Bela Tarr’ın Sinemaya Görkemli Vedası: Torino Atı
Tarr’ın bir derdi var. Bir röportajında; “Tanrı öldü ve ben yorgunum” diyor. Sinemaya veda ettiğini açıklıyor ve bunu yaparken adeta onu yendiğine dair son bir imza atıyor. The Turin Horse / A Torinói ló (2011) yönetmenin jubilesini yaptığı, son söz niteliğinde gerçek bir şaheser.
Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı ve FIPRESCI ödüllerini kazanan film -tıpkı diğer filmlerinde olduğu gibi- eşi Agnes Hranitzky, yazar dostu Laszlo Krasznahorkai, müzisyen Mihaly Vig ve görüntü yönetmeni Fred Kelemen’in de katkılarıyla perdeye oldukça radikal bir şekilde yansıyor. Düşünceyi ortadan kaldıran, sinemayı tamamen değiştirebilecek kadar güçlü bir film The Turin Horse. ‘Auteur’ sinemasının Kuğu Gölü gibi adeta; insanlığa yazılmış bir ağıt niteliğinde, sunumu üzerine odaklı, varoluşu sorgulayan saf ve yalın bir sinema deneyimi. Yine de belirtmeliyim ki; bu film herkese göre değil. Sinemanın sanatla buluştuğu noktanın temsilinden zevk alan bir sinefil olsanız bile size göre olmayabilir. Ama bu konuda iddialıysanız ve yedinci sanatın temsiline hayransanız, Bela Tarr’ın tarzına aşina olmasanız dahi felsefeyi seven biriyseniz mutlaka izleyin. Çünkü tüm duyularınıza hitap edecek olması bir yana, kusursuz bir sinematografi ve muhteşem bir mizansen ile unutulması güç duygular yaratacak olduğunun da garantisini verebilirim.
Film, Nietzsche’nin suskunluğa geçiş dönemi olarak bilinen içe kapanışının ardındaki hikaye ile başlıyor. Ünlü hikayeye göre; Friedrich Nietzsche, 1889’da Torino’da yürürken bir fayton sürücüsü ile karşılaşır. Faytoncunun, tüm baskılarına rağmen hareket etmeyi reddeden atını öfkeyle kırbaçlaması sonucunda, Nietzsche bir anda faytona atlar ve hüzünle atın boynuna sarılarak ağlamaya başlar. Bu olayın sonrasında evine kapanır ve önce günlerce sürecek olan bir katotoniye maruz kalır, ardından ölümüne dek devam eden suskunluğu başlar. Nietszche’nin bu yoğun duygusal durumuna sebep olan nedir? Daha da önemlisi, peki ata ne olmuştur? İşte bu soruyla yola çıkıyor Bela Tarr. Atın akıbeti konusunda hiçbir şey bilmediğimiz bir açılış öyküsüne cevap veriyor film. Kaos ve kozmosun birleştiği nokta gibi görünen rüzgarlı ve çorak Macar ovası, ıssızlığın ortasında bir çiftlik ve hayatlarında hiçbir konfora yer olmayan bir baba-kız ve atın öyküsüne tanık oluyoruz. Macar çiftçi Ohlsdorfer (János Derzsi) ve kızının (Erika Bók) mütevazi yaşamlarını, kederli atlarını, birbirleriyle olan sessiz, usta ve zarif etkileşimlerini, kaderlerinin şekillenmesini siyah-beyaz fakat yoğun bir anlatımla tıpkı bir röntgenci edasıyla ve adeta hayatlarına açılan sihirli bir pencereden izliyoruz. Uyuyorlar, uyanıyorlar, giyiniyorlar, yemek yiyorlar, günlük işlerini yapıyorlar, atlarını hazırlıyorlar. Çok sert koşullarda ve çok az şeyle yaşıyorlar. Aslında yaşamıyorlar, sadece hayatta kalmaya çalışıyorlar. Sonsuz bir rüzgarla lanetlenmiş, her şeyden uzak, çorak bir çiftlikte yaşayan baba, kız ve at… Dünyaya açılan ekran niteliğindeki ufak pencereleri, günlük işlerinden arda kalan kısacık zamanlarında oyalandıkları tek şey. Tarr, filmini tıpkı bir belgesel gibi koyuyor onu ortaya. Hatta objeleri, sesleri ve dış ortamı da yardımcı karakterler olarak dahil ediyor filmine. Rüzgar, evin penceresi, oradan gördükleri manzara ya da yemek masası tıpkı baba, kız ve at gibi filmin oyuncuları oluveriyorlar. Minimalizm ve realizmi kusursuz bir şekilde iç içe geçirerek seyrin her anında görkemli sahneler yaratabiliyor usta yönetmen. Mihaly Vig’in yürek delen müzikleriyle birleşen kesintisiz rüzgar da, hikayenin vahşi ve vurucu bir atmosfere kavuşmasında oldukça yardımcı oluyor. Vig’in müzikleri ile adeta filmin ruhu besleniyor.
Nietzsche’nin Şen Bilim (Gay Science) adlı şiir-romanının açılışında yanan bir mumun yavaşça sönmesi ile Tanrı’nın da ölümünün kanıtlanması anlatılır. Bela Tarr ‘Yaradılışın 6 Günü’ne atıfta bulunarak, bize altı günde gelişen bir anti-genesis hikayesi sunarken bu öyküye de yeni bir yorum getiriyor. Ayrıca Samuel Beckett’ın Godot’yu Beklerken adlı romanının da Tarr’ın sinizmi ile filmde hayat bulduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı Godot’yu beklemek gibi, ne için olduğu belli olmayan bir bekleyiş söz konusu. Godot devrimden yokoluşa dek her şey olabilir. Tüm bunların ışığında bir alegori ortaya çıkarıyor. Ve tam bu noktada bir komşu olarak içeri buyur edilen Bernhard karakteri (Mihály Kormos) dahil oluyor hikayeye. Böylece filmin tek monoloğu çıkıyor karşımıza; artık hayatın iyi ya da güzel olamayacağına dair. Bernhard “Tanrı Öldü” demiyor belki açık açık ama tıpkı Nietzsche gibi anlatıyor insanın kendi kaderinden sorumlu olduğu halde yine de kendisinden daha büyük güçlere bağımlı olduğunu. Bu belki tanrıdır, belki doğa. Bu monoloğun ışığında Milan Kundera’nın dayanılmaz hafifliğinin aksine, varolmanın dayanılmaz ağırlığı üzerine bir sonlanış hikayesine dönüşüyor film. Hiçbir iyi enerjinin, en ufak bir umudun olmadığı bir ortamda sadece mekanik bir yaşam sürdürmenin, bir anlamda ışığın karanlığa gömülmesinin ve bitişin hikayesi.
Tarr’ın estetik anlayışı sanat-film olarak yaygınlaşmış olan basmakalıp modelin çok ötesinde. O bize zevkli ve akıcı bir seyir değil, takdire şayan bir sinema eseri sunuyor. Yönetmen, filmlerinde Andrei Tarkovsky’nin ünlü tekniğini kullanıyor; 146 dakika süren The Turin Horse sadece 30 çekimden oluşuyor. 30 çok uzun, çok zorlu ve oldukça büyüleyici çekim. Ve buna rağmen, filmin her saniyesi kusursuz bir fotoğraf karesi niteliğinde. Bir de yaratılan mizansenin başarısı var ki; uzun süreli plan sekanslar göz önüne alınınca, böyle büyük bir ustalıkla ortaya konması herkesin harcı değil. Sonuçta bu nedenle izleyici de filmin içine gerçek zamanlı olarak girebiliyor. Yönetmen kendisini sadece Cassavetes ve Tarkovsky ile kıyaslıyor ve bu adamların en büyük özelliği hikayeyi kısa planlara sığdırmaktan hoşlanmıyor olmaları. Tarr da senaryonun edebi bir eser olduğunu ve ikinci planda kalması gerektiğini savunarak, bu ölçekte kendi dilini yaratıyor. Böylece konvansiyonel ve konformist anlayışın tam karşısında duran, bir benzeri daha olmayan anlatımlar koyuyor ortaya. Gençliğinde filozof olmayı istemiş biri olarak ilhamını felsefeden, yoksunluktan, çirkin insanlardan alırken insana dair en dürüst portreleri de yaratmış oluyor. 30. İstanbul Film Festivali’ndeki sunumunda “Bu filmi gözleriniz ve kalbiniz ile izleyin” demişti Bela Tarr. Bu eleştiriyi yazarken, ben de onun önerisine uyarak filmi daha iyi anlamaya başladığımı düşünüyorum. İlk izlediğimde mideme oturan taşın ağırlığı ve Tarr’dan yediğim tokatla iyice afallamış, uzun bir süre boyunca kendime gelememiş, konuşmak istememiştim. Yarattığı alegorisi dehşet verici ve anlatım tarzı çok acımasız olsa da, The Turin Horse izlediğiniz her şeyi tersine çevirip hayatın doğal seyrini açığa çıkarıyor. Tıpkı şafaktan önceki en koyu karanlığın, ışığın kısa süre sonra tekrar doğacağını müjdeliyor olması gibi.
* Eklemeden Geçemedim:
1. Sanıldığının aksine filmde Ohlsdorfer’in kızının okuduğu kitap İncil değil, yazar Laszlo Krasznahorkai’nın edebi bir eseri.
2. Bela Tarr’ın kariyerinde yaklaşık 8 saat süren Satantango (Şeytan Tangosu) gibi bir filmi bulunuyor ki; ünlü yazar Susan Sontag; her planı ayrı bir kısa film niteliğinde olup sadece 12 plan sekanstan oluşan bu filmi her yıl bir kere izlemek gerektiğini söylemiştir.
Tuna Emren, Öteki Sinema
İZDİHAM