Balıkçı ve Tekneci Amcanın Hükmü
Türkçeyi şimdiden ana dilleri gibi konuşan Suriyeli iki kara çocuk, balıktan dönen sandalı görünce yüzdükleri kıyıdan fırlayıp, kumsalda benim tarafa doğru koşuşarak adamın karaya çıkmasını beklemeye başladılar. Uzun boylu olan, siyah pantolonunu ters giydiği için poposu açıkta geziyordu.
İkisininki de sentetikti; parlıyordu güneşte ıslak olduğu için. Yeniydi muhtemelen. Kendi aralarında anlamadığım hızlı cümleler tokuşturup karaya çıkan adama yardım teklifinde bulundular ve daha cevabı beklemeden sandalın arkasına geçip itmeye başladılar. Adam da kuma atlamış, aynı anda çekiyordu ipinden. Dalgalarla sallanmaya devam eden sandalın kuyruğu, uzun boylu çocuğa çarptı ve onu suya düşürdü. Gülümsedim güneş gözlüğümü düzeltirken. Çekme işlemi bitene kadar sessiz kalan adam, orayı burayı kurcalayan veletlere sertçe “Elleme!” diye bağırınca, ses tonundan anladım aralarındaki yabancılığı ki aslında birbirlerini tanıdıklarını düşünmüştüm.
Meraklarına hakim olamayan çocuklar sandalın etrafında fır dönüp gördükleri eşyalara dokunmamaya çalışıyorlar, bazen başarıyor, bazen yenik düşüyorlardı heyecanlarına. Bir kez daha bağırdı adam el arabası getirirken. Çocukların suratlarında oluşmaya başlayan hayal kırıklığının etkisiyle ölmeye yüz tutan heyecanlarına şahit olmak, içimi parçalamıştı. Coşkulu ruhlarından damıtılarak hala tazeliğini korumuş ve kayık üzerinde toplanış ilgileri, bir yetişkinin acımasız önyargısı ve kaskatı görev bilinci altında eziliyordu. Belli ki iyi çocuklardı; temizdi niyetleri. Ama Suriyelilerdi; bu da adam için yeterli bir sebepti yargısına. Motoru söktü, diğer eşyalarıyla birlikte hepsini paslı el arabasına yükleyip uzaklaştı. Ben de devam ettim ters dönmüş eski bir kayık üzerine oturup, Hemingway’in benimle yaşıt, neredeyse parçalanmış kitabını okumaya.
Denizin sesi, kalçamla kayık arasında gıcırdayan kumlar, “esmeryapan” öğle güneşi ve sahil kokusu… Hemingway görse muhtemelen hoşuna giderdi kitabını böyle bir ortamda okuduğum için. Kimisi genç kimi yaşlı birkaç adam gelip paralelimdeki yakın bir kayığın başına üşüşüp sohbet etmeye başladılar. Gençlerden biri telefonla konuşurken kayığın çatlamış, paslanmış yerlerine bastırıp karşısındakine gördüklerini anlatıyordu. “Baba, bu sürat teknesi gibi, düz.” dedi, bir süre dinledi ve “Tamam.” deyip kapattı telefonu. Bu çevredeki yatık teknelerin sahibi olduğu anlaşılan yaşlı adamlardan birine dönüp, “Babacım bu eski ya. Kusura bakma seni de buraya kadar yorduk.” dedi zorla gülümseyerek. “Estağfurullah. Siz kusura bakmayın.” diye cevapladı adam sağ eliyle kendi çirkin, gri gömleğinin yakasını düzeltirken.
Dönüp arabalarına doğru yürümeye başladıklarında muhabbetleri duyuş alanımdan çıktı. Tam geri dalmışken kitaba, “Hayvan herifler! Ne dolanıyorsunuz sandalın etrafında?” diye çıkışarak geri döndü çirkin gömlekli; o eğreti nezaketi uçuvermişti aniden. Çocuklar benim yakınlarımda dolanıp, sandalların tahtalarına dokunarak parçalarını keşfetmeye devam ediyorlardı ki yaptıkları da bir şey yoktu küfredilmeyi hak edecek. Kısa boylu olan, uzuna, içinde “hayvan” kelimesi geçen bir şeyler söyledi kendi dilinde. İçerlemiş olmalıydı. Ters giyilmemiş marka kıyafetleri ve pahalı gözlüğü, düzgün sakal tıraşıyla çocuklardan daha ağır bir suç işleyerek sandallarından birinin üzerinde oturan ben, adamdan imalı bir bakış bile yemedim. Deniz, kum, güneş, kitap, esinti falan bitti benim için. Çocuklar uzaklaşırken yanlarında alıp götürdüler bu sahilde var olmayı yüceltebilecek her türlü güzel duyguyu. Tatsız tuzsuz bir enerjiyle ben de kalkıp geri eve yürümeye başladım.
Yarısı yanık bir tekerlekle oynayan bir grup kız çocuğu koşuştururken çevremde, bir hüzün aldı beni. “Biz Avrupalılara neysek, Suriyeliler de bize o.” klişe cümlesi geldi aklıma azıcık da olsa kendi kritiğini yapabilen. Nereli olursa olsun, ailelerinin bir nebze de olsa sevgi dolu yetiştirebildiği düzgün çocukları toplum otomatik olarak etiketleyip hayvan herifler ve kadınlar yapmaya devam ederek çift taraflı bir kısır döngü yaratıyordu. Geceye kadar o çocukları düşündüm ara ara. Balkona geçip üzerlerine bir şeyler yazmaya çalıştım ama başaramadım. Göğe daldı gözüm. Yıldızlar yükselirken binaların ve ucube inşaatların üzerinde, oturmaya devam ettim bir şeyler yapmadan.
Uzun süredir kapağı açık duran ama kullanmadığım kalemimi not defterimin üzerine koyup, mumu da söndürüp ayağa kalktım. Gecenin tam bağrında, tırnakla deşilmiş küçük bir yaraymışçasına sisli bir hilal parlıyordu. O yarayı tutup bütün göğü yırtsam, arkadaki asıl o beyaz, sonsuz sis ortaya çıkacakmış gibiydi. Avuçlarım altında ısınmaya başlamış balkon demirlerini gecenin insafına bırakıp terk ettim bugünü. Pek keyifli değildim zaten.
Mert Gül
İZDİHAM