlıyoruz: Hafif bir tokat bu besbelli. Anne, katilin sandalyesini tekmelemek yerine ona “hafifçe vurarak” cezalandırıyor. Cezalandırıyor mu? Yoksa kendi içindeki bir meseleyi mi hallediyor. Nefsini terbiye ediyor belki de. Bunların hiçbirini bilmiyoruz elbet. Bildiğimiz şey şu: Bu hafif tokatla birlikte, kadının içindeki cezalandırma hissi, öfke, kin, düşmanlık tümüyle ortadan kayboluyor. Annenin dudakları hafifçe sıkılı, gözleri ise ağlamaklı görünüyor. Asıl muhataplarımızdan biri olan idam mahkûmunun suratını bu açıdan net bir şekilde göremiyoruz. Acaba ne düşünüyor, ne hissediyor o esnada?
Sonuç olarak, anne Samereh Alinejad, oğlunun katilini affettiğini ve bir tokatla cezalandırmayı seçtiğini duyuruyor. Görevliler mahkûmun boynundan ilmeği çıkarıyor ve onu sehpadan indiriyorlar. Annenin derin bir kin ve intikam hissinden birdenbire böylesine keskin dönüş yapması, işte asıl insanların dikkatini çeken şey bu. Oysa kendi beyanından biliyoruz: Kocasına, “Oğlumun katili yaşarsa ben dayanamam, ölürüm,” diyen bir kadın var. Aynı şekilde, infazın gerçekleştirileceği günden üç gün evvel oğlu rüyasına giriyor ve ona “Rahatım yerinde, sen intikamından vazgeç,” dediğini ve katilini affetmesini salık verdiğini söylüyor. Bir şey daha: “Attığım tokatla birlikte sanki bütün kötü hislerim ve intikam duygum silinip gitti ve huzurla doldum,” diyor.[1]
Fotoğraflar: Arash Khamooshi
İkinci fotoğraf daha yaralayıcı: Katilin annesi, bu yüce gönüllülük karşısında Samereh Alinejad’a önce sarılıyor ve ardından ayaklarına kapanarak, oğlunun canını bağışladığı için diğer annenin ayaklarını öpüyor.[2]
2.Yalvarmak
Bir terör soruşturma ile ilişkili olarak bir grup genç gözaltına alınır. Kocaeli emniyetindeki sorgularının ardından adliyeye sevk edilen gözaltındaki dokuz genç serbest bırakılır. Bu esnada emniyetin kapısı önünde gençleri bekleyen aileleri ve arkadaşları bulunmaktadır. Serbest kalan gençler adliyenin merdivenlerinden inerken, bir kişi hızla merdivenlerden yukarı doğru çıkar ve arkadaşlarına doğru yürüyen Ç.E.’yi kolundan tutup âdeta çekiştirerek götürür.[3]
Tam bu esnada, oraya rutin bir görevle gelen gazetecilerin ve muhabirlerin, hatta orada bulunan hemen hemen herkesin dikkati bu olaya çekilir. Adliyenin kapısının girişinden bir gencin kolunu sertçe çekip götüren şahıs kimdir, neyin nesidir? Orada sıradan bir adli haberi görüntülemek üzere bulunan kameraman gayri ihtiyari bu olaya odaklanarak genci ve onu kolundan tutup sürükleyen adama doğru yönelir. Takip eder onları. Ve bundan sonra tümüyle orada odaklı kalır kamerası. Adam merdivenlerden çapraz bir şekilde kolundan çekiştirerek indirdiği çocuğa, adliye önündeki yoğun kalabalıktan ayrı olarak kenarda bekleyen iki kişiye doğru hızla götürür. Burada artık biraz mesele aydınlanır. Çocuğu kolundan tutup götüren büyük ihtimal babasıdır. Yanına getirdiği iki kişiden biri muhtemelen kardeşi olmalı. Diğer kadın ise şeksiz şüphesiz annesi: Çünkü çocuğu görür görmez, bir tür refleksle sarılıp sonra da ayaklarına kapanmasından anlıyoruz bunu. Çocuğunun ayaklarına kapanmasından. Yanındakiler onu kollarından tutup kaldırmasa belki bir süre daha çocuğunun ayaklarına kapanıp öylece kalabilir.
Bir kadının anneye dönüştüğü noktalardan biri de bu belki. Oğlunun veya kızının ayaklarına kapanarak yalvarma ve ağlama kudreti ya da zaafı. Biz “erkekler” bilmiyoruz bunu. Bilemeyeceğiz de. Böylesi durumlarda bilemeyecek olmanın bir miktar yaralayıcılığını hissediyorum elbet. Kadına verilen bu tuhaf his. Kimilerimiz bunun aşırı bir tepki olduğunu düşünebiliriz. Oğlunun elinden alınacak olması, hapsedilip zindana atılma endişesi, elindeki en değerli varlığını uzunca bir süre göremeyecek, hatta belki de hiç göremeyecek olması… Kısacası onu kaybetme endişesi. Fakat endişeli geçirilen bir zaman diliminin ardından (ki o zamanın kaç saat, kaç gün olduğunu bilmiyoruz henüz) verilen bu tepkinin, bir çeşit tahakküm mü yoksa tümüyle teslimiyet mi içerdiğini de düşünmek gerek.
Oğlunun önce boynuna sarılan, sonra da yavaş yavaş ağlayarak çöken ve çöktükçe oğlunun dizlerine, sonra da ayaklarına kadar kapanan bu kadının o esnada ne söylediğini bilmiyoruz. Gazetedeki habere göre oğluna yalvarıyor. Mümkün. Muhtemelen oğluna bir daha böyle şeyler yapmamasını, “olaylara karışmamasını”, onu karakol ve mahkeme kapılarından toplamak istemediğini yalvaran bir edayla söylüyor olabilir. Elbet o duygu yoğunluğu ve ağlamanın içinde, belki de ne söylediği tam da anlaşılmadan. Çocuğun ise yeni çıkmaya başlayan hafif sakallı suratından henüz yirmilerinin başlarında olduğunu anlayabiliyoruz. Belki yirmi bile değil. Parkası, genç yaşı, gözlükleri ve bu olayların akışına kendini tümüyle kaptırmış haliyle sahnenin içindeki en naif figür o. Belki de az önce çıktığı mahkemenin etkisi ve şoku var üzerinde. Anne bir süre oğlunun ayağına kapanmış vaziyette duruyor. Çok kısa bir süre. Belki de kendinden geçerek bir nevi sinir boşalması yaşadığı refleksif bir hareket bu. Her halükârda yaralayıcı. Annenin mutlak bir çaresizlikle, ihtiyacı olduğu (çünkü vücudunun bir uzantısı o) kişiye bir nevi aşkla yalvarması gibi: Ne olur beni terk etme! Yalvarırım beni bir daha bırakıp gitme!
Meseleye, olaya çocuğun cephesinden baktığımızda onun kameraya yansıyan sersemliğini anlamamız mümkün: Birisi ayaklarımıza kapanmış bir vaziyette bize yalvardığında ne düşünürüz? Karşımızdaki, bütün iradesini tümüyle askıya alarak, kendi varoluşunun veya ruh halinin tamamen bize bağlı olduğunu beyan ettiği durumda ne yaparız? Vicdanı katı olanları bir kenara bıraktığımızda, sanıyorum cevap aşağı yukarı herkeste aynı seyreder. Şeytanın avukatlığını da yaparak söyleyelim: Bir süreliğine de olsa, biz de irademizi askıya alıp, bu yalvarma karşısında tabi olmayı seçeriz. Yani, senin yalvarmana karşılık ben de bütün irademi bir kenara koyuyorum ve aramızdaki tek hakikat (en azından bir süreliğine) birbirimizden ayrılmamak… Burada işte, zaaf, tümüyle adanma ve aşırı teslimiyet durumu, karşıdaki (yani ayaklarına kapanarak teslim olduğumuz) insanda bir çeşit tahakküme dönüşür. Belki geçici bir süre ama yine de bir tahakküm bu. Artık senin iradene muhtacım, buradayım, tümüyle sana tabiyim, diyerek aslında tersinden onu teslim almak ve onun iradesini ele geçirme meselesi.
Bazı durumlarda son çare olarak kullanılan bu silaha (evet, kimi insanlar bunu bir silah olarak kullanırlar) anne çok erken başvuruyor. Zaten tam da bu yüzden bunu bir silah olarak kullanmadığı belli. İlk anda, bir çeşit refleksle yapılmış bir hareket bu. Telaşın rahatlamaya dönüşmesi ve bu korkunç telaşı ve dehşeti bir daha, bir daha nerdeyse sonsuz bir döngüyle yaşama korkusu. Bir şeyin olacağından korkmanın, olayın kendisinden çok daha fazla acı vermesi meselesine hiçbirimiz yabancı değiliz.
Sonra ne mi oldu? Ayaklarına kadar kapanmış kadını oradaki üç erkek birden kolundan tutup yerden kaldırmaya çalıştılar. Anne ayağa kalktıktan sonra oğluna bir şeyler söylemeye devam etti. Sonra onu ve çocuğu kalabalıktan biraz daha uzaklaştırdılar, bu esnada çocuğun arkadaşı olması muhtemel iki kişi ile kısa bir tartışmaları var anne ve diğerlerinin. Anne burada muhtemelen oğlunu, karakollara, mahkeme kapılarına sürükleyen ve onun bu hale gelmesinde sorumluluğu olan kişilere öfkeyle bir şeyler söylüyor. Olabilir. Çünkü diğer iki kişi anneye bir şeyler açıklamaya çalışıyor.
Bunun ardından anne üzerindeki montu çıkarıp oğluna giydiriyor. Kolundan tutup, bu sefer başka bir tür telaşla onu oradan, olay mahallinden, oğlunun mahkemelere düşmesine neden olan bu insan grubundan, bütün bu kötülüklerden uzaklaştırmak için önce yavaş bir tempoda, fakat hemen sonrasında nerdeyse sürükleyerek cadde boyunca onu götürüyor ve en sonunda ikisi birden kadrajdan çıkıyorlar.
III. Tehdit
Bir fotoğraf gözüme çarptı sosyal medyada. Son derece “gerçek” görünen bir fotoğraf. İnsan gözünün görüp de hapsetmek veya anında, olay gerçekleşir gerçekleşmez unutmak istediği, veya hafızasının derinliklerine atmayı seçtiği bir görüntü karesi.[4]
Cristo Rey (2013) filminden bir kare
Tahmin ediyorum bir anne, elinde pala tarzı uzun bir bıçağı karşısındaki polisin gırtlağına dayamış, aslında belki dayamamış, bir dans figürü öncesindeki gibi narin bir vücut hareketiyle gardını almış. Her an her şey olabilir. Sağ elindeki palayı hafif bir el hareketiyle çekip karşısındaki polisi öldürebilir. Veya buna fırsatı kalmadan/kalamadan kafasına girecek birkaç kurşunla oracıkta olduğu yere “narince” yığılabilir: Çünkü kendisine çevrili tam üç silah bulunuyor. En azından bu karenin karşısında duran bizler için öyle. Yoksa, karenin dışına doğru çıkıldığında, kamera yavaş yavaş zoom out yaptığında belki kendisine doğrultulan silahların sayısı bundan çok daha fazla.
Bu karenin merkezinde ne var? Karenin gövdesinde ilerleyen, aslında bu durağanlığın içinde hareket halinde olan ne var? İlk bakışta aşağı yukarı iki nokta: Kadının gözleri ve boğazına bıçak dayanmış polisin bakışları. Ama öncelikli bakışlar. Biraz sonra, biz bu sahneye bakadururken, bir an gözümüzü kırptığımızda sanki görüntü adım adım ama ağır çekimde ilerleyecek ve başka bir kareye geçecek gibi.
En ön planda olan iki figür dedik: Diğer unsurlar, kareye sadece kısmi olarak iştirak ediyorlar, ama bu sahnedeki etkileri en az diğerleri kadar baskın. Çünkü ne de olsa dört başı mamur bir gerilim ânı bu. Bakışlardan görüntünün dışına doğru çıkmaya çalışan, âdeta patlayan, görselin asıl yoğun noktasını oluşturan kadın ve tehdit altındaki polis memurunun bakışlarından vücutlarına doğru aynı gerilim çizgisinin dağıldığını görebiliyoruz. Memurun sağ elindeki silah yerde oturan bir siyahinin kafasına dayanmış. Bütün mesele burdan başlıyor demek ki. Oğlu tehdit altındaki anne, oğlunun kafasına polis tarafından bir silah dayanmış anne, artık başka biri haline gelebilir, geliyor da.
Kadının vücudu, saldırıya hazır, palayı kavrayan sağ elinin bileği tetikte. Palayı tutan eline destek olan diğer eli ise yanda, vücudundan biraz ayrılmış vaziyette. Kafasını biraz bize doğru çevirmiş. Böylece asıl muhatabının gözlerine “vücut diliyle” doğrudan bakmıyor. Çünkü gözleri tehdit eden bir ton takınmış. Sakın, diyor, aklından bile geçirme, sakın ha! Üstelik belki de kafasını sağa sola sallayarak bu söylediğine destek veriyor. İlgisi, bakışları, surat ifadesi ve vücudu sadece ve sadece karşısındaki polisi tehdit etmeye dönük. Bunun dışında bir düşüncesi yok. Tek bir şeye odaklanmış durumda. Besbelli; kendisine çevrilmiş namlular umurunda bile değil. Her an ufak bir el hareketiyle polisin kellesini alabilir. Kendisini bu konuda epey kudretli görüyor. Kudreti ise, kendisine çevrilen silahları kaale almamasından kaynaklanıyor. Aslında orada olanların tamamı da bunun farkında.
Dolayısıyla, biz ve karenin içindekiler artık çok iyi biliyoruz: Kadının (düzeltelim; annenin) oğlunun kafasına bir silah dayandığı zaman, kendi canından bir parça ölüm tehdidi altındayken ne yapabileceğini, nasıl oğlunu koruyacağını, korumak zorunda olduğunu bize gösteriyor bu sahne.
Kaynakça:
[1] http://www.hurriyet.com.tr/oglunun-katilini-son-anda-ipten-kurtardi-26238373.
[2] Fotoğrafçının bu olayı anlatan diğer fotoğrafları için bkz. http://www.worldpressphoto.org/collection/photo/2015/spot-news/arash-khamooshi.
[3] Olayın videosunu buradan izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=9pijJX07iGk.
[4] İnsanlar bu kareyi sosyal medyada gerçek bir olayın belgesel fotoğrafı gibi tekrar tekrar paylaşmışlar. Halbuki, bir iki yerden kontrol edince bunun bir film karesi olduğu anlaşılıyor: Cristo Rey adlı 2013 yapımı henüz izlemediğim bir film bu.
Yavuz Türk, fin fanzin, 7
İZDİHAM