Mesut Bostan İle Konuştuk: “İslamcılarla Solcular Arasında Türk Sinemasına Bakışta Pek Bir Fark Yok”
Mesut Bostan, çabası ve incelikli çalışmalarıyla Türk düşüncesi adına umut vadeden bir akademisyen. Türkiye’de akademinin kendini toplumuna ve dünyaya kapatan genel eğiliminin dışında bulunuyor. Türk sinemasıyla biraz da bu yüzden yoğun ilişki içerisinde. Bostan, yakın zamanda Ketebe Yayınları’ndan çıkan “40 Soruda Türk Sineması” adlı kitabın da editörlüğünü yaptı. 40 ayrı yazarın kaleme aldığı kitapta Türk sineması’nın genel bir görünümü sunuluyor. Mesut Bostan ile Türk sinemasını merkeze alarak, Türk toplumunu ve Türk düşüncesini konuştuk.
Söyleşi: Mücahit Gündoğdu
Türk sinemasıyla nasıl irtibat kurduğunuzu merak ediyorum. Evet, Türkiye’de yaşayan herkes çok doğal bir şekilde Türk filmleri izliyor ama siz bu filmlerin üzerine düşünme eğilimindesiniz. Sizi oraya ne itiyor?
Türk toplumunun ilgilerini, zevklerini ve siyasetini anlama çabası diyebilirim. Türk sineması geçmişte büyük oranda görmezden gelinmiş bir kültür pratiği. Bugün de bu tavır güçlü bir eğilim olarak hala mevcut. Bir yandan da “modernlik nostaljisi” ifadesiyle karşılanan Türk sinemasına bakışta yeni gelişen belirli bir başka eğilim de var. Geçmişte Türk sineması üzerine düşünmek ya da düşünmemek söz konusuydu. Bugün yeni olan geçmişte Türk sineması üzerine çok da düşünmeye gerek yok diyen tavrın Türk sineması üzerine belirli bir düşünme biçimini önermeye başlamalarıdır. Bununla ilişkili olarak Türk sineması ifadesine yönelik de düşünsel boyutu liberal konsensüsün dayattığı politik doğruculuktan ibaret olan bir gıcıklık da var. Konuyu biraz dağıttım sanırım. Ne diyorduk? Türk sineması. Bugün Türk sinemasının seyircisi televizyon dizilerini izliyor. Biraz cebinde para olanlar hafta sonu komedi filmlerine gidiyor belki. Bugün Türk sineması üzerine düşünmek için bakmamız gereken diziler biraz da artık. Geçmişten bugüne Türk sinema seyircisinin beğenisinde bir süreklilik olduğunu düşünenlerdenim. Türk sineması üzerine düşünmek de bu yüzden geçmişe dair bir şey değil benim indimde. İsrail’de izlenme rekorları kıran Türk dizisini anlamak için de bugün Türk sineması üzerine düşünmek gerekiyor. Yani başta söylediğimi revize etmeliyiz belki. Sadece Türk toplumunu değil modernlikle ilişkisi ne düzeyde olursa olsun onunla tam olarak hemhal olmamış ve bunun ötesinde ona direnç gösteren toplumların duygu durumunu anlatıyor Türk sineması. Modernlikle hemhal olmak da aslında zaten imkansız bir amaç. Bu yüzden en geniş manasıyla Türk sineması üzerine düşünmenin bize sunduğu şey modernlik tecrübesini bastırdıklarıyla, dışarıda bıraktıklarıyla, ifade düzleminden dışladıklarıyla yani tersinden anlama imkanıdır.
Peki söz modernlik bahsine gelmişken, Türkiye’de modernliğin uygulanmasını konuşalım istiyorum. Türkiye’de toplum bir bütün olarak ya da parça parça modernleşmiştir denilebilir mi? Bir de Türk sosyolojisinde her konunun bir şekilde modernizme götürülmesine ne diyorsunuz? Yani modernlik konuşulmadan Türk toplumunun meseleleri tartışılamaz mı?
Modernlik, modernleşme, modernizm… Üçü ayrı olguları işaret ediyor. Sosyoloji genel manasıyla modernliği anlamaya çalışmak üzere gelişmiş bir disiplin, ya da daha doğru bir ifadeyle literatür. Türk sosyolojisini de modernlikten ayrı olarak düşünmek mümkün değil. Modernleşme ise İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan sosyal bilim çevrelerinin hakim kıldığı bir paradigma. Bu paradigma modernliğin son aşaması kabul edilen Amerikan kapitalizminin Batı dışı toplumlara yayılışını sorunsallaştırıyor. Bunun belirli bir toplumsal tecrübeyi anlamanın ötesinde siyasi bir proje olma vasfı da açık. Bundan bağımsız düşünmek elbette mümkün. Bahsettiğiniz sorun da aslında bununla ilgili. Fahrettin Altun’un bu meseleyi iyi bir şekilde özetlediği bir kitabı var. Ona bakılabilir. Modernizm ise daha çok sanatla ilişkilendirilen bir kavram. Ama diğer alanlara da teşmil ediliyor. Yine de ilk çıktığı noktanın sanat olması bu alanlardaki anlamını da etkiliyor. Modernizmi modernliğin eleştirisi olarak almak mümkün kabaca. Türkiye’ye dönersek şöyle ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Modernleşme paradigmasını Türkiye’de yaygınlaştıranlar kendilerini sosyalist olarak tanımlayan insanlar oluyor 1960’lı yıllarda. Öte yandan politik modernizmin Türkiye’deki en güçlü örneği ise İslamcılık. İslamcı entelektüellerin çoğunun edebiyatçı olması da bu açıdan manidardır. Genel olarak Türkiye’de entelektüeller edebiyat kökenlidir. Ama İslamcılık açısından bu neredeyse tamamen böyledir.
Türk solu ile İslamcıları karşılıklı ele aldığınız zaman, iki grubun Türk sinemasına bakışında ne gibi farklar ya da benzerlikler görüyorsunuz?
Türkiye’de İslamcılarla solcular arasında Türk sinemasına bakışta pek bir fark yok aslında. Türk sinemasının kitleselleştiği süreçle Türkiye’de entelektüellerin solculaşması senkronize bir şekilde gelişmiştir. 1950’lerden başlayan bir dönemi kastediyorum. 1960 sonrası bu solculuk temayülü giderek sosyalizanlaşmaya yerini bırakır. Türkiye’de sinema eleştirisi bundan sonra kurumsallaşmıştır. Kurumsallaşırken de daha çok 1960’ların çok da incelikli olmayan bakış açısını temel almıştır. Bugüne dek çeşitli kırılmalar geçirse de alttan alta Türk sinemasına dair yargılarda bu çerçeve hala etkindir. 1960’lı yıllarda Türk sinemasına dair tartışmalar ve bu tartışmaların polemik düzeyindeki yüzeyselliği bugün bile Türk sineması üzerine yazan çizen insanların zihninde belirleyicidir. Bugün bu tartışmalardaki tarafları sağ-sol diye ayırma temayülü yaygın. Ancak o dönem aslında bu sol içi bir tartışmaydı. Yani tek bir sol bakış da yok. Ancak tartışmaların olumsuz etkisi fikri manada bir verim ortaya koyabilecek bu ayrımları da ortadan kaldırdı. Öte yandan yine 1960’lardan itibaren soldaki tartışmaların tetiklemesiyle İslamcılar da bu konulara ilgi duymaya başladı. Ancak biraz haksızlık etmek pahasına İslamcıların bu konuda solcuların (iki tarafın ayrı ayrı) öğrencileri olmaktan çok da ileri gidemediklerini söylenebilir. Üstelik özellikle sinema eleştirmenliği alanında bu çerçeveyi daha da darlaştırmışlardır. Türkiye’de sol Türk sinemasını (ya da o zamanki tabirle Yeşilçam sinemasını çok karikatürize bir şekilde) “ezan-mezarlık-gözyaşı” üçgeninde (Google’da aratınca yerel bir gazetede bir köşe yazısında çıkıyor. Ama o dönemki yazılarda birkaç ekleme çıkarmayla farklı kompozisyonlarda hep bu eksende değerlendirilmiştir.) “feodal” bir kültürel pratik olarak görmüş ve tasfiye edilmesi gerektiğini düşünmüştür. İslamcılar da bu dar bakış açısını Yeşilçam’ı “bir fuhuş yuvası” ve bir “azınlık kültürü” olarak görmek şeklinde kendi özgün katkılarıyla daha da darlaştırmışlardır. Tabii bunları vasata dair söylüyorum. Türk sinemasına dair özgün ve derinlikli yorumlar yapan birçok yazar oldu her iki cenahta da.
Editörlüğünü yürüttüğünüz, 40 yazarın 40 ayrı yazıyla katkı sunduğu “40 Soruda Türk Sineması” adlı kitap yakın zamanda yayımlandı. Bu kitabın doğum hikâyesini anlatır mısınız?
40 Soruda Türk Sineması Ketebe Yayınları’nın 40 Soruda dizisinin bir parçası olarak tasarlandı. Öncesinde aynı diziden roman, öykü ve postmodern edebiyat konulu kitaplar çıkmıştı. Bir kişinin oturup yazdığı bir kitap yerine soruşturma formatında bir çalışma olması düşünüldü. Böylelikle ortaya bu yönüyle bir giriş kitabı çıktı. Bir yönüyle de aslında 40 ayrı yazarın Türk sineması üzerine çeşitli meseleler üzerinden düşüncelerini yansıtan bir soruşturma kitabı olarak bugün Türk sinemasına nasıl bakıldığını ortaya koyan bir kitap oldu. Tabii burada bir fotoğraf çekmiş olduk. Kadrajını, odağını, filtresini biz belirledik. Ama sonuçta her yazar meseleleri kendi meşrebince ele aldı. Bazı yazılar daha bilgilendirme edasına sahipken bazıları daha düşünmeye sevk edecek şekilde oldu. Nihayetinde Türk sinemasına dair genel eğilimlerin dışında düşünce yönü ağır basan bir çalışma olduğunu söyleyebilirim.
Türk edebiyatıyla Türk sinemasının ilişkisinin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kaldı mı o eski senaryo yazarı edebiyatçılar?
Öncelikle şunu söylemek lazım sanırım. Edebiyat ve sinema birbirine yakın görünse de aslında mantık olarak çok farklı iki alan. Sinemada edebiyat uyarlamalarının yoğunlukta olduğu dönem ilk dönemdir daha çok. Batı’da modernist sinema akımlarının ortaya çıkışı, itirazları, biraz da edebiyat uyarlamalarına dayanan dönemin “kitabi” sinemasına karşıdır. Bizde ise buna benzer bir yaklaşımı Metin Erksan ve Lütfi Akad edebiyat uyarlamalarında sinemanın özerkliğini gözeterek ortaya koymuşlardır. Ancak Türkiye’de sinema eleştirisi kurumu sinemayı edebiyatın bir basamak altına yerleştirdiği için edebiyat uyarlamaları yoluyla sinemaya bir değer aktarımı yapılması gerektiği fikrini yaygınlaştırmıştır. Bu fikir birçok yönetmene de sirayet etmiştir. Bugün de durum yönetmenlerin çoğu açısından bu minvalde. Büyük yönetmenlerimizin en çok referans verdikleri kaynakların Rus romancı ve hikayeciler olması da bununla alakalı. Tabii bu noktada bir “etkilenme endişesi” de söz konusu olabilir. Yönetmenlerin en azından ifade düzeyinde üzerlerindeki en büyük etkiyi sinema alanından değil de edebiyat alanından göstermeleri asıl etkiyi gizlemeye yönelik olabilir. Son soruyu gelirsek, kaldı tabii senaryo yazarı edebiyatçılar. Romancılarla işbirliği yaparak çekilmiş filmler ve dizileri özel bir entelektüel ilgi görüyor hala. Sürekli bazı romanların sinemaya aktarılması söylentileri çıkıyor. Bunlar elbette, başta söylediğimden devamla, sinemanın muhayyilesinin zayıflığına işaret ediyor. Ya da şöyle söyleyelim, belirli bir sinema seyircisinin sinema zevkinin zayıflığına işaret ediyor. Edebiyatın sağladığı kültürel sermaye daha yüksek. İnsanlar da buna talipler aslında.
Mücahit Gündoğdu
İZDİHAM
İzdiham Notu: Evladım! Diye haykırdı; bu ülkede ilerici, gerici, sağcı, solcu yoktur. Namuslu insanlar ve namussuz insanlar vardır. (Cemil Meriç)