Bülent Parlak, Kürt Kızının Elleri
En çok kıyameti ertelerdim onu gördüğüm vakit. Onu gördüğüm vakit dünyada yer kalmazdı kimseye.
O küçücük şehre bir salgın gibi dağılırdı sessizliğimiz. Özer’in ve benim. Biz o küçük ilçede kendimize sığınmayı ona bakarken öğrendik. Ona bakmak çaresizliğe bakmaktı. En çok da gölgemizden kurtulmak için döndüğümüz köşeler aklımda benim.
Özer’i üniversiteden sonra biraz kilo almış, biraz saçları dökülmüş, artık gülerken aniden ciddileşen mimiklerini görünce şaşırmıştım. Bizim Özer ile hikayemiz de en çok işte o pastanede başladı.
Belki de dünyanın en uzak pastanesiydi orası. İki yıl kalmama rağmen adını öğrenemediğim, iyi bir rüya gibi ortalıkta gezen kız ise dünyanın belki de bize en uzak kızıydı.
Pastaneye her gidişimizde olmadığını bilerek Türk kahvesi isterdim O’ndan. Kahveyi çok sevdiğim söylenemez aslında. Hatta hiç sevmem. Ben kahveyi en çok evde kalmış kızlara yakıştırırım. Ama dedim ya iyi bir rüya gibi ortalıkta salınan kız, en çok kahve istediğimizde masamızın yanında beklerdi. Çay istediğimizde hemen getirir, getirdiği gibi de hemen giderdi.
Bu pastane yolun karşısındaydı. Zaten o küçük şehirde iki pastane vardı. İkisi de yolun karşısındaydı.
Adı Helin miydi, Rojin mi, Hülya mı, Elizabeth mi bilmiyorum ama orada çalışmaya başladığından beri o pastane yolun hep karşısında kaldı.
Tabelası bir reklamcının elinden çıkmış birkaç yerden biriydi orası. Devlet dairesine girerken efendisinin önüne çıkmış gibi saygıda hiç kusur etmeyen adamların ne için orada olduğunu anlamadığı, Özer ve benim beynimize ise hayret olan bir yer.
Kaç masası, kaç sandalyesi, kaç kül tablası olduğunu saymak aklımıza bile gelmezdi. Çünkü ne zaman o pastaneye gitsek en kimsesiz, en sessiz, en patronsuz masaya otururduk. Çünkü her şeyin bittiği yerde o çoğalıyordu.
Ne zaman oraya gitsek gazete okur gibi yapardık. Terler dökerek, heyecandan titreyerek ve biraz da utanarak geçtiğim bana upuzun gelen koridordan gelmesini beklerken.
Ben Özer’e fark ettirmeden aklımdan birçok konuşma başlatır, hiçbirini ona yakıştıramayıp o masaya doğru yaklaşınca unuturdum.
–Türk kahvesi var mı acaba?
-Yok, ama patronuma söyleyeyim. Malzemesini alırsa yaparım. Zaten pek kahve yapmasını bilmiyorum. Ama öğrenirim. Çok zor değil sanırım, biraz su, biraz kahve. Ama cezve de yok ki.
Çaylarımızı getirir getirmez tezgâhın arkasında dışarıyı seyretmeye başlayan kızın cevapları sadece biz kahve istediğimizde uzuyordu. Ben kahve istemesem Özer hemen kulağıma fısıldıyordu: “Türk kahvesi var mı?”
Gözleri; o Kürt gözleri kahve kokardı. Elleri; o Kürt elleri orta şekerli, bol köpüklü.
Başka masalarda oturan ve devamlı alacakları yirmili yaşlarda tekaüt parasını hesaplamaya başlayan hepsi öğretmen ama hiçbiri tok olmayan arkadaşlarımız söze dalardı: “Kahve yapılmasını da biz öğretelim bari!” Ne yavan kalırdı o sözler! Hiç bilmediler.
Tekrar tekrar okuduğumuz gazete sayfaları bitip, tekrar tekrar içtiğimiz çaylar artık adisyonlara sığmayınca boş bardakları masamızdan toplamak için O gelirdi. Hemen gidesimiz gelirdi. Bu gidiş; yeniden pastaneye gelmemize sebep olacağı için bana da, Özer’e de dayanılmaz çekici gelirdi.
O küçük, o her yerden uzak şehirde boydan boya gezip saatlerin geçtiğini sanarak tekrar dönerdik pastaneye. Aynı masa, aynı gazetenin aynı sayfaları. Kızaran yüzümü heyecandan titreyen ellerimle kapatmaya çalışırken. O biraz daha masamızın yanında kalsın diye daha çok soru sorar, daha çok kahve ister, daha çok utanırdım. Gazeteye başımı gömerken yine Türk kahvesi isterdik. Ya Özer, ya ben.
Pastaneden ayrılırken tezgahın arkasından salınarak çıkar bizi yolcu ederdi. “Patronun cezve alsın.” demeyi her zaman unuttum. Günler geçtikçe cezveye de, patronuna da düşman olmuştuk. Türk kahvesinden çok Kürt kızının orada duruşunu seviyordum. Olmayan kahvenin kokusunu, birkaç soru-cevap arasında bana, sana ve dünyaya sinmesini seviyordum.
Hiç içemedik o kahveyi. Ne karşılıklı, ne de senin elinden. Ama sen Kürt kızı! Türk kahvesi koktukça tüm farklılıklar orta şekerli, tüm pastaneler yolun karşısı.
Bülent Parlak, Yalnızlığın İcadı (1984)
İZDİHAM