Bir Kasa Limon ve İzdiham’ın 46. Sayısı
İzdiham’ın 46. sayısı ellerimde. Birkaç gün önce arkadaşımla –kabul etmesek de- başlarda utana sıkıla sattığımız bir kasa limondan elime geçen yegane şey. Kocaman gözlü bitkin ama bir o kadar da sevimli bir teyze gözlerimizin içine bakarak vermişti parayı avucuma. “Alın siftahınız benden olsun” diyerek. Şu an İzdiham’a bakarken bunlar sürekli aklımda dönüyor, Atatürk Parkı’nın ağaçlarındaki gürültücü sakinlerin naralarıyla birlikte.
Bana ithaf edilmiş sayıyorum su sayıyı. Çünkü ilk yazısı “Yorgun Görünüyorsun” başlıklı. “Hepimiz yorgun görünüyoruz. Şehirlerimiz bizim, fakat onlar uğruna savaşmaya zorlanıyoruz ve bu çok yorucu. Biraz dinlenmeli, güzel bir uyku çekmeliyiz. Ama yarın, ortalığı karıştırmak üzere erkenden uyanmalıyız” İşte bu sonla beni kaybediyor yazı nedense. İnanmak istiyorum bunun böyle olduğuna ama uyumakla daha doğrusu uyuyup kalkmakla geçecek bir yorgunluğum yok benim bunu da biliyorum.
Yaşar Ercan “Afişin Sanatsal Babası Henri de Toulese-Lautrec” başlıklı yazısı var bir sonraki sayfada. Afişin yolculuğunun başlangıcından bahsediyor bu yazıda Yaşar Ercan. “Boş bir cadde her zaman insana sıkıntı verir” diyerek.
Bir sonraki kısımda Gökhan Özcan “Yaşamaya Kıyamadığımız (Sekiz) Şeyler” den bahsediyor. Ben sekizincideyim. Yani “Başlamayı çılgınca aşkla istediğimiz şeyler, bitirmeye kıyamadığımız şeylere dönüşerek zehirliyor bizi zamanla” dediği yerdeyim.
Sulhi Ceylan “Evde Oturmak İçin 15 Neden”i sayarken ben 8. Maddeye ne kadar katılmıyorsam 10. Maddeye bi’ o kadar katıldım, altına imzamı attım, onayladım, evime artık haciz gelebilir.
Turan Karataş “Pek Sevdiceği(m) Şiir”den bahsederken ben “Ben acaba şiir bu kadar seviyor muyum, yoksa bu miktardan az mı yoksa daha mı çok, ben şiiri seviyor muyum, yoksa ben onu seviyorum o mu beni sevmiyor, peki Platon’un bu ilişkiye biçecek kaftanı nerede?” diye kendime defalarca sordum. Bu yazıdan sonra tekrar okuyup tekrar soracağım.
Bülent Parlak “Ey Akşam Beşin ve Kışın En Çok Olduğu Şehir Ankara’nın Sahibi” şiirinden unutulmaya yüz tutmuş bir Erzincan sakini olarak “bizi durduk yere yaralayan erzincan türkülerinin” mısrasını çekip çıkardım. İmkanım olsa Dörtyol’a bu mısrayı asardım.
Seda Nur Bilici “Öldürmeyen Şiddet Güçlendirir” yazısı öyle benim anlayacağım türden bir yazı değil, okunup kavranması gereken bir yazı. Ama “Benim ne kadar şiddete meylim var?” diye sordurttu bana ve şimdi de şöyle bir replik geldi birden aklıma “Şiddete meyyalim vallahi dertten”
Bekir Şamil Potur “Hacı” demiş sana bir şey diyip hemen kaçmam lazım. Söyleyeni gittikten sonra bir bankta öyle kala kalınacak bir şey döylemiş.
Hüseyin Sönmez bunun yanında “Farklı Ülkeden Farklı Mahalleden” bir şiirle “hepimiz perdesi değil miyiz kalbimizin” demiş ve kaçmamış durmuş bir yerde ne kadar uzun süre durulacaksa.
Tarık taş var daha sonra, “Arşiv”den üzerine eğilerek okuduğum çok güzel gazete küpürleri bulmuş. İlla afili bir söze gerek yok bu eski zaman yapraklarına, güzelin güzel olduğu kadar güzeller.
Mücahit Gündoğdu’dan “Ahmet Kaya’nın Şairleri”ni okurken “Allah Allah, hadi ya, vay be!” üçlemesi pelesenk oldu dilime.
Adem Maksatsız “İyiliğin Zifir Karanlığına” işaret ederken dürtükledi beni sürekli, çimdikledi, rahatsız etti. Başta da andığı “Soru İşaretlerinden Biri”ne bir tane daha ekleyip allak bullak etti beni, gitti.
Emine Şimşek “Zor Günler Zor Geçer” dedi bana Atatürk Parkı’nda bir bankta. İşte şimdi bir anı dökülecek dedim buraya. O anlattı ben dinledim.
Abdullah Harmancı “Çocuk Oyuncağı” kadar basit(!) bir duygudan bahsetmiş; özlemek.
Daha sonra Hüseyin Hakan’ın “Doksanlar Derya Olmuş Mustafa Sandal” başlıklı bir yazısı var. İyi bir başlık, dedim okurken. Başlıkta takıl kaldım bir süre. Ben seviyorum böyle kelime numaralarını. Ben olsam ben de böyle bir başlık koyardım yazıma. Yazıda neden mi bahsediyor? Cem Karaca ve Barış Manço var yazıda. Ben de anlatılan o programın arka sıralarında olan “Ya ne oluyor orada, ne diyor o öndeki?” diyen elemanım galiba.
Ahmet Aslan da bir sonraki kısımda “İnşaat Önünde Bir Ünlem” koymuş. Yazı güzel bir yazı ama bana bir zarı dokunacak bundan sonra. Her inşaatın önünden geçince kafamı daha bir yukarıya kaldırarak bakacağım artık.
“Övme Seansları” var daha sonra. Ne güzel, hadi biraz beni de övün. Ölürken biraz daha pişman olayım. Ayrıca Mutlu Dalkın, sen övme işinde diğerlerinden bir adım daha öndesin. Umarım bir gün bir yerde karşılaşırız da beni de översin.
Halil Ecer daha sonra “Kramponlara Bakarak Türkiye’deki Değişimi Anlamak” demiş, dost başa düşman ayağa bakar demişler, aynı derede iki kere yıkanmaz demiş diğerleri. Ama Halil Ecer farklı bir şey demiş, durun demiş ben başka bir şeyden bahsediyorum.
Serdar Akın “İsimleri Bilinmeyen Bestekarlar”dan Yavuz Taner Drumuş’tan bahsetmiş, onu bunu şunu tanıyorsun da bunu tanıyr musun? Bu adam var ya gölgenin sahibi demek istemiş.
Onur Albayrak’ın “Kelimeler ve Hisler”indeki “günlük” kelimesini beğendim. Neden mi? Çünkü ben de hep geciken ve kalan biriyim.
Berat Karataş “Beyaz Masumiyetin Rengi Midir?” diye sordu bana. “Bilmiyorum” dedim. O da “Beyaz Bant” isimli bir film var, izle de öğren dedi. Ben de “Tamam” dedim.
Hugh Thomas abi de “Kazanmayacaksınız Ama İnandıramayacaksınız” diye bağırdı birden, “Haklısın abi dedim, “Haklısın ama adın en az iki kere bakılmadan yazılmıyor sen de kabul et.”
Gökçe Yüksel “Çocukken Şeker Hastası Olmak” neymiş onu anlatıyor bana oturduğumuz bankta. Hey, diyor bir şey öğrendim başını eğmeden dinle.
Tuğba Karademir “Kollarımı Sürürüm Ardımda İz Bırakmam” demiş, ben de bunu seslendirsem ne güzel okurum dedim.
Mustafa Memiç’in “ Gözlerime Sarılan Uzak” başlıklı bir şiir var daha sonra. Şiir gibi şiir. Okurken aynaya bakıyor hissettim kendimi.
Yasin Kara “Bahçeli Ev Sahipleri”ne seslenmiş. Annem bahçeli evlerin temizliği zor olur demişti geçen. “Mühür Gözlüm” değil de “Zahide” diyorum ben de.
Ahmet Enis Gürcan’da “Şili’nin En Büyük Yüreği Pablo Neruda”dan bahsetmiş. “Neruda” isimli var geçen izlemiştim. Okurken onu tekrardan izledim.
Son noktayı Dilek Kartal “Gülmeyince Gülmüyor” diyor, Hanife Teyze bizim mahallede olsaydı aşure götürürdüm onlara Güler Abla’da halimi hatrımı sorardı “Emir rahat dur oğlum” derken.
Bütün bunların üzerine ben de genellikle hiçbir şey oluyorum. O limonları taneyle satmasaydık, koliyle pazardan birisine olmayacak paraya satıp gitmeyi düşünüyorduk arkadaşımla. Oturup hepsini ağlayarak yese miydik, bilemedim.
Şu an aklımdaki tek soru: Ben ne zaman iş bulacağım?
Furkan Deniz
İZDİHAM