Bir sandalda gidiyordum, deniz fırtınalıydı ve yiyeceğim,suyum tükenmişti, belki henüz son nefesime sıra gelmediği için bir parça umudum kalmıştı. Artık yaşamak istemiyordum ama ölmeye de hazır değildim. Umudumun son parçasına gelene kadar hiçbir şey yolunda gitmez. Bu, dünyanın beni sınama şeklidir çünkü. İşte tam o esnada ufukta bir ışık yanıp sönmektedir. Kollarımda kalan son güçle, çiseleyen yağmurla ve hafif dalgalarla ışığa doğru gidiyorum. Işık giderek yaklaşıyor ve yükseliyor. Yanıp sönmeseydi eğer, ay doğuyor zannederdim.
Bu arada bu olayların hepsi gri renklidir, ancak her şeyin kendine has bir grisi vardır. Yağmur grisi farklıdır, deniz grisi farklı, ben farklı, gökyüzü ve yıldızlar farklı.Yaklaşmaya devam ediyorum. Yeterince yaklaştıktan sonra bu ışığın bir deniz fenerinden geldiğini anlıyorum. Heyecanlanmıyorum, çünkü o kadar gri bir duygu içerisindeyim ki, başka herhangi bir şey hissetmek kalbimden gelmiyor. Sandal karaya yakın bir yerde kayalara çarpıp parçalanıyor. Ağır kıyafetlerimle yüzüp kayalıkların dibine geliyorum. Fenere ulaşmak için tırmanmam gerek, tırmanıyorum.
Fener çok eski. Çevresindeki çalı ve sarmaşıklara bakılırsa uzun yıllardır buralara kimse uğramıyor. Kapıyı hafifçe itiyorum. Çok nazik bir gıcırdama sesi geliyor. Sanki fener bana ” hoş geldin ” diyor. Gri hissimden ayrılmadan merdivenlerden yukarı doğru çıkıyorum. Gri bir mumdan saçılan gri bir ışıkla aydınlanan bir odaya giriyorum. İşte o an gözlerim gri bir fal taşı gibi açılıyor ve içim mutlulukla doluyor. Yıllardır aradığım kadını görüyorum karşımda. O da beni görünce gri gri parıldıyor bakışlarıyla.
Onu hiç görmemiştim, duymamıştım, hatta onun varlığından haberim bile yoktu. Ama aşık olmuştum. Uzun zamandır denizlerde olmamın sebebi o hiç bilmediğim ama aşık olduğum kadını bulmaktı.
Ve işte onu nihayet bulmuştum. Ancak onun bildiğimiz fiziksel anlamda yüzü yoktu. Dümdüzdü yüzü. Rüya olduğu için bu bana tuhaf gelmiyordu. Onun çok güzel olduğunu biliyordum.
Her neyse işte. Hiç konuşmadık. Bana sıcak bir çorba getirdi. Akabinde bir çay yaptı ki rüya olmasına rağmen tadı hala damağımda.
Sonra sabaha kadar, dizlerimiz üzerine oturmuş vaziyette karşılıklı bakıştık.Bir yüzü olmamasına rağmen çok güzel gri bakışları vardı. Yüzü yok diyeceksiniz ama o rüyada bir yüze gerek yoktu. Hiç konuşmadık çünkü birbirimizi anlıyorduk, bir şekilde birbirimizi çok iyi tanıyorduk. O kadar iyi tanıyorduk ki birbirimize bakarken tüm büyük acılarımızı, mutluluklarımızı, tatlı hüzünlerimizi filan bütün duygularımızı aynı anda hissedebiliyorduk. Bütün duygularımız birden kalbimize doldu. Öylece sabaha kadar oturduk.
Sabah olunca bana bir heybe hazırladı, omzuma yükledi. Fenerin arkası alabildiğince ormandı. Orman bitince bozkırlar, bozkırlar bitince çöller başlıyordu. Heybem yüklendikten sonra ona son bir kez bakmadan ormanda bozkır istikametine yürümeye başladım. Ona son bir kez bakamazdım. İnsan aşık olduğu zaman son bir kez bakmaz. Onu tekrar bulmak için, onu asla bulamayacağım taraflara doğru yol alıyordum. Onu bir kez daha bulursam tüm o harikulade büyü bozulacaktı çünkü.
Bu rüyadan uyandığımda neye uğradığımı şaşırmıştım ama henüz bazı şeylere anlam veremiyordum o dönemler. İlerleyen zamanlarda bir daha gördüm ve daha da olgunlaştıkça daha sık görmeye başladım. Ve sonra bir gün artık bunun bir rüya olarak kalmamasına karar verdim. Tüm kaçışlarım bir arayıştır bu yüzden.Umudumun son kırıntısına kadar onu arayacağıma tüm duygularım üzerine yemin ederim.
Muhammed Güleroğlu
İZDİHAM