24 Haziran 2017

Ayşegül Ünal, Hiç Bilinmeyenli X

ile izdiham

“Canına tak etmişti. Kim bilir bu kaçıncı tak edişti? Tak etmek ne demekti? Bıkmak mı, ölmek mi, özlemek mi, üzülmek mi… Yeterdi! Hiçbir zaman doktor olmak istememişti ama bir doktor olsaydı kesinlikle psikiyatrist olacaktı. Bu kesindi. Kanayan yarayı herkes görebilirdi, peki ya kana(ya)mayanlar? Onun gibi olanları tamir edecekti. Edemedi, çünkü hiçbir zaman doktor olmadı. Onun yerine gitti, öğretmen oldu.”

Adı x. Henüz on sekizinde intihar etti. Kendini çürümüş bir binanın beşinci katından atmak istedi, yapamadı. Bunun yerine gitti, hayallerini öldürdü. Öldü yani. Çünkü hayalleri ölünce insanlar da ölür. Yalnızca toprağa gömenleri bulunmaz, hepsi bu.

Şehrin kenar mahallelerinden birinde oturuyordu. Yaşadıkları bina en az yirmi beş yıllıktı ve yağmur yağdığı zamanlarda odasından içeriye yağmur dolardı. Böyle zamanlarda ahşap pencerenin çerçeveleri daha da kabarmasın diye ilk işi eline geçen ilk havluyu alıp pencerenin altına sokuşturmak olurdu. İşe yaramazdı elbette. O da biliyordu değişmesi gereken pencerelerin çaresinin havlu olmadığını, tıpkı hayallerinin çaresinin bu şehir olmadığını bildiği gibi. Ne var ki paraları yoktu, zaten paraları olsa bu evde ne işleri vardı?

X, üniversiteye gidiyordu. Hiç istemediği bir şehirde, hiç istemediği bir bölüm okuyordu; öğretmenlik. Madem istemiyordu neden seçti diyeceksiniz? Demeyin! Çünkü bazı insanlar kaderini seçmez, kader bazı insanları seçer ve boynuna bir ip geçirir. O insanlar kaderin boynuna geçirdiği bu ipten kurtulamaya çalıştıkça  ip boğazlarını sıkar ve kendi ölümlerini gerçekleştirirler böylece. Diğerleri buna intihar der, öbürleri kurtuluş. Sizin hangi tarafta olduğunuz kaderin boynunuza geçirdiği ipe bağlıdır.

X, iki tarafta da olamadı. Belki de en kötüsü onun durumunda olmaktı. Kurduğu hayatla yaşadığı hayat arasındaki uçurumdan kim yuvarlansa ölümü dibine kadar tadardı. Ne kadere razı gelebildi ne de kaderini tersine çevirebildi. Ne zaman bir şeyler iyiye doğru gitse, kader boğazındaki ipi daha da sıkıyordu ve “Dön” diyordu, “Gitme!” . X ne dönebilen oldu ne de gidebilen. Öylesine yaşadı yıllarca.

On yıl evveldi. X, on yedisine henüz basmıştı. Memleketin en başarılı okullarından birinde okuyan ve gelecek vaad eden öğrencilerden biriydi. Gazeteci olmak istiyordu. Ömrü boyunca okumak, yazmak , araştırmak ve konuşmak istiyordu. Başka hiçbir hayali yoktu. Bu nedenle daha liseye adım atar atmaz ülkenin en iyi üniversitesine dikmişti gözünü. Durumu ailesine bildirdi, olumlu yanıt aldı. Muhafazakar bir aileden gazeteci bir kız çıkması pek hoş karşılanmayabilirdi çünkü. Ailesi destek olunca çok sevindi , daha da çok çalıştı ve birincilikle kazandı yıllarca istediği bölümü. Şimdi İstanbul’a gitme zamanıydı. İstanbul! Adı bile içinin ürpermesine, kalbinin hızla çarpmasına yetiyordu. Kim bilir o şehirde neler yaşayacaktı? Tercih günü gelmişti. Az sonra annesi ve babasıyla masaya oturacak, geleceğini seçecekti. Bundan sonraki tüm hayatında nasıl yaşayacağını belirleyecekti. Oturdu. Oturmaz olsaydı. Keşke ölseydi de o günü ve sonrasında yaşadıklarını hiç görmemiş olsaydı. Anlattı babasına hayallerini. Anlayacağını sandı. Oysaki sanmak yanılmak demekti. Hayır, dedi babası. Keşke bu kadarla kalsaydı. Ailesi her şeyi çok önceden kendi kafalarında planlamışlardı. Memlekete gidecekti, orada öğretmenlik okuyacaktı. Çünkü bir kız çocuğu için öğretmenlik bulunmaz bir meslekti. Üç ay (!) tatili vardı bir kere. Üstelik dersi erken bitince evine gelip çoluğuna çocuğuna bakabilecekti. Maaşı iyiydi, o’su iyiydi, bu’su iyiydi işte. Gazetecilik öyle değilmiş. Ömürleri boyunca kızımız nerede diye korkarak yaşayamazlarmış. Hem kim alırmış gazeteci olursa, hangi erkek çekermiş öyle düzensiz bir hayatı. “En azından istediğim şehirde okuyayım.”  diyecek oldu X. Olmazmış. Memlekette akrabalar varmış, göz kulak olurmuş. Parası bitince verirlermiş. İyiymiş böylesi, hem o ne anlayacakmış. O ancak on sekizine basınca sözü geçermiş o evde. Olmaz, dedi X, gitmem o şehre. O zaman babası beş kuruş vermezmiş, illa da gidecekse siktirip gidecekmiş. Son sözleri bunlar oldu babasının.

X, memlekette öğretmenlik okumaya gitti. Babası onu bir akrabanın yanına bir güzel yerleştirdi. İçi de rahat ederek sıcak yatağına geri döndü. X mi? X, o gün öldü. Hayalleriyle birlikte öldü X o gün, oracıkta. O günden sonra herkes X’i aksi, ahlaksız, yalancı hatta nankör biri olarak gördü. Çünkü hiç kimse X ‘in bu şehre nasıl, ne şekilde geldiğini bilmiyordu, hiçbir zaman da öğrenmeyeceklerdi. Çünkü o ömrü boyunca bir Allah’ın kuluna tek bir kelime etmeyecek yalnızca yazacaktı. Geberene kadar yaşayamadığı, göremediği ne kadar gün varsa hepsini yazacaktı.

Oysa insanlar öyle dememişlerdi. Şımarık demişlerdi onun için, dışlamışlardı. Ailesi kıyamadı da yurt köşelerinde sürünmesine eve yerleştirdi demişlerdi. Çok parası var, evine de yakın demişlerdi. Ne işi İstanbul’da demişlerdi. İnsanlar öyle kötüydü ki zavallı X’i hayal kurup kuracağına binlerce defa pişman etmişlerdi.

Yanında kaldığı akrabaları X’e evlerinde küçük bir oda vermişlerdi. Evin duvar manzaralı tek odasıydı. Yalnızca yukarıya bakınca görünüyordu gökyüzü. Hiç önemsemedi X. Zaten artık ne gökyüzüne ihtiyacı olacaktı ne de başka bir şeye. Yorulmuştu .  Arada duvar manzaralı penceresine bakar geçmişi düşünürdü.

Güzel hayalleri vardı eskiden. Hayalleri zaten her zaman güzel olmuştu, hiçbirini gerçekleştiremedi.

Gerçekleştirtmediler. Bazı geceler uyuyamazdı. Elden düşme sünger bir yer yatağını lütfedip vermişlerdi eline. Bir de en az on beş yıllık geçmişi olan bir tüylü battaniye. “Uyursun geceleri.” demişlerdi. Eski bir kulaklığı vardı, bilmem kaç yıllık. Kulağına takar, kendine en acı veren şarkıları seçer, dinlerdi. Ağlardı sonra , saatlerce.  Bazen sabaha kadar. Sabah olunca hiçbir şey yokmuş gibi yatağından çıkar, işlerine bakardı. Yıllarca yalnızca nefes aldı, yaşıyor gibi yaptı. Oysa hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildi, zaten birçok şey yalandan ibaretti.  Aldırmadı . Okudu, yazdı. Yine okudu yine yazdı. Yazmanın konuşmaktan bin defa daha güzel olduğunu o yıllarda öğrendi. Yazarken hep ağlardı. Müzik dinlerken de öyle. Uykusundan defalarca ağlayarak uyandığı olurdu. Çünkü gündüz kabusları bitince gece kabusları başlardı.

Bir gün bir rüya gördü. Yağmur yağıyordu. Fırtınalı bir akşamdı. Sokakta kimseler yoktu. Sokak lambaları bile o gece tesirini yitirmişti. Sırılsıklam olmuş saçları, elinde eski bir lise çantasıyla sığınacak bir yer arıyordu. İleride bir telefon kulübesi gördü, koşarak içeriye girdi ve tuşları çevirmeye başladı. Birini arıyordu. Karşıdakinin sesi duyulmuyordu. Ağlıyordu. Yağan yağmurda gözyaşları kayboluyordu. Uzun süre konuştu telefonla. Ne konuştu , ne denildi orasını yalnızca kendi biliyordu. Sonra uyandı rüyadan. Gözlerinden gerçekten yaşlar akıyordu. Çıkamadı o rüyanın etkisinden. Yıllar geçse de en olmadık bir zamanda geliveriyordu aklına. Unutamıyordu. Haksızlıkları, yalanları, acıları…

X bitirdi okulunu. Hem de iyi bir dereceyle bitirdi. Artık ne İstanbul vardı düşlerinde ne de başka bir şehir. Yalnızca gitmek istiyordu, memleket dediği bu iğrenç sehirden. Ve bir daha dönmeyecekti geriye. Atandı sonra hem de ülkenin en güzel şehirlerinden birine. Oysa ölümün burnunun dibinde bile gitmeye razıydı artık. Yeter ki geri dönmesindi.

Simdi yıl 2017. X yıllardır öğretmenlik yapıyor. Her gün saat 4’ te evine geliyor. Üç ay olmasa da iki ay tatil yapıyor. Düzenli bir hayatı var. X, ailesinin hayal ettiği hayatı dibine kadar yaşıyor. Ama bir farkla . X kaderin boynuna geçirdiği o ipi kesip attı. Çünkü canına tak etti. Çünkü x intiharı değil savaşmayı seçti. Dışardan bakılınca 657 ‘ye tabii görünse de o aslında yalnızca sözcüklere ait ve onun mesleği öğretmenlik değil aslında. Onun mesleği yalnızca yazmak. Her okul çıkışında, her boş derste, her fırsat bulduğunda yalnızca anlatmak haksızlıkları. Ben mi? Ben , o X’ in ta kendisiyim.

Ayşegül Ünal

İZDİHAM