İsmet Özel, Pandemi Hakkında Ne Diyor?
ÇILGINCA OLMAYACAK YAPTIĞIMIZ
İstiklal Marşı’nın “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” demiş olmasına rağmen (veyahut bile bile, bilhassa Mehmet Akif böyle dedi diye) tiyatro yazarı Turgut Özakman İstiklâl Harbi’ni konu eden roman üslubundaki kitabına “Şu Çılgın Türkler” adını koydu. Ben de kitabın tanıtıcı yazılarında geçen ibareyi ödünç alarak “roman üslubunda” dedim. Oysa kitaba bu ifade roman üslubunda bir inceleme izlenimi yakıştırma gayesiyle uydurulmuştur. Bu tabiri eğer söz konusu kitabı övmek işimize geliyorsa kullanırız. Hadiselerin ve o hadiseler dolayısıyla adı geçen kişilerin yansıtıldığı eğri büğrü bir ayna var karşımızda. Gerçekler dile getirilmiş mi? Buna hiçbir ihtimal vermiyorum. Hem hadiseleri, hem de hadiseler vesilesiyle tanıdığımız kimseleri ( bu zevatın 1934 sonrası aldıkları soyadların hassaten zikredilme vakıası gölgesinde) onlara tutulan aynadan teşhis edebiliyoruz.
Yatırım yapacak kadar zengin ve o yatırımın bütün yükünü çekecek kadar fakir biz Türklerin yakın veya uzak; bir tarihi var mıdır? Millet olarak milâttan sonra XV. asırda başımızdan gerçek bir “fetret devri” geçti mi? Sözlük “fetret” için şunu söylüyor: 1. İki peygamber arasında geçen vakit. 2. Bir devlette kargaşalık ve iktidar bölünmesi zamanı: Yıldırım Sultan Bayezid Han ile Çelebi Sultan Mehmed Han arasında geçen Fetret devri. Bizi bilhassa verilen tarifin ikincisi ilgilendiriyor. Paul Wittek’in iddiasına göre Timur’u (ve büyük ihtimal onunla birlikte Nasrettin Hocayı veya Molla Nasreddin’i) Yıldırım’a dersini vermesi beklentisiyle iktidarı elinden Osmanlı mülkü lehine alınmış gaza beyleri Türk topraklarına davet etmiştir. Nedir verilecek ders? Anadolu Hisarı’nı (Güzelce Hisar’ı) yaptıran Sultan’ın gayesi İstanbul’u almaktı. Böyle bir şanlı zafer vuku bulursa gaza beylerinin kayıpları mutlaklaşacak ve bir daha yönetici konumunu ele geçiremeyeceklerdi. Eğer bu teoriye doğruluk atfedecek olursak Osmanlı yönetiminin daha baştan belli bir tutumu benimsediğini kabul etmemiz gerekecek. Benim itikadım bu tarz bir tutumu kabul etmiyor. Zira Osmanlı yönetimi rahatsız edecek ölçüde pratik bir idareyi yansıtır. Yönetim 600 yıl bu pratik tutumdan istifade ile ayakta durabilmiştir. 600 yılın her 10 yılı birçok bakımdan yeniliklerle doludur. Bu yüzden geçen yıllarla ilgili olarak ne gurur duymanın, ne de hayıflanmanın bize bir faydası dokunacaktır. Padişahın kim olacağı konusunda millete ideologi giydiren zümre içinde görüşmeler sonuç vermeyince divana mensup bir zatın devlete cumhuriyet idaresini teklif ettiğini bile biliyoruz.
Santayana’nın şu mealde bir söz ettiği nakledilir: “Tarih hiç olmamış hadiselerin olsaydı bile o yerde hiç bulunmamış insanlar tarafından anlatılması hadisesidir”. Tarih ne bir intiba, ne de geçmişin sadık bir anlatımıdır. Tarih geçmişine değil, geleceğine güvenen milletlerin bir varoluş fırsatıdır. Her millete kendi tarihi o milletin kendi talihinden nasibini alabilmesi için verilmiştir. Osmanlı idaresi bu fırsatı İstanbul’u fethedişleri sebebiyle değil, “küçük kıyamet” dedikleri İstanbul depremi akabinde üç ay içinde taşradan işçi de getirtilerek şehri ihtişamına yeniden kavuşturmaları sayesinde kullanmıştır. Kendi tarihleriyle tanışma ihtiyacı II. Beyazıt saltanatı sırasında hissedildi. Kayı boyu efsanesi o zamandan kalmadır. Tarihle tanışma fırsatı Türklerin de diğer milletler gibi müesseselere kavuşmaları olarak anlaşıldı. Küfür âlemi köprüleri, hanları, hamamları, (Külliye’nin sadece gösterişli parçası olan) camileriyle övünen Türkleri pohpohladı. Divan Edebiyatı’nın değişen şartlara cevap teşkil edecek bir direniş ve atılıma sahip çıkması ustalıkla engellendi. Mümkün olduğu kadar az toprak kaybetmek ve devletin çöküşünü mümkün olduğu kadar geç vakte ertelemek… Batı Medeniyeti yükselirken Türkler bu avuntulara tutundu. Türkler bir vatana sahip olmaktan edindikleri tatminle kendi asıllarını kurcalama tavrından uzak durmuşlardır. Yazdığım bu son cümlenin her bakımdan havada asılı kaldığının farkındayım. Hangi zaman aralığında Türkler bir vatana sahip olma tatminiyle tanıştı? Böyle bir çağ vardı da şimdi kayıp mı oldu? İslâm düşmanlığını göze sokmak için yaşadığımız günlerde çocuğuna “Çağdaş” ismi koyan aileler var. Tıpkı bir dönem “Hülagu” ismi koydukları gibi.
Haçlıları geldikleri yerlere geri püskürten Türklerin Müslümanlıklarından daha ileride bir övünç vesileleri hiç olmamıştı ve Müslümanlık kâfire uşaklık etmeği reddiye anlamını muhafaza ediyorsa hâlâ yoktur. Osmanlı idaresi Türkleri asırlar boyu “beraya” diye adlandırmıştı. Beraya demek devlete vergi ve devlete haraç vermekten beri kalan kılıç ehli demekti. Bu kılıç ehli insanların ilim ve sanat alanında birlikte yaşadıkları diğerlerine rahatsızlık vermekten kaçınan hünerleri vardı. Marangozdular ve bütün çevresinin gıpta edeceği seviyede rebap çalarlardı. On parmağında on marifetle yaşayan Türkler az değildi. Bu kırattaki insanlar kendilerini pazarlamadıkları için Avrupalı benzerleriyle yarışır duruma rağbet etmediler ve hem bilgi, hem de sanat birçok başka hünerle birlikte sönüklüğe uğradı. Türkler Avrupalıların aksine toplumu zedelemeden çekinerek asker ve çiftçi olmanın getirisiyle millet hissine sahip çıktılar.
Kapitalizm girdiği her yerde nizam yıkıcı vasfını belli etmiştir. Yalnızca günlük hayatın akışına zarar vermekle kalmaz hayatın asaletini yok eder. Kentsoylu sınıfı Karl Marx’a göre tarihin en yıkıcı sınıfıdır; ama kapitalist zümrenin âlemşümul yıkıcılığı gölgeleniyor. Gölgeyi aynı sınıfın milliyet inşa edişi temin ediyor. Şunu düşünün: Arşidük Ferdinand’ın tahta çıkması için günler vardı. Bu saltanat gerçekleşirse ne olacaktı? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içinde milli varlık sıkıntısı çeken her unsur bağımsız bir devletin sahip olduğu müesseselere kavuşacaktı. Bu durum dolayısıyla yenidünyada gerçekleşen Birleşik Devletler karşısında hem ticari ve hem de sınai bakımdan bir rakip bulmuş olacaktı. Amerika Birleşik Devletlerine karşı Avrupa Birleşik Devletleri… Böyle bir yeniliği dünya yaşamadı ve modernliğin akışında şimdi bildiğimizden çok farklı bir çizgi doğmadı. Kapitalizm bugün vardığı çizgi itibariyle hâlâ kendi sıhhatine hizmet eden milliyetler doğuruyor. Romalıların “böl ve yönet” siyaseti meyve vermekten geri durmuyor.
“Millet olmak” ve “Millet hissine sahip çıkmak”… Bu iki kavramın birbiri içinde yaşayışı tarihin sonunun gelmediğine delildir. İspanya örneğinde olduğu üzere bazı toprak parçaları bir milletin yaşadığı yer imiş gibi görünür; ama gerçekte orada vazgeçilmez bir İspanyol milleti yoktur. Türkiye her ne kadar adında Türk geçiyorsa da ülke çapında bir millet tepkisinden mahrum bir toprak parçası konumundadır. Pandemi kapitalizmin kendine yeni ufuklar açma derdinden başka bir derdi ifade etmiyor. Türkler millet hissine sahip olma getirisinden fazlasına talip olmayacaklarsa bütün insanlık felâkete uğrayacak. Talip olunacak nedir? Önce dikkatimizi “batılılaşma” modasının millet hayatına katkı sağlayacak belirtilerinin ne zaman, nerede ve hangi usullerle yok edildiğine çevirmemiz şarttır. Adnan Menderes’in “Muhterem heyetiniz hilâfeti geri getirebilir” sözü aleyhine kullanılabileceği nispette dolaşımdadır; ama aynı Menderes’in yüksek rütbeli subayların yüzüne karşı “Sizin şövalye burunlarınızı kıracağım. Ben bu orduyu ihtiyat zabitleriyle de idare ederim” dediğinin dilden dile gezdiğine şahit olmanızın ihtimali çok küçük.
Tarihin sonu gelmediyse ne olacak? Türkler kendi vasıflarıyla mutabakat halinde bir hayat kurma vazifesine alıcı gözle bakacaklarsa ne yapacaklar? Bu yazının başlığında vurguladığım gibi çılgınca olmayacak yaptığımız. Biz Türklerin yaptığının çılgınca olmayışı bütün halklara bir hediyedir. Kapitalizmin belâsından beri kalmak isteyen herkesin ümit kapısı Türkler olacak. Dikkatinizi şu noktaya çevirin: SSCB’nin haritadan silinişi uğruna bir hafta bile beklemeğe gerek kalmadı. Hâlbuki Osmanlıların yükseliş ve çöküş devrinden daha uzun bir “Duraklama Devri” var. Yani Avrupalıların adını “şark meselesi” koydukları Türkleri tarihten tart etme çabaları onları en az üç asır meşgul etti. Kim nasıl bir sonuca ulaştı? Tarihten kovulma tehdidi altındaki Türkler, batılaşmacı fanatiklerin açıktan açığa giriştikleri işlere, Cizvitlerin, bütün gayri-Müslim odakların en gizli tuzaklarına rağmen İstanbul’un karakterini yok edecek donanmaları Çanakkale’den geçirtmediler. İngiliz birliklerini, o birliklerin generallerini Kut zaferiyle esir ettiler. Yazdıklarımı takip edenleri de hayrete düşürecek bir cümle yazayım: Emperyalizm bir sınama yaptı. Bugün ne hikmetse “Türkiye” adı verilen topraklarda inzibatı ve asayişi temin etme gücü kime bırakılacaktı? Önce (1915-1918) Erivan, sonra (1922) Atina tasfiye edildi. Türkler hiç mi bir şey yapmadı? “İman dolu serhaddi” olan bir avuç Müslüman kendisinden beklenenden fazlasını yaptı. 22 gün 22 gece devam eden Sakarya Meydan Muharebesinde alay komutanlarımızdan 9’u (dokuzu) şehit edildi. Onların kâfirle çatışmağı göze almaları bütün olan bitenin müsabakadan ibaret kaldığı gerçeğini değiştirmez.
İsmet Özel, 7 Recep 1442 (19 Şubat 2021), Kaynak: İstiklal Marşı Derneği Sitesi
İZDİHAM
Fena… Teşekkürler