28 Eylül 2017

Halide Edip Adıvar’ın İç Burkan Bir Hikayesi; Kabak Çekirdekçi

ile izdiham

Fazlıpaşa yokuşunda akşam olurken, tatlı bir meyille denize uzanan kırmızı damların üzeri kararır, koyulaşan denizin ta kenarındaki küçük minare, gölgeler içinden garip bir tarzda uzanır, uzak görünen ufukların renkli bulutları, siyah siyah gölgeleriyle şehrin üzerine doğru dağılarak gelirdi.

Fazlıpaşa akşamla siner, çekilirken garip, ince bir ses hâkim bir hüzün perdesiyle bu sessizliği yırtar gibi çınlatırdı:

“Kaaabaaak çekirdeği, taaaze taaaze yenir…”

Karanlık, sessiz evlerden çocuklar önce sönük, sonra telâşlı, birbiri arkasından haykırırlardı:

“Kabak çekirdekçi, kabak çekirdekçi!”

Bu dakikalar odamda, arkam pencereye dönük, eski koltuğa gömülür otururdum. Gözlerimi kapar, dışarıdaki akşamı tekrarlayan içimi seyrederdim. Esmer renkleri, sessizlik arkasındaki hayatıyla akşamın ruhunu o kadar iyi ve ezberden biliyordum. Bu ses de, bir akşam sesiydi. Yalnız garip bir cins eksikliği vardı. Bu bir erkek mi, kadın mı, çocuk mu? Sesin bu kadar yalvarmaya benzer, hüzne benzer bir perdesi olmasa belki ihtiyar bir çingene karısı diyecektim. Fakat o kadar zembereği olmayan ve özel yüksek perdesi olan bir sesti.

Bu ses, bu sessiz sokakta her zaman bir hayat uyandırırdı. Seslenen, gülüşen çocuklarla aralık kapılardan lâkırdıya karışan kadınlar işitirdim. Bilirdim ki Fazlıpaşa yokuşundan kadınlar ve çocuklar, hep bu sesin arkasından koşuyorlar; belki eğleniyorlar belki merhametsiz oluyorlar; fakat her halde bu ses sahibini seviyorlar. Kimdir? Merakım, uzun müddet beni yerimden kaldırmayacak kadar tembel kaldı.

Günler, belki aylar geçti. İçimdeki akşam manzaraları ve hayatı, bu sese bir parça olarak katıldı. Bir gün aynı yokuşta yaşayan küçük yeğenim bana dedi ki:

Eski gazeteleri bana verir misiniz, teyze?”

Yeğenimi tuhaf bir merakla süzdüm. Kitaplarıyla pek dost olmayan bu vahşî ruhlu küçük kızın eski gazete merakı bana bir muamma gibi göründü.

“Ne yapacaksın, kızım?”

Karşıda uzun minderde, o da, akşam gölgelerinin içinde bir kedi gibi toplanmış oturuyordu. Simsiyah gözlerinin ateşinden, sorumdan hoşlanmadığını anladım.

“İsmail Hakkı Bey’e vereceğim.”

Kendisi için bir şey ister görünmekten ürken kibirli, başıboş bir ruhu vardı ve onun için hemen cevap vermişti.

“İsmail Hakkı Bey kim?”

“Kabak çekirdekçi!”

Hemen, “O adam mı?” diyecektim, fakat yeğenimin gözündeki merak ve meydan okuyan öfkeli bekleyiş karşısında sustum. Demek, o sesin bir vücudu vardı ve küçük yeğenimin hayatında önemli bir rolü olan bir insandı.

“O, senin ahbabın mı?”

Başını gururla salladı. Anladım ki bu bir şahsiyet, ahbaplığı küçük yeğenimin ruhuna gurur veren bir sima. Fazlıpaşa yokuşu çocuklar dünyasındaki ünlü kişilerden biri. Onu ürkütmeden karanlıkta tatlı tatlı konuşmak yolunu hazırlıyordum.

“Gazeteleri ne yapacak? Kabak çekirdeğimi saracak?”

Yanaklarından alev çıkararak başladı. Siyah gözleri eğlenip eğlenmediğimi anlak için yüzüme batıp çıkıyordu. Ben, yüzümde tabiî bir tebessüm gölgesi bile bulundurmayacak kadar ciddî olmuştum.

“Gazeteleri okumak için ister. O vaktiyle kâtipmiş, kadro harici olmuş, burada evi varmış, satmış, Karagümrük’e taşınmış. Kimseden bir şey istemez, ama gazeteye dayanamıyor. Hele okula giden küçük bir kızı var; o olmasa kendi gazetesini de alır, bu kadar uzaklara da kabak çekirdeği satmaya gelmez. Hep sıkıntıyı onu okula göndermek için çekiyor.”

Boğazında bir yumru ile durdu:

“Bir gün ona vermek için gündeliklerimden biriktirdim, sakladım.”

“Aldı mı?”

“Yüzüme bir tuhaf baktı. Galiba gözlerinde yaş vardı.” ‘Kızım bu parayı niçin veriyorsun, kabak çekirdeği parasını verdin’ dedi. Sonra parayı avucuma tekrar koydu. ‘Sakın bir daha bir şey almadan kimseye para verme, vermek de, almak da çok ayıptır” dedi.”

Yeğenim çok üzgündü.

“Darıldı diye o kadar korktum ki. Ama ertesi akşam yine bizim kapının önünde durdu, benimle konuştu. Eski gazeteler varsa okuyacağını söyledi. Kapının önünde gazın (*) altında gazeteyi okuyup gidiyor. Şimdi beni çok seviyor ve akşam kızını anlatıyor. Bu yıl okulda nakış…”

Artık yeğenimi dinlemiyordum, içimde garip bir didiklenme olmuştu. O garip ses sahibini görmek  istiyordum.

Soğuk bir sonbahar ve sonraları boralı bir kış başladı. Akşamları gölgeler, karanlıklar, denizin uğultusu, Fazlıpaşa yokuşundan boğuk bir çığlıkla geçen büyük rüzgârlar saltanatı başlamıştı. Karanlık çökünce heyecanla kabak çekirdekçiyi bekliyordum. Onun hayatını o kadar biliyordum ki, gündelik adamlar arasında cesaret ve yüceliğin bir kahramanı olan bu sade insanın yüzünü görmek bana mutlaka lâzımdı. Fakat bir gün, iki gün, hatta haftalar geçiyor, kabak çekirdekçi geçmiyordu. Küçük yeğenim de pek meraklıydı. İkimizin ortak bir heyecan ve ilgimiz vardı. Akşam Fazlıpaşa yokuşunun üzerinden geçerken okul dönüşü bazan gelir, yine gölgeler içinde küçük bir kedi gibi büzülür, kabak çekirdekçiyi beklerdi.

Bir akşam kesici, dondurucu bir karayel fırtınası arasında zavallı bir sivrisinek inceliğiyle kabak çekirdekçinin sesini duydum. Müsteşar Bey’in evinin önündeki parlak ışıkta bir an görebildim.

Önce belki altı olmayan kocaman düğmesiz iki potin içinde yürümeye çabalayan değnek gibi iki çıplak ayak göründü; sonra etrafında parça parça pantolonu sarkmış iki bacak hareket etti. Çöp gibi boynun içinde kaybolduğu eski geniş bir redingot kalıntısı elektrik içinde belirdi, rüzgârla dağılan uzun, vahşî bir kır sakal ortasında zavallı, ince, mavi, hasta bir yüz, rengini kaybetmiş, bozulmuş bir fes altında öne doğru eğilerek arkasında götürdüğü ağzı bağlı kabak çekirdeği çuvalını çekmeye çalıştı.

Sesini ve kendini sürükledi geçti. Bir projektör içinde bir insan görmüş gibiydim. Dimağımda iki acı uç battı kaldı. Saat sekizdi ve kıştı. Kabak çekirdeği satarak Fazlıpaşa’dan Karagümrük’e gidecekti.

Ertesi gün kar başladı. O günlerde bir akşam, yeğenim soğuktan kızarmış gözleri ve burnuyla geldi. Ürkmesin diye lâmbayı yakmadım.

“İsmail Bey geldi.”

Uzun bir sessizlik, sonra yine:

“Dün akşam bizim kapının önünde gazın altında oturdu, kendi kendine yine uzun uzun sayıkladı.”

“Ne dedi?” dedim.

“‘Bir liram olsa, kabak çekirdeği alsam, üç yüz  kuruş kazanır mıyım, kazanamaz mıyım?’ diyordu. Galiba hasta. Tuhaf tuhaf konuşuyor. Karların üstüne çökü çöküveriyor.”

“Acaba üç yüz kuruşu ne yapacak?”

“Okula kızını takunya ile almıyorlarmış. Hoca, ‘Ayakkabı almazsan gelme’ demiş.”

“Ya!”

“Bir de, şimdi, yavaşça kulağımıza, kabak çekirdeğine para yerine ekmek vermemizi istiyor.”

Yüzümü yeğenimden saklamak ihtiyacında idim. Yüzümü cama yapıştırdım. Müsteşar Bey’in borada titreyen parlak elektriğine baktım. Belki yeğenim de yüzüne bakmadığıma minnettardı.

(*) Eskiden İstanbul sokakları havagazı lambasıyla ışıklandırılırdı.

Halide Edip Adıvar

İZDİHAM