30 Haziran 2017

Bir Homo Politicus Olarak Frank Underwood

ile izdiham

Modern siyaset, hayatın pek çok alanı gibi ahlâktan ve insanlığa dair yüce ideallerden giderek uzaklaşıyor. Siyasetin, araç olmaktan çıkıp bizatihi bir amaç hâline gelişini en iyi gözlemlediğimiz alanlardan biri de pragmatizmin damgasını vurduğu Amerikan siyaseti. Bu âlemin “kralı” ise siyasi kurgu karakterler arasına adını altın harflerle şimdiden kazıyan, Makyavelizmin cisimleşmiş hâli: Frank Underwood.

Underwood ailesini dünyamıza armağan eden Netflix dizisi House of Cards, dördüncü sezonuyla yeniden gündemde. Underwoodların seçimlere hazırlandığı son sezonun, ABD Başkanlık seçimleri için mücadelenin kızışmaya başladığı bir dönemde yayınlanması dizinin dikkatleri daha fazla üzerine çekmesine sebep oldu.

Dördüncü sezonda Frank’e suikast girişiminin ardından aralarındaki buzları eriterek yeniden bir “takım” olan Underwood çiftini, bu defa iktidarlarını koruyabilmek için “terör” yaratacak kadar ileri gitmiş buluyoruz. Dünya siyasetinin güncel konularını senaryoda daha fazla görebildiğimiz bu sezonda, 11 Eylül’ün Amerikan halkını terör gündemiyle esir alarak nasıl büyük bir “korku” imparatorluğuna dönüştürdüğünü tekrar hatırlıyoruz.

Modern Taht Oyunları
Doksanlı yıllarda politikacı-yazar Michael Dobbs tarafından yazılan aynı adlı kitaptan esinlenerek çekilen BBC dizisinden ilham alan ve Kevin Spacey ile Robin Wright başta olmak üzere muhteşem oyunculukların damgasını vurduğu House of Cards, modern siyasetin doğasına dair bir manifesto niteliğinde. David Fincher gibi usta bir yönetmenin yapımcılığında 2013’te hayata geçen Emmy ödüllü dizinin sınırları çoktan ABD’yi aşmış durumda. Dizinin Barack Obama gibi sıkı takipçileri de bu ilgiyi artırıyor kuşkusuz.

Diziye damgasını vuran Underwood çifti, kendi deyimleriyle “besin zincirinin üst sırasında yer alanlar.” Onlar köpekbalıkları, evet. Durdukları zaman öleceklerinin bilinciyle hedeflerine kitlenmiş olarak hızla önlerine çıkan küçük balıkları parçalıyorlar. Bu savaşta güç aldıkları tek şey ise birbirleri. Onlar evli bir çift olmanın ötesinde aynı amaç uğruna “sözleşmiş”, ortak şekilde hareket eden bir “takım.” “Open marriage” (açık evlilik) tarzı ilişkileri de bunun göstergesi niteliğinde. En yakınlaştıkları sahnenin mutfak penceresi önünde sigara paylaşmaları olduğu bu evlilikte Underwood çifti, sadakat ve aldatmayı cinsellikten çok ortak hedeflerinden sapma, ihanet etme, zarar verme olarak algılıyorlar. Piramidin en üstüne çıkmak ve oradaki konumlarını korumak için birleştirdikleri hayat yolunda birbirlerine tutkuyla bağlılar. Elbette bu birliktelikte de tüm ilişkilerdeki gibi inişli çıkışlı yollar var. Ancak bunun birincil nedeni bazen ortak amaçların dışında kişisel beklentilerin devreye girmesi. Nitekim birbirlerinin en büyük destekçisi olan Underwood çifti, üçüncü sezonun sonunda olduğu gibi, beklentileri uymadıkça sıkı düşmanlara dönüşebiliyor.

Underwoodların güç savaşı Frank’in Beyaz Saray’da istediği pozisyonu alamamasıyla başlıyor. Dört sezon boyunca çiftin Başkanlık basamaklarını birer birer tırmanışını ve bu esnada yollarına çıkan insanlara yaptığı kötülükleri izliyoruz. Claire’in yanı sıra, tüm pis işlerini halleden, insanlar hakkında dosyalarla gezen, sır küpü, bağımlı ve obsesif Doug Stamper ile Frank için canını vermekten kaçınmayacak derecede sadık koruması Edward Meechum’un da katılımıyla “acımasız güç” takımı tamamlanıyor.

Siyaset ve medya ilişkisini gazeteci Zoe Barnes ve Frank arasındaki kazan-kazan ilişkisinde (her ne kadar bu hikâyenin sonunda sadece tek kazananı olacaksa da) gözlemleyebiliyoruz. Nihayetinde Zoe de Frank’in güç oyununda kullandığı satranç taşlarının herhangi birinden fazlası olamıyor.

Frank’le eş zamanlı olarak Claire’in sosyal yardım alanında, yaptığı işle tümüyle tezat şekilde önüne çıkanları birer birer öğütüşüne tanık olurken, bu ikiliyi birbirine bağlayan şeyin giderek onların kumaşlarının aynı cinsten olmaları olduğunu teslim ediyoruz.

Avla ya da Avlan
İkinci sezon itibarıyla “köpekbalığı” metaforunun giderek gerçeğe dönüşüne şahitlik ediyoruz. Zira artık karşımızda amacına ulaşması tehlikeye girdiğinde piyonları kullanmak yerine elini kana bulamaktan çekinmeyen bir siyasetçi var. Şok ettiği seyirciye kameraya dönerek yaptığı açıklamada ise bu ölümler için yas tutarak nefeslerini tüketmemelerini salık veriyor. Zira “onlar gibi besin zincirinin üst kısımlarına tırmananlar için, “acıma” yoktur. Tek bir kural vardır: Avla ya da avlan.”

Tam da bu nedenle, sıfırdan zirveye uzanan bir başarı öyküsüne sahip Peter Russo’ya da, dizinin açılışında yaralı köpeği boğduğu gibi acımıyor Frank. Zira onun pragmatist kişiliği “faydası olmayan acılara” bile tahammül edemiyor.

Milletvekilliğinden başkan yardımcılığına ve başkanlığa giden yolda Frank, elbette birçok düşman kazanıyor. Ancak “küçük ısırıklardan” etkilenmeyecek kadar hedefe motive olmuş durumda. Frank siyasetin dalgalı sularında tüm günahlarına rağmen su üstünde kalmayı başarıyor; tabii bundaki en önemli neden “yenildiğini düşündüğün zaman yenilirsin” ve “önemli olan ne olduğu değil, insanların ne olduğuna inandığıdır” düsturlarıyla siyaset stratejisini belirlemesi.

Underwood Underwood’a Karşı
Underwoodlar, yenilgilerinin kaçınılmaz olduğunu hissettiklerinde, mevcut sahneyi darmadağın edip kendi oyunlarını kurmaktan çekinmeyecek kadar gözü pek bir çift. Yeter ki “yenilgi” lügatlerine girmesin. Bu başarı odaklı ikiliyi engelleyebilecek tek güç ise ancak yine “birbirleri” oluyor. Nitekim üçüncü sezonda başkanlığa ulaşma ve koruma hedefiyle Claire’in hedeflerini gözden çıkaran Frank, karşısında olabilecek en kötü rakibi, Claire’i buluyor. Bu iki büyük egonun birbiriyle hiç çatışmaması elbette beklenemezdi; son sezonda bu çatışmanın her ikisine de zarar verdiğini anlamaları ve yine ortak hedefleri için yollarını birleştirmelerine kadar. Elbette birleştikleri hedef yine Frank’in başkanlık seçimlerini kazanması oluyor. Zira hikâye her ne kadar kalabalık olsa da anlatılan temelde sadece “Frank’in hikâyesi.” Nitekim Frank ara sıra kameraya dönüp seyirciyle konuşan tek kişi olarak dizinin asıl kahramanının kim ve bunun kalabalık ama “tek kişilik” bir hikâye olduğunun sürekli altını çiziyor ve bunu yaparak seyirciye kendi içlerindeki “Frank’i” hatırlatıyor. Frank giderek seyirciyi kendi günahlarına “ortak” ederek, bir yandan “güç istencinin” sadece bir politikacı olarak onu değil, modern hayatın pek çok alanında herkesi esir aldığını vurguluyor.

Kalpleri Kazanmak Yerine Kalplere Saldırmak
House of Cards, elbette sadece Amerikan siyasetinin koridorlarıyla sınırlı kalmıyor. Dünyanın gündeminde olan Çin, Rusya ve diğer aktörler de dizinin gündemine dâhil oluyor. Üçüncü sezonda Underwoodların, fena halde Vladimir Putin’i andıran Rus Devlet Başkanı Petro ile Amerikan “liberal değerleri” üzerinden sembolik güç mücadelesine girişleri ise eleştirelliğin yine “sistem eleştirisine” dönüşemediği Hollywood çizgisiyle aynı noktada birleşiyor.

Başkanlık seçimleriyle birlikte Ortadoğu krizinin de dâhil olduğu, adayların şahinlikte yarıştığı dördüncü sezonda ise dünyanın gündemine korkuyla damgasını vuran IŞİD benzeri İHO’nun ABD’yi terörize etmesini izliyor, Suriye krizine Underwoodlar ve Amerikan siyaseti gözüyle bakmaya başlıyoruz.

Menfaatleri ve hayatta kalma savaşı nedeniyle birbirlerinden uzaklaşarak seçim yarışında geriye düşen, geçmişin hayaletlerini trajik biçimde yanı başında bulan, itinayla halı altına süpürdükleri günahlarının ise giderek gün yüzüne çıkmaya başladığını gören Underwood çifti, ortak amaçla bir araya gelip güçlerini birleştirerek bir karara varıyor. Artık seçmenin “kalbini kazanma” yerine, onların “kalplerine saldıracaklar.”

Dizinin son sezonunda İHO’nun travma yaratan videoları ile birlikte 11 Eylül saldırısı gibi olaylarda, ABD’nin nasıl büyük bir korku imparatorluğuna dönüştürüldüğüne de yakın plandan bakma imkânı buluyoruz. Son bölümün finalindeki “teröre boyun eğmeyiz, gerekirse biz terör estiririz” cümlesi ise beşinci sezonda ABD’nin nasıl bir korku imparatorluğuna dönüştürüldüğüne dair çok şey izleyeceğimizin işaretini veriyor.

Bir “Show Business” Olarak Siyaset
Underwoodların dünyasının sahne aldığı ABD siyasetinde politika söz konusu oldu mu gerçeklerle kimse ilgilenmiyor. Nihayetinde siyaset gerçekler üzerinde değil, “gerçeğin” kitleler tarafından nasıl algılandığı üzerine kuruluyor. Tüm toplumsal alanlar gibi politikanın da “medyatikleşmesi” sürecinin farkında olan ve PR’ın kitabını yazan Underwood çifti, medya ve kamuoyu algısını lehlerine çevirmede tam anlamıyla “profesyonel.”

Örneğin, öğretmen grevi nedeniyle iyice bunalan Frank, evine yapılan saldırıyı sendika karşıtı bir siyasete dönüştürebiliyor. Ancak son sezonda karşılarında PR diline en az kendileri kadar hâkim, dişli bir Cumhuriyetçi rakip buluyorlar. Underwoodlardan farklı olarak çocuklu ve evcimen bir görüntü sunan Conway ailesi, tüm hayatlarını sosyal medyaya taşıyarak, siyasetin medyatikleşmesinde gelinen son noktayı özetliyor.

İletişim teknolojilerinin hızla geliştiği günümüzde medyanın topluma etkisi tartışmaları yerini kamusal-toplumsal alanların “medyatikleşmesi” tartışmasına bıraktı. Günümüzde evlilikten spora, siyasetten dine, akademiden bilime pek çok toplumsal alan “medyanın diliyle” konuşur hâle geldi. Politikanın medyatikleşmesi, politik kurumların medyaya giderek daha fazla bağımlı hâle geldikleri ve politikacıların politik görevleriyle işlevlerini yerine getirirken medyadan daha çok etkilendikleri bir sürece işaret ediyor.

Underwoodlarla Conway ailesinin medya aracılığıyla “kamuoyu algısını” yönetme mücadelesi, medyanın araç olmaktan çıkıp politikanın dilini belirlediğini ortaya koyuyor. Siyasal reklamcılık ve pazarlama tekniklerinin kullanıldığı, partili taraftarların yerini profesyonellerin aldığı seçim kampanyalarındaki dönüşüm süreci ilk olarak ellili yıllarda ABD’de yaşandığından, bu sürecin en iyi sahneye konuşunu Amerikan filmleri, dizilerinde izleyebiliyoruz. İdeolojik ve toplumsal argümanların yerini “tek adam kültünün” modern versiyonu olan karizmatik lidere bıraktığı bu süreç, Frank’in öyküsünde olduğu gibi siyaset algısının kişisel bir başarı mücadelesine dönüşümünün de işaret fişeği oluyor.

Prens’ten Başkan’a
Frank’in, kilisede tek başınayken söylediği şu tek cümle onun dünya görüşünün özeti niteliğinde: “Ne yukarıda, ne aşağıda teselli vardır. Sadece biz, küçük, yalnız, mücadele eden ve birbiriyle savaşan… Kendim için, kendime dua ediyorum.”

Frank Underwood, kendi tek kişilik dünyasının tanrısı. Babasının mezarına defi haceti ve İsa heykelinin yüzüne tükürmesi, din dışında da herhangi bir değer kümesi olmadığının altını çiziyor. Frank, halk ya da insanlık adına hiçbir yüce amaç taşımadan, Amerikan siyasetinde başkanlık merdivenlerine hızlıca tırmanırken modern siyasetin değerden uzaklığını ortaya koyuyor.

Machiavelli’nin başını çektiği modern siyasal felsefe, siyaseti “değerler” ve ideallerden arındırarak “olgusal politikayı” mutlaklaştırdı. Platon’un filozof kralı, Farabi’nin erdemli şehrinin “İlk Başkanı” ya da Kınalızade’nin yaratıcının yeryüzündeki gölgesi olarak gördüğü “erdemli sultanının” çağrıştırdığı hikmet ile siyasi eylemi birleştiren hükümdar kimliği, modern siyasetin doğasından uzağa düşüyor.

Siyaseti, her ne şekilde olursa olsun “iktidara gelme, iktidarda tutunma, iktidarı kullanma” sanatı olarak gören Frank, çoğu zaman siyasete bir tıp doktorunun hasta ve hastalık karşısındaki nesnelliğiyle yaklaşan Machiavelli’nin Prens’ini andırıyor. Ancak Frank ile, Machiavelli’nin yaşadığı çağda ülkesinin kaotik ortamına çözüm olarak sunduğu “amaca giden yolda her tür aracı meşrulaştırmanın” da ötesine giderek, dünyayı yakma pahasına siyaseti tek kişilik bir başarı öyküsüne dönüştürme sürecine tanık oluyoruz.

Özellikle sezon finalinde iktidarını sürdürebilmek için insanların kalplerine korku salmayı hedefleyen Frank, “gerekirse terörü biz icat ederiz” diyerek, Amerikan neo-muhafazakâr siyasetinin ilham aldığı Leo Strauss’un “soylu yalan” kavramını akla getiriyor. Irak’ta kitle imha silahları olduğunu bahane ederek, demokrasi götürmek iddiasıyla Irak’ı işgal eden Bush yönetiminin Amerikan halkının gözünün içine bakarak söyledikleri yalanın aslında hiç de soylu olmadığını ve çıkar savaşına dayandığını kısa süre içinde tüm dünya anlamıştı.

Frank’in uğruna terör yaratmayı göze aldığı şey de tıpkı neo-muhafazakârlar gibi sadece “güç istenci.” Bu anlamda insanı atomize edip, adalet arayışından ve değerlerden uzaklaştırarak, en ilkel düzeyde güç arayışının esiri hâline getiren modern siyasetin tecessüm etmiş hâli olarak ortaya çıkıyor Frank. Modern yaşamın, insanı basitçe bu istencin tutsağı haline getirişinin resmi olarak House of Cards takip etmeye değer bir seyirlik sunuyor.

 

 

 

Hilal Turan; Hayal Perdesi 52. sayı
İZDİHAM