Esra Okutan, Nesil Kokusu
Anahtarı her çevirişinde içerideki koku biraz daha hissediliyor; kapı açılınca keskinleşiyordu. Girişteki karanlık, açılan kapı ile biraz olsun aydınlanmıştı. Odanın küçük bir penceresi olmasına rağmen, açılan o kapı kadar aydınlatmıyordu içeriyi. Günün her saatinde o kapı hep açık kalmalıydı. Kapanırsa ayıptı. Sabah ezanıyla açılır, herkes uyuyunca kapanır ve bu döngü hayat boyu devam ederdi.
İnsanın bedenine sinen ve hiç geçmeyen tek koku, geçmişin kokusudur. En kaliteli parfümler bile o kokuyu bastırabilecek güçte değildir. O evde hâkim olan tek koku ise, keskin bir naftalin kokusuna karışan nem kokusuydu. Bu kadar keskin olmasının altında yatan tek nedenin anıları yok etmek olduğunu düşünürdüm o zamanlarda. Yoksa neden başımızı koyduğumuz yastık, örttüğümüz yorgan, duvardaki büyük saat, yerdeki minderler naftalin kokardı ki? Bir şeylerin üstü örtülmeye çalışılıyordu fakat henüz nedenini idrak edemiyordum.
Evin bulunduğumuz kısmı bizim yaşam alanımızdı. Yemek de orada yenilir, çay da orada içilirdi. Oraya bağlanan yedi tane kapının biri mutfağa, biri de banyoya açılırdı fakat diğerleri her zaman kapalı ve kilitliydi. Ben ve öteki çocuklar kapalı kapıların ardında ne olduğunu o kadar çok merak ederdik ki her birimiz birer kapı seçip deliğinden bakarak birbirimize orada ne gördüğümüzü tek gözümüz kapalı hâlde söylerdik. Hepimizin gördüğü ortak şey, beyaz bir duvarın ve duvara asılı bir örtünün olduğuydu. Üstünde geyik resmi vardı. Onun geyik olduğunu da boynuzlarını gördüğümüz için bilirdik. Her yaz bir araya geldiğimizde o kapılardan birini açık görebilme umuduyla ninemin evinde toplanıp aynı oyunu oynardık fakat sonuç, o kapıların kilitli ve hepsinde aynı şeyin olduğuydu.
Anahtarları çorap lastiğinden yaptığı bir anahtarlığa takan ninem, onları bağlayıp şalvarının lastiğine dolayarak gizli bir cepte tutardı. Bu yüzden şalvarının sağ tarafı sol tarafından daima kısa dururdu. Evimize gelenler ya da evlerine gittiğimiz insanlar ilk önce hep ninemin şalvarına bakarlardı. İkimizin bildiği o dilde, sağ paçasını uzun dikmesini söylerlerdi. Bu sayede anahtarlık yüzünden katlanan şalvar orantılı hâle gelebilirdi.
Bacakları tombul ninem otururken de hep beni güldürürdü. Önce eğilip ellerini mindere sabitler yavaş yavaş bir bacağını kırıp kalçasını hızlıca mindere oturturdu. Sonra uzun kalan bacağını bağdaş kurmak için kendine doğru çekerdi. Bu hareketinde bile nefes nefese kalan ninem, başörtüsünün önündeki bağlı kısmı hep çözerdi rahat nefes almak için. Henüz çocuk olan bizler de artık her hareketini ezberlemiş ve neler yapacağını aramızda konuşup gülüşerek, o yapmadan önce birbirimize söylerdik. Bunu bilen ninem ona güldüğümüzü bildiği hâlde asla bize kızmazdı. Kötü niyetle gülmediğimizi o da bilirdi.
Her çocuğunun ayrı evi olmasına rağmen ninemin evinin onlar için garip bir etkisi vardı.Tabii bizler için de. O sıcaklık, samimiyet kendi evlerinde yoktu. Her evladı iyi evlilik yapmış da olsa, huzurlu bir hayatı da olsa, o evin farklı bir büyüsü vardı. Orada yenilen yemek de içilen çay da edilen sohbet de bizlerin evinde yoktu. Bana kalırsa o ev pek çok nesli ağırladığı için vazgeçilemiyordu. Büyük büyük dedelerim, onların evlatları, yeğenleri, çocukları, torunları o dört duvarlı, kapıları açılmayan bu evi, onlar vazgeçilmez yapmıştı. Anılar o evi yaşatmıştı.
Büyüdüm ve hâlâ o kapılar açılmadı. Beraber büyüdüğümüz çocuklar evlendi, o kapılar yine kapalı kaldı. Ninem yine o evde. Temelinde akreplerin, böceklerin, kertenkelelerin cirit attığı; ara sıra aramıza katıldığı nem kokan o çürümüş evde…Hâlâ o eve gidiyorum, ninemin özenle koruduğu eve…Düşünüyorum. Benim evim hiçbir zaman öyle olmadı ve olmayacak biliyorum. Koca bir nesli taşıyan ev ile benimki bir olur mu hiç? Öyle görünüyor ki evimde benden başka nesil de olmayacak. Zira benden önce de yoktu.
Yirmi yılın ardından bir gün o kapılardan biri açıldı. Ninem çorap lastiğinden yaptığı anahtarlığını çıkarıp en merak ettiğim odayı açmıştı. Naftalinle karışan nem kokusunu daha güçlü hissettim. Eski eşyaların, çürük tahtaların ve soğuk duvarlarına işleyen yaşanmışlıkların ayakta tuttuğu o odanın içini ilk kez yirmi sekiz yaşımda görebilmiştim. Belki bu yüzden naftalin ve nem kokusunu hep sevdim. Yıllarca kilit vurulan odaya, nedendir bilinmez, sadece kapısından bakmıştım. İçine girmeme mâni olmamasına rağmen giremedim. Kapıda beklediğimi fark eden ninem ‘’Bu kadar eşyayı niye saklıyorsun?’’ diye sormadan cevabını vermişti. ‘’Bu eşyaları bir tek sen saklayabilirsin’’ dedi. Çünkü küçüklüğümde kapı deliklerinden bakarken hep bu odayı seçermişim farkında olmadan. Bu kapının deliğinden bakan bütün çocuklar kokuya dayanamayıp başka kapıya giderlerken, ben uzun uzun orada kalırmışım. Benim hafızamdan silinen bu olay, ninemin hatırlatmasıyla birdenbire canlandı. Haklıydı. Ben bu kokuyu o zamandan beri seviyordum. Ama bu eşyaları neden saklamam gerektiğini o zamanlar henüz anlayamamıştım. Yeni yeni idrak edebiliyorum. Sanırım ninem bu kokunun kendisinden sonra da yaşatılmasını istiyordu. Bu eşyaların bir nesli birleştireceğine inanıyordu. Anlaşılan büyük bir sorumluluk beni bekliyordu. Çünkü geçmiş, naftalin kokardı fakat o kokuyu herkes sevmezdi.
Esra Okutan
İZDİHAM