3 Temmuz 2020

61 Yıllık Gizem; Dyatlov Geçidi

ile alef

Bir grup öğrenci, kışın ortasında Ural Dağları’nda bir gezintiye çıkmıştı. Açıklanamayan yaralar içeren ve radyasyona maruz kalmış cesetleri, olayı daha da anlaşılmaz kılan konumlarda bulundu. “Dyatlov Geçidi vakasının” gizemi, 60 yıldır pek çok komplo teorisine ilham kaynağı oldu. BBC muhabiri Luch Ash, grubun takip ettiği rotayı izleyerek öğrencilerin hikayelerini fotoğraflar, günlükler ve mektuplarla anlatıyor, uzmanların yorumlarını aktarıyor.

Telefon çaldığında Tatyana’nın annesi mutfakta turta yapıyordu. O yüzden telefonu 12 yaşındaki kızı Tatyana açtı. Tanımadığı bir erkek, “Evde yetişkin biri var mı?” diye soruyordu. Tatyana telefonu abisine verdi.

“Abime, kardeşimiz İgor’un öldüğünü söylediler. Sonraki gün ailem üniversiteye çağrıldı ve kabus başladı” diye anlatıyor.

Tatyana bugün 70’lerinde bir büyükanne olsa da 1959’daki o günü dünmüş gibi hatırlıyor. Tatyana’nın annesi, İgor’un arkadaşlarıyla geziye gitmesine karşı çıkmış, mezuniyetinin yaklaştığını ve bu yüzden tezine odaklanması gerektiğini söylemişti.

“Ama ona yalvardı, ‘Son bir kere gideyim anne’ dedi. Gerçekten de son seferi oldu” diyor Tatyana ve ekliyor:

“Annem bu kaybı asla kabullenemedi, 23 yaşındaki oğlunun geziye katılmasına izin verdiği için kendini hiç affetmedi. Özellikle de böyle korkunç ve anlaması güç bir ölüm olduğu için…”

Soğuk Savaş’ın zirveye ulaştığı yıllarda, İgor Dyatlov’un liderliğinde 10 öğrenci, Avrupa ve Asya’yı ayıran Ural Dağları’nda geziye çıkmıştı. Tümü Yekaterinburg’daki Urallar Politeknik Enstitüsü’nden tecrübeli kayakçılar olan genç kadın ve erkeklerden yalnızca biri hayatta kalacaktı. Dokuzunun cesedi ücra bir dağın tepesinde, korkunç ve izah edilemeyen yaralarla bulundu. Bazıları yarı çıplaktı, ikisinin gözleri çıkarılmış, birinin de dili koparılmıştı.

cesetler

Dyatlov Geçidi vakası olarak bilinen bu olay o günden beri birçok komplo teorilerine yol açtı. Fakat Şubat 2019’da Rus yetkililer sürpriz bir duyuruyla, bu olayla ilgili dosyayı yeniden incelemeye açacaklarını söyledi.

Gezinin üç hafta sürmesi planlanıyordu. Grubun önderi olan İgor, 12 Şubat’ta geziyi tamamladıktan sonra şehirdeki bir spor kulübüne mesaj gönderme sözü vermişti. Mesaj gelmediğinde başta kimse paniğe kapılmadı. Daha önce de kötü hava şartları nedeniyle geç döndükleri olmuştu.

Fakat 20 Şubat’ta aileler endişelerine daha fazla karşı koyamayarak yetkililere haber verdi. Üniversite, gönüllü öğrencilerden oluşan bir arama ekibini bölgeye gönderdi. Bugün 80’lerinde olan Mikail Şaravin de bu ekipteydi.

Kayıp öğrencileri aramak için küçük ekiplere ayrılan gönüllülerden, çadırı ilk gören o olmuştu. Çadırın içinde bir köşede düzenle yerleştirilmiş sırt çantaları ve botlar gördüler. İzledikleri rotayı gösteren bir harita, bir miktar para ve küçük bir alkol şişesi de vardı. Bunların yanında, sanki yemek üzere hazırlanmış ama yemeye vakit bulunamamış gibi duran bir miktar et duruyordu. O anda çadırın içeriden bıçakla yırtılarak açılmış olduğunu gördü. Sanki aceleyle dışarı çıkmak istemişlerdi. Ama niye? Bu sorunun yanıtını düşünürken karşısına çıkanlar daha da ilginçti.

Çadırın hemen dışında 8-9 kişinin ayak izleri vardı. Bunların bir kısmı çıplak ayaklı, bir kısmı çorap giymiş, bir kısmı da sadece bir ayağında bot olan kişilere aitti. 5-10 metre süren bu ayak izleri ansızın yok oluyordu. Şaravin ve arkadaşları şaşkınlıktan küçük dillerini yutmuştu. Öğrencileri -20 derecede yarı çıplak bir şekilde karın ortasına çıkaran şeyin ne olduğunu merak ettiler. Hızla ekibin geri kalanının yanına giderek buldukları izleri anlattılar. Daha sonra da akşam yemekleri için kamp ateşinin etrafında toplandılar. Şaravin çadırdan aldığı alkol şişesini açtı ve kayıp öğrencilerin sağlığına kadeh kaldırdı.

“Tam o sırada ekipten biri bana dönüp ‘Sağlıklarına değil de ebedi huzurlarına içsek daha doğru olur’ dedi” diyor.

Kayak gezisi

Kayıp öğrenciler 23 Ocak 1959’da yataklı bir trenle yolculuklarına başlamıştı. Aralarında sekiz erkek ve iki kadın vardı. Biri hariç tamamı 20-24 yaş arasındaydı. En büyükleri olan 38 yaşındaki spor eğitmeni Semyon Zolotaryov ise 2. Dünya Savaşı’nda savaşmıştı. Öğrencilerin yolculuklarını, bir noktaya kadar tuttukları günlükler ve çektikleri fotoğraflardan takip etmek mümkündü. Ekibin en genci olan Lyudmila Dubinina, Komünist Parti’nin gençlik örgütü olan Komsomol üyesi, sert mizaçlı bir kadındı. Günlüklerine yazdıklarından, bu seyahatte onun da biraz rahatladığı görülüyor:

“Trende mandolin çaldık, şarkılar söyledik. Birden, bir sarhoş kompartımana girip bizi votka şişesini çalmakla suçladı. Şişeyi geri istediğini söyledi ve aksi taktirde gruptaki erkeklerin dişlerini dağıtmakla tehdit etti. Ama hiçbir şeyi kanıtlayamadığından çekip gitmek zorunda kaldı. Biz şarkı söylemeye devam ettik, sonra aşktan konuştuk, özellikle de öpüşmek üzerine…”

Gruptakiler son mektuplarını küçük bir yerleşim olan Vizhay’daki postaneden gönderdi. Geceyi de orada geçirdikten sonra bir kamyonla tomrukçuların üs olarak kullandığı “41. yerleşim” adlı bir kamp alanına vardılar. Günlüklerindeki notlara göre, öğrenciler oduncularla sıcak bir sobanın etrafında sohbet etmekten ve sevdikleri filmler hakkında konuşmaktan keyif almıştı.

grup

O gece, bir yatakta uyudukları son geceydi. Sonraki gün sırt çantalarını yüklenip vadide, bölgedeki yerli Mansi halkının avlanırken kullandığı patikaları takip ederek yürümüş olmalılar. Grup, bir at arabası tutarak eşyalarını 15 mil kuzeyde, terk edilmiş haldeki Kuzey 2 adlı madenci yerleşimine götürdü. Fakat yol, içlerinden birinin geziyi yarıda bırakıp geri dönmesine neden olacak kadar zorluydu. Yura Yudin’in siyatik sinirleri daha fazla yürümesine izin vermiyordu. Yudin, eşyalarını grubun diğer üyelerine dağıtıp evine geri döndü. Yudin bu duruma çok üzülmüştü. Ama bu sayede hayatının kurtulacağını henüz bilmiyordu.

Ölüm Dağı

Yudin gruptan ayrıldıktan sonra Ortorten Dağı’na doğru yola devam ettiler. Rehberimiz Aleksandr, Mansi dilinde dağın adının “oraya gitme” anlamına geldiğini, yerlilerin yüzlerce yıldır bölgede rengeyiği çobanlığıyla uğraştığını söylüyor. Fakat 1950’lerde bölgede yaşayanlar yalnızca Mansiler değildi. Bir zamanlar Uralların kuzeyinde İvdel-lag adıyla bilinen bir gulag (çalışma kampı) vardı. Orada 30 bin mahkum yol yapıyor, ağaç kesiyor ve derme çatma fabrikalarda çalışıyordu. Bu kamp, ülkedeki tüm gulaglar arasında en kötü şöhrete sahip olanlardan biriydi. İçerideki kötü koşullara rağmen kaçmaya cesaret edebilen az kişi vardı. Zira bölge çok izole ve iklim çok sertti. Gruptan Zinayda Kolmogorova ve Yura Doroşenko bir zamanlar sevgiliydi. Zinayda seyahatte tuttuğu günlüğüne “Nasıl hissettiğimi bilmiyorum. Gerçekten zor, çünkü birlikteyiz ama birlikte değiliz” diye yazmıştı.

Genç kadın, bir önceki yolculukları sırasında, bir boz ayıyı jeolog çekiciyle kovalayan Doroşenko’ya aşık olmuştu. Kar aracının üzerinde yolculuğun son aşamasına geliyorum. Üzerinde karların biriktiği çam ağaçlarını geçiyor, dik bir yamacı çıkıyorum. Yerde rengeyiği, porsuk ve vaşak izleri var. Gökyüzü masmavi fakat rehberimiz bu bölgede havanın her an dönebileceği uyarısında bulunuyor. Yamacı tırmanmaya devam ettikçe ormanın bittiği ve karların dışında sadece birkaç küçük çam ağacı ve kayanın göründüğü bir bölgeye geliyoruz. Burası Holat Syahl. Anlamı, Ölüm Dağı. Dört bir yandan esen rüzgar yüzümüzü acıtıyor ve bulutlar ansızın alçalarak görüşümüzü birkaç metreye kadar azaltıyor. Nedendir bilinmez, öğrenciler 1 Şubat günü çadırlarını böyle bir noktaya kurmaya karar vermişti. Rehberimiz Aleksandr, buranın kamp kurmak için aşırı rüzgarlı bir nokta olduğunu söylüyor.

“Belki de bu kadar yukarı tırmandıktan sonra tekrar aşağı inerek yolu kaybetmek istememişlerdir” diyor.

Çadırları sığ bir çukura kurulmuştu. Grup bu çukuru rüzgardan korunmak için kazmış olabilir. Mikail Şaravin’in arama ekibi öğrenciler kaybolduktan yaklaşık bir ay sonra çadırı bulduğunda, dağın zirvesinden yalnızca 300 metre uzaktaydı. Şaravin bugün Yekaterinburg’dan arabayla bir saat uzaklıkta, izole ve köhne bir evde yaşıyor. Zayıf, kel, yanakları çökmüş, ama çadırı bulduğu anı anlatırken gözleri gururla parlıyor:

“Bir çadır direği kar birikintisinden yukarı çıkıyordu. Kumaşın üzerinde bir el feneri duruyordu ve şaşırtıcı bir şekilde hâlâ çalışır durumdaydı.

“Ertesi gün, 27 Şubat’ta, arama grubundakilerle birlikte ilk cesetleri bulduk. Bir sedir ağacına yaklaşırken, 20 metre ötede kahverengi bir nokta gördüm. Ağacın sağ tarafındaydı. Yaklaştıkça orada iki ceset olduğunu anladım. Elleri kırmızı – kahverengi arası bir renge bürünmüştü.”

Cesetlerden biri Yura Doroşenko’ya aitti. Onun yanında ise Yuri Krivnişenko yatıyordu. Kendi parmak eklemlerinden bir kısmını ağzıyla parçalamıştı. İki adam da iç çamaşırlarıylaydı. Ağaca daha yakın bir noktada bir kamp ateşi buldular. Sanki biri ağacın alt dallarına tırmanarak dalları yakacak olarak kullanmaya çalışmıştı. Sonra İgor bulundu. Üzerinde kıyafetleri vardı ama ayakkabıları yoktu. Yüz üstü yere yatmış, bir huş ağacı dalına sarılmıştı. Yakınlarda Zinayda Kolmogorova vardı ve cesedi, can havliyle çadırın olduğu tepeye doğru geri tırmanmak ister gibi bir pozisyonda kalmıştı. Gövdesinin sağ tarafında uzunca bir kızarıklık vardı. Bir cop veya sopayla vurulmuş gibiydi. Rehberim Aleksandr, öğrencilerin ölüm nedeninin kayıtlara hipotermi ve donma olarak girdiğini fakat diğer cesetlerde soğukla açıklanamayacak yaralar bulunduğunu anlatıyor.

Onlardan biri, grubun en utangacı ve uzun mesafe koşucusu Rüstem Slobodin’di. 5 Mart’ta, kafatasında bir kırıkla bulundu. Üzerinde diğerlerine göre daha fazla kıyafet vardı. Uzun kollu bir içlik, süveter, iki pantolon, dört çift çorap ve sağ ayağında keçe bot vardı.

Saati 08.45’te durmuştu.

Olayın gizemi, diğer dört cesedin üç ay kadar sonra, Mayıs’ta karların erimesiyle bir koyakta bulunması üzerine daha da arttı. Stalin döneminde baskıya maruz kalan bir Fransız komünistin oğlu olan Nikolai Thibeaux-Brignolle’un kafatası çatlamıştı. Moskova’daki gizli bir enstitüde çalışan nükleer fizik öğrencisi Aleksandr Kolevatov’un kulağının arkasında bir yara vardı ve boynu ters dönmüştü.

Genç komünist Lyudmila Dubinina ve grubun en yaşlı üyesi Semyon Zolotaryov’un birden fazla kaburgası kırılmıştı. Zolotaryov’un kafatasının sağ tarafında açık bir yara vardı ve kemiği görünüyordu. Ortada korkunç bir detay daha vardı: İkisinin de gözleri çıkarılmıştı ve Lyudmila’nın dili yoktu. Sverdlovsk’ta Tatyana, abisi İgor’un cenaze törenine katılmadı. Ailesi, onun için çok travmatik olabileceğini düşünmüştü.

çadır

“Sonrasında tabuttaki halinin fotoğrafını gördüm. Korkunçtu. Eski halinden eser yoktu” diyor Tatyana ve ekliyor:

“Annem onu sadece dişlerinin arasındaki boşluk sayesinde tanıyabilmiş. Saçı grileşmişti.”

Öğrencilerin ailelerinin, bu ölümlerin arkasında ordunun olduğuna inandığını da aktarıyor Tatyana:

“Orada ne olduğunu söyleyebilmek zor. Ama ailelere ‘Gerçeği asla öğrenemeyeceksiniz, bu yüzden soru sormayı bırakın’ dediler. Ne yapabilirdik? Unutmayın, o günlerde çenenizi kapatmanız söylenirse susardınız.”

Niye öldüler?

Öğrencilerin bedenlerinde garip yaralar bulunması nedeniyle kimse donarak öldüklerine inanmadı ve bu ölümlerin sorumlusunun kim olduğu sorgulanmaya başlandı. Ölümlerinden hemen sonra gözler bölgede yaşayan Mansi halkına çevrildi. Rusya’da yaşayan 45 yerli halktan biri olan Mansiler, yüzlerce yıl boyunca avlanarak, balık tutarak ve rengeyiği çobanlığı yaparak hayatta kalmıştı. Bölgedeki Mansilerin liderlerinden biriyle buluşmaya gidiyorum. 40’larında çetin bir adam olan Valeri Anyamov, korucu olarak çalışıyor ve artık yıkılmaya yüz tutmuş çalışma kampı binalarına uzak sayılmayacak Uşma’da yaşıyor. Valeri’nin babası Nikolay kayıp öğrencileri arama çalışmasına yardım etmiş. Fakat kısa süre içinde kendi topluluklarının hedef haline gelmesine tanık olmuş.

“Sovyet savcıları biz Mansilerin onları öldürmüş olduğumuzu düşünmeye başladıktan sonra çevremizden çok sayıda kişi tutuklandı. Artık aramızda olmayan köylü bir kadın, gizli polisin kendilerine işkence ettiğini anlatıyordu. Doğru mudur bilmem ama haftalarca sorgulanmışlardı” diyor Valeri.

Sovyet yetkililer, uğraşlarına rağmen delil bulamadı. Bunun üzerine bir kere daha helikopterlerine atlayıp Mansi köyüne gittiler: Bu sefer yardım istemek için. Valeri, “Bizimkiler sayesinde mayıs ayında kalan dört kişiyi buldular” diyor. Bir Mansi avcısı, Lyudmila’nın kıyafetinden kopmuş bazı parçaları gördükten sonra ekip, izleri takip ederek cesetlerin yer aldığı koyağı bulmuştu.

Mansilerin olaydaki rolü hakkında hâlâ şüpheler var. 2015’te yayımlanan bir kitap, Mansi avcıların şaman ritüellerinde kullanılan sihirli mantarlardan yiyip halüsinatif etki altında olduklarını, öğrencilerin kutsal Mansi topraklarına girdiklerini görünce çıldırmışçasına saldırdıklarını iddia ediyor. Valeri bu tür teorilerin gerçeği yansıtmadığını söylüyor:

“Halkımızdan biri suç işlemiş olsaydı hepimizi cezaevine atarlardı, çünkü o zamanlar daha zalimdi devlet. O günlerde insanlar dava veya soruşturma bile olmadan ölüm mangası tarafından infaz ediliyordu.

“Uğursuz mekanlar veya negatif enerjili alanlar” ise ana akım medya tarafından uydurulmuştu.

Valeri, benim edindiğim bilgilere küçük de bir düzeltme yapıyor: Ortorten Dağı, rehberimin ve pek çoklarının iddia ettiği gibi “oraya gitme” anlamına gelmiyormuş. Gerçek anlamı ise “Türbülanslı Rüzgarlara Sahip Dağ” imiş.

Valeri bunun bir hatalı tercüme olduğunu veya trajedinin etrafındaki gizemi artırmak için birinin uydurduğunu düşünüyor.

Peki onun senaryosu ne?

Bunun teknolojik bir açıklaması olduğunu düşünüyor ve 80 yaşındaki annesi Sanka’yla konuşmamı tavsiye ediyor. Sanka o dönemden bugüne hayatta kalmış az sayıda köylüden biri. Şubat 1959’da bir akşam odun toplarken gökyüzünde sıra dışı bir şey gördüğünü hatırlıyor.

“Ormandan geri dönerken karşımızdaki köyü görmeye başlamıştım” diyor ve ekliyor:

“O sırada gökyüzünde parlak, yanan bir nesne ortaya çıktı. Önü daha geniş, arkası dar ve bir kuyruğu vardı. Uçarken üstünden kıvılcımlar düşüyordu.”

Belki bir kuyrukluyıldızdı, fakat Sanka bunu gören köydeki yaşlıların bunun kötü şans getireceğini söylediğini hatırlıyor. Peki o ışıklar insan yapımı mıydı? Mansilerle buluştuktan sonra Yekaterinburg’a uzun dönüş yolculuğuma başlıyorum. Öğrenciler üniversiteyi bu kentte okumuşlardı. Onların anılarını yaşatmayı hayatının görevi edinen Yuri Kuntseviç de kent merkezinden uzak olmayan bir yerde yaşıyor. İgor’un kardeşi Tatyana gibi o da olay yaşandığında 12 yaşındaymış. Fakat Tatyana’nın aksine öğrencilerin cenazesine katılmış.

“Kentteki söylentiler öğrencilerin bir tür test veya deney yapılan bir bölgeye girmiş olduğu yönündeydi” diyor.

Evi, Dyatlov grubu hakkında bir mini müzeye dönüştürülmüş.

“Tabutlar açıktı, yüzlerini görebiliyordum. Tenleri garip bir renk almıştı, tuğla rengiydi” diyor ve ekliyor:

“Gazetelerde hiçbir şey yazmasa da herkes onlardan bahsediyordu. Bunun bir devlet sırrı olduğunu düşünüyorduk.”

Yuri büyüdükçe bu olaya merakı da artmış. Grubun lideri İgor Dyatlov’un soyadından yola çıkarak Dyatlov Tepesi denilen noktaya kadar aynı rotayı yürümüş. Sonrasında bunu, yer yıl yaptığı ve geçide dikilen granit anıta çiçek bıraktığı bir anma yolculuğuna dönüştürmüş. Evinin salonu öğrencilerin büyük yağlı boya portrelerinin olduğu bir türbeye benziyor. Raflarda bir zamanlar öğrencilerin sahip olduğu kalemler, kağıtlar, fotoğraflar ve harita, okul karnesi, pusula gibi kişisel eşyalar var. Yuri öğrencilerin bir askeri deneye kurban gittiğini ve olay yerinde öldüğünü düşünüyor. Hızla bir diyagram çiziyor ve bana öğrencilerin cesetlerinin helikopterlere yüklenerek bölgeye götürüldüğünü ve donarak ölmüş süsü verildiğini anlatıyor. Sovyet ordusu insanlık dışı eylemlerde bulunmuştu ama gerçekten bir yerde öldürdüğü insanları bir dağ tepesine atarlar mıydı? Sonuçta cesetlerden kurtulmanın daha kolay yolları var…

Yuri’den tatmin edici bir yanıt veya bu teorisini destekleyecek bir kanıt alamadım. Fakat ortada bir devlet destekli kaybetme vakasının olduğunu düşünen tek kişi kendisi değil. Hatta Rusya’nın ilk devlet başkanı, Urallar Politeknik Enstitüsü’nde İgor Dyatlov’dan birkaç yıl önce ders almış Boris Yeltsin de bu vakayla ilgili garip bir şeyler olduğunu düşünüyordu. Yakınlardaki Tümen kentinde yaşayan Oleg Arkipov bugüne kadar Dyatlov Geçidi vakası hakkında üç kitap yazmış. Sherlock Holmes’un yazarı Arthur Conan Doyle’un sıkı bir hayranı. Oteldeki buluşmamıza, tıpkı Sherlock Holmes gibi avcı şapkası giyinerek geliyor. 1959’da soruşturmayı yürüten, dosyanın eski savcısı Lev İvanov ile arkadaş olduktan sonra ortaya ilginç belgeler çıkarmış. Oleg ilk savcının çok gayretli ve gizemi çözmek ister gibi gözüktüğünü söylüyor. O dönemde adli tıp uzmanlarına danıştığını ve yaraların “bir patlama dalgası” sonucu oluşmuş gibi gözüktüğünün söylendiğini aktarıyor. Fakat İvanov’un bir anda dosyaya ilgisini kaybetmeye başladığını ve üstlerinden gelen baskıyla soruşturmayı kapattığını belirtiyor:

“Reddetseydi Sibirya’daki İvdel bölgesine gönderilirdi. Fakat savcı olarak değil, tutuklu olarak, çalışma kampına… O günlerde Parti’ye karşı çıkmak kariyerinizin sonunu getirirdi.

“Maalesef ülkemizin gerçekliği buydu.”

Fakat bu vaka o kadar karmaşık ve birbiriyle çelişen öğelerle dolu ki Sovyet yetkilileri de olan biteni nasıl açıklayacaklarına karar verememişti. Oleg “Ölümleri açıklamanın en iyi yolunu düşündüler ve ‘başa çıkılamayan bir doğa gücünü’ sorumlu tutmaya karar verdiler. Tabii ki herkes bunun ne anlama gelebileceğine dair farklı düşüncelere sahip. Bir fırtına da olabilir, tornado da başka bir şey de” diyor. Savcı İvanov, dosyanın kapanmasının ardından Kazakistan Cumhuriyeti’ne bağlı küçük bir kente gönderildi ve konuşma cesaretini yalnızca Sovyetler Birliği çöktükten sonra buldu.

1990’da İvanov bir gazeteye verdiği söyleşide otopsi sonuçlarının kendisini çok şaşırttığını ve bölgede o dönemde gökyüzünden inen ateş toplarına dair anlatımlar olduğunu aktardı. İvanov, kendisine bu bilgileri gizli olarak sınıflandırması ve olanları unutmasının söylendiğini belirtti. İvanov ayrıca hayatını kaybedenlerin ailelerinden, gerçeği sakladığı için özür diledi ve elinden geleni yapsa da o dönemde ülkede “çok yoğun ve baskın bir güç” bulunduğunu söyledi. İvanov’un ölümünün ardından Oleg, onun kişisel arşivine erişim izni aldı ve otopsiler hakkında bazı merak uyandırıcı detaylara ulaştı. Bunların arasında, bazı öğrencilerin kıyafetlerinde radyasyona rastlanması da vardı. Öğrencilerin cesetleri İvdel kentinde kurulan derme çatma morgda incelenmişti. Morgun etrafında polis yerine dönemin gizli servisi Devlet Güvenlik Komitesi’nin (KGB) görevlileri önlem almış, içeri kimsenin girmesine izin vermemişti.

Oleg sıra dışı bir olaydan daha bahsediyor: Otopsilerden önce morga bir varil dolusu alkol götürülmüştü. Bunun, radyasyona karşı ilkel bir korunma yöntemi olduğunu düşünüyor:

“O zamanlar küçük alkol dolu kavanozlarda organ parçaları depolanırdı bazen. Ama bu bir varil dolusu alkoldü ve adli tıp ekibine bütün çıplak bedenlerini alkolle yıkamaları için açık emirler verilmişti. O dönemde normalde böyle emirler verilmezdi.”

Peki bölgede yeni silahlar denenmiş ve bir radyasyon sızıntısı yaşanmışsa neden sadece bu dokuz öğrenci etkilendi de bütün bölgede radyasyon tespit edilmedi? Oleg bölgenin çok büyük olduğunu, ücra yerlerde radyasyonu fark edecek kimse olmayacağını belirtiyor. Ayrıca öğrencilerin öldüğü dönemde çok sayıda hayvan ve kuş da ölü bulunmuştu. Bölgede yaşayanların su kuyularından su içmeleri ansızın yasaklanmış, başka bölgelerden su getirilerek halkın su ihtiyacı karşılanmıştı. Mansi korucu Valeri, rengeyiği çobanlarının bölgeye girişinin de aynı dönemde yasaklandığını ve bölgede dört yıl boyunca avlanmaya izin verilmediğini belirtiyor. Oleg’in şüphesini artıran bir şey daha var: Otopsi raporlarında ilk beş cesedin iç organlarından parçaların kimyasal analize gönderildiği yazıyordu. Bu organların teslim edildiği ve buzdolabına konulduğunu gösteren bir belgeyi ortaya çıkardı. Fakat kimyasal analiz sonuçları çıkar çıkmaz laboratuvara gelen bazı insanlar organları ve belgeleri götürdü.

Oleg “Sorunun gökten indiği ihtimalini reddetmiyorum” diyor ve ekliyor:

“Yani bir patlama olmuştu. Belki de askeri bir roket. Peki bu gençler neden çadırlarını içerden kesecek kadar bir aceleyle dışarı çıkmaya çalıştılar? Belki de nefes alamadıklarındandı, olabilir mi?”

Belki de zehirli roket yakıtından etkilenmişlerdi. Alçak uçuş yapan bir jetin veya ilginç, tornado benzeri bir rüzgarın öğrencileri korkutup yarı çıplak kaçışmalarına yol açtığına dair varsayımlar da var. Bazıları da şiddetli yaraların Yeti tarafından yapıldığına inanıyor. İnsandan daha uzun ve güçlü, goril benzeri bir yaratık olduğuna inanılan Yeti senaryosuna itibar edenlerin tek kanıtı da öğrencilerden birinin kamerasında bulanık bir şekilde görülen büyük bir insan figürü. Bugüne kadar aralarında uzaylıların kaçırması dahil 75 ayrı teori ortaya atıldı. Belki de bu kadar çok spekülasyonun sonucunda, Şubat 2019’da Rusya Başsavcılığı dosyanın tekrardan açılacağını duyurdu. Merakım canlandı. Yetkililer bir şeyler saklamak isteseydi, 60 yıllık bir dosyayı açmazlardı diye düşündüm. Öte yandan yetkililer öğrencilere ne olduğuna çoktan karar vermiş gibi gözüküyor.

Başsavcılık Sözcüsü Aleksandr Kurennoy yalnızca üç olası ölüm senaryosunun inceleneceğini, bunların tümünün sıra dışı hava olaylarıyla ilişkili olduğunu söyledi:

“Cinayet senaryosunu ciddiye almıyoruz. Tek bir kanıt bile yok. Ya çığ ya sert bir kar kütlesinin düşmesi ya da bir fırtına olabilir.”

Holat Syahl’ı ziyaret etmiş biri olarak bir çığ senaryosunu hayal etmekte zorlanıyorum. Bölge çığa yol açacak kadar dik değil. Ayrıca öğrencilerin çadırları, kar katmanları altında bulunmadı. İgor Dyatlov’un kız kardeşi de savcılığın açıklamasını ikna edici bulmayanlardan:

“Çadırları olduğu gibi dururken nasıl üstlerinden çığ geçmiş olabilir? Ya fırtınaya ne demeli? Evet bir fırtına yaşanmış olabilir ama fırtınada hayatta kalmak mümkündür.

“Üstlerine bir kar kütlesi düştüğü senaryosu ise bedenlerindeki yaraları açıklamıyor. Ve ayrıca bu sıra dışı hava olayları nedeniyle sorun yaşanan sıradan bir olaysa neden devletin en üst kesimlerine kadar herkes olaya dahil oldu?

“Bütün bunlar orada sıra dışı bir şeylerin yaşandığını gösteriyor.”

Peki gerçekten de öyle mi? Belki de en basit olasılık görmezden geliniyor: Bazıları, Lyuda’nın dilinin ve gözlerinin olmamasını vahşi hayvanlara atfediyor. Zira cesetler neredeyse dört ay boyunca bulunamamıştı. Moskova’da Rusya’nın en fazla satan gazetesi Komsomolskaya Pravda’dan Natalya Varsegova ile buluşuyorum. Gazeteci eşi Nikolay ile birlikte yedi yıldır Dyatlov vakası üzerine yazıyorlar. O da ne hava olayları senaryosunu ne de silah testi teorisini inandırıcı buluyor.

“Bu gençler bir deney nedeniyle ölseydi ordu sivillerin, öğrencilerin arkadaşlarının aramaya katılmasına asla izin vermezdi.

“Birinin onları öldürüp cesetlerini dağa atması ihtimali pek gerçekçi gelmiyor. Öyle olsaydı, bu operasyona katılan askerlerden elbet biri sarhoşken veya ölmeden önce ailesinden birilerine bunu anlatırdı.

“Artık kimsenin sır tutamadığı bir ülkede yaşıyoruz.”

Natalya dağda ölenlerin en yaşlısı olan, 38 yaşındaki Semyon Zolotaryov’un cesedinin mezardan çıkarılarak incelenmesi için lobi yapmış ve başarıya ulaşmıştı. Zolotaryov, komplo teorisyenlerinin CIA veya KGB ajanı olabileceğini düşündüğü biri. Natalya onun ardından daha fazla öğrencinin cesedinin incelenmesini istiyor:

“En azından kemiklerdeki yara izlerini inceleyebilirsek bunun bir çığ, kar kütlesi veya cinayet olup olmadığını anlayabiliriz.”

Bu gerçekten bir cinayet olabilir mi?

Rusya’da bir televizyon kanalında işlenen son teori bu. Na Samom Dele adlı bir saatlik programda, adli tıpçı Edvard Tumanov şok içindeki izleyicilere öğrencilerden birinin bir ağaca bağlı bulunduğunu ve işkenceyle öldürüldüğünü söyledi. İgov Dyatlov’un ablası Tatyana Perminova, bu tür spekülasyonlardan rahatsız olduğunu söylüyor ve ölenlerin huzur içinde yatması gerektiğini belirtiyor:

“Duygusal olarak bu çok zor bir şey. Mezarlarını kazmak… Ama cevap bulmanın başka bir yolu yoksa tamam. Bakalım bundan sonra ne olacak. Bu kadar yıl geçti hiçbir şey belli olmadı.”

Miras

Dyatlov Geçidi’ni ziyaret ettiğimde, kilometrelerce insan görmeyeceğimi düşünüyordum ama oraya vardıktan yarım saat sonra bana doğru yaklaşan dokuz kar aracını görünce şaşırdım. Onlar da yakınlardaki Perm bölgesinden hafta sonu gezintisine çıkan turistlerdi. Birlikte granit anıtın dibinde durduk. Oğlanlardan biri çantasından kırmızı karanfilini çıkarak anıta bıraktı.

Anıtta öğrencilerin isimleri, ölüm tarihleri ve bir not yer alıyor:

“Gidenlerin ve asla geri dönmeyeceklerin anısına, bu geçide onların adını verdik: Dyatlov Geçidi.”

Rüzgar dört bir yandan uğuldarken gençlerin bu bölgede çadırını kurduğu anlarda, bunun son geceleri olacağından habersiz hallerini düşünüyorum.

Anıta karanfil bırakan çocuğun babası “Her şeyin ötesinde bu bir trajedi ve bu öğrenciler gerçek yoldaşlardı” diyor ve ekliyor:

“Öyle gözüküyor ki son ana kadar hayatta kalabilmek ve birbirlerine tutunmak için uğraşmışlar.”

Öğrencilerin ölümlerinin etrafındaki gizem, pek çok ülkeden insanın ilgisini çekmeye devam ediyor. Birçok dilde kitaplar, filmler, belgeseller ve hatta bir de Polonya’da yaratılmış bir video oyunu var. Her adımımızın bir telefon ve konum bulma uygulamaları tarafından kaydedildiği bir çağda, bu olaya modern bir perspektiften bakıyoruz. Neredeyse her yerden anlık iletişim kurmaya alışkınız. Bilgisayarlarda bulunan kanıtlara erişmek bizim için birkaç tık uzakta. Adli tıp günümüzde, 1959’da olduğundan kat kat ilerde. Fakat aynı zamanda insanların hayal güçlerinin internette sınır tanımadığı bir çağdayız. En tuhaf komplo teorileri, Rusya’ya adımlarını bile atmamış kişiler tarafından paylaşılıyor. Konuyla ilgili açılan bir Facebook grubuna üye oldum ve 60 yıl önce yaşanan bir olayla ilgili hâlâ her hafta, hatta her gün paylaşım yapılması beni şaşırtıyor. Komsomolskaya Pravda gazetesi dosyanın tekrar açılması için hükümete baskı yapsa da bulunacak sonuçların herkesi tatmin etmeyeceği kesin. 1990’ların başında Rusya’da yaşadım, hâlâ sık sık gidip gelirim ve bu yüzden insanların resmi açıklamaya inanmaması beni hiç şaşırtmıyor. Hükümetlere güvensizlik her yerde yaygın, ama Rusya’da çok daha köklü.

Geçen yılın popüler televizyon dizilerinden Çernobil, Sovyet yetkililerinin hakikati gizlemek için neler yapabileceğini gösteriyordu. Ve bu yıl ülkenin kuzeyindeki Arkhangelsk bölgesinde yaşanan nükleer kaza sonrasında gördüğümüz gibi, bazı şeyler değişmiyor. Nükleer yakıtlı füzenin patlamasıyla yaralananlar hastaneye çıplak ve şeffaf bir örtüyle getirildi fakat doktorlara hastaların durumuyla ilgili hiçbir şey söylenmedi. Radyasyona karşı özel bir önlem almayan doktorlar bu yüzden şimdi kendilerinin radyasyona maruz kalmış olabileceğini düşünüyor. Bu olayın ardından pek çok kişinin aklına gelen Çernobil olsa da Ural bölgesinde yaşayanlara, 60 yıl önceki Dyatlov Geçidi vakasını anımsattı.

Komplo teorileri, güçsüz insanları hayali bir “ötekiye” karşı birleştirir. Batı ülkeleri bugün Rusya’nın diğer ülkelerdeki seçimlere müdahale ettiğine yönelik suçlamaların ortaya çıkmasıyla şaşkına dönse de Dyatlov’da yaşananlar, gizli güçlerin hakikati sakladığına dair söylentilerin Rus halkı için hiç de yeni bir şey olmadığını bize hatırlatıyor.

bbc.com
“İZDİHAM