Adalet Ağaoğlu, Şiir Ve Sivrisinek
Oh, dedi Şükriye Hanım, ohh, kızım geliyor. Oh Allah’ım, hiç aklımda yoktu, taa yaz ortasını bulur artık, başka gelemez diyordum, oh ne iyi oldu, bayram seyranlar da bitti artık peş peşe, taş çatlasa mektebi koyup gelemez diyordum, geliyor işte, hey güzel Allah’ım, ne diye kapatıyorlar mektepleri böyle durup dururken, oh iyi oldu, çok şükür oh, kızım geliyor.
“Kızım geliyor İsmayıl efendi, duydun mu geliyormuş işte. Bak böyle yazıyor, oku da bak, nah işte mektubu, oğlun da okuyuverdi zaten, inanmazsan ona sor, yahut sen sormayı falan boş ver de İsmayıl efendi, koşuver ne olursun, çabucak koş git, bir kilo köftelik kıyma yaptır bana, al işte para, yeter mi, yeter yeter, sen köftelik de de, ben bir ekşilisini yapayım kızıma güzelcene, pek sever, aman maydanoz, maydanozu unutma İsmayıl efendi, bir de dereotu İsmayıl efendi kuzum, ha unutma dereotu, kendi kendime olunca, cin başıma, işte görüyor musun, hiçbir şeyler almaz oldum, aldırmaz da oldum, ye ye, yalnızlık; ne yiyeceksin, geçende makarnayı da size veriverdim zaten, bitiremedim, böyle tamtakır kurubakır bir ev oldu benim ev işte, sen bir kilo da şöyle en kırmızısından domates al bana, haa bir kilo da patlıcan kuzum İsmayıl efendi, söyle o meymenetsiz zerzavatçıya, Şükriye Hanım kızına imambayıldı yapacakmış deyiver de toparlansın kazıkçı pis, yine çekirdekli acı patlıcanları sokuşturmasın benim gibi birine, deyip kış turfanıdır, sokaktan toplamıyoruz parayı, bol keseden yaşamıyoruz, bir emekli maaşı bizimkinden, kime yetsin, kızıma mı, bana mı ha, ah Güler’im ah, kimbilir ne özlemiştir benim yemeciklerimi, ah okumak. Okumak. İyi. Güzel. Güzel de, koş git İsmayılefendi, hadi gecikmeyelim, yesin. İşte canım okusun kızım, amaaan dilim seydiyor, koş…”
Okumak. İyi. Güzel. Her an yüreğim ağzımda lakin. Hiçbir dakka şöyle rahatça gözlerimi yumamaz oldum, uykular zehir zıkkım, koş İsmayıl olasıca, ne kaldı şurda akşama, gebertme işte geberesice. Hay kızım, şu mektubu daha bir önce atsaydın olmaz mıydı, yollarda mı gecikti nedir, postalar da bir alem zaten hesap etsene, tam geleceği gün öğreniyorum geleceğini, ondan sonra hadi bakalım iki ayağın bir pabuca, yağ yok, un yok, et yok, seğirt dur artık, yetişebilirsen yetiş, zaten otur otur, ağırlaştım, yalnızlıktan iş güç tutmaz oldum, ha deyince toparlanıp kalkamıyorum ki… Bir güzel sofra kurayım yavrucuğuma, evine geldiğini anlasın bari çocuğum. Oh çok şükür, sağ salim ya, aman ne yapayım, neyi ne kadar yetiştirirsem o kadar artık, sağ salim gelsin de, girsin şu kapıdan içeri hele, off bacaklarım, kemik kemik, iki saat çözülüp açılmaz artık, hadi Şükriye, hadi gayret, kımılda, hiç aklında var mıydı, kızın geliyor işte…
Anaların, diyor Şükriye Hanım’ın kızı Güler, anaların yüreği hep ağzında. Hep böyle oldular. Uykularında-uyanıklıklarında ölülerimizi görür oldular bütün bütün. Analara, analara, en çok onlara yazılmalı şiirler çocuklar, en çok onları anlatmalı. Hep anlatmalıyız, okul kapılarına varamayan, hiç değil her akşamüstü, oh çok şükür sağ salim geldi bugün de, diyemeyen, her günün her akşamını bile bekleyemeyen, yarına dayanmak için her günün her akşamüstü olsun sevinemeyen, hep uzaktan, aylar ucundan kıvranıp duran anaları, onları anlatmalıyız. Şiirleri onlar üstüne, onlar için yazmalıyız çocuklar. Anaları çocuklar, insanları çocuklar, tutarsa şiirimiz ayakta tutar. En yakınımızdan başlamalı, onlara, onlar için en güzel şiirleri yazmalıyız.
Güler, bir akşamüstü ana evine vardığı zaman da, son yazdığı şiirinin en güzel şiiri olduğunu düşünüyor: Arkadaşlarım da onayladılar zaten, en katı kafalımız Zehra bile, ben şiirimi okuyunca, yurtta, benim şiirimi dinledi dinledi de, kirpikleri çipildendi, gözüne inen yaş perdesini gizledi. Sesi bulandı da, “Sağol Güler”i bile çatallı çıktı, anlamaz mıyım? Anaları, anaları şiirlerimizde onları da anlatıp, onlara da okumalıyız şiirlerimizi. Her şeyin içinde kendilerini de düşündüğümüzü bilsinler, başkaları da bilsin bunu, güzel olsun ama şiirlerimiz, en güzeli olsun; en çok buna çabaladım. Bir kutu çikolata, bir şişe kolonya, ya da üç metre kumaş. Yok ama benim bir şiirim var. Güzel olmasına özenilmiş bir şiirim. Evi onunla donatacağım. Annemi.
Şimdi, daracık bir mutfakta annesinin kan-ter içinde ekşili köfteyi terbiyeleyişine, tez elden soğusun diye imambayıldıyı bir tepsi suyun içine oturtuşuna bakıyor, onun açıklamalarını -savunularını- dinliyor Güler: “Tabii kızım, tabii, geciktim, buzdolabına da sıcak sıcak konulmaz ki, daha doğru dürüst kullanamadan bozuluverir, paltonu bile yaptıramadan biz, buna sıvanmıştık, yazık değil mi?”
Salatanın maydonozunu, dereotunu ince ince kıyıyor Şükriye Hanım, hiç olmadık bir sabırla, özene bezene, sızıldanarak bir yandan: Ah bak, sen gelmeden her bir şeyleri hazır edeyim dedim, yetişemedim, kaplumbağa gidişli İsmayıl efendiyle ne olacak zaten, olacağı bu. Elim mi ağırlaştı benim de, yapmaya yapmaya unuttum mu yapmasını? “Güler kızım, su zeytinyağı şişesini uzat hele.” Yoksa belki heyecandandır, elim ayağıma dolanıyor, ay bak şişeyi kaydırıyordum nerdeyse, ilahi Şükriye karısı e mi, senden ne et olur, ne ocak, derlensene, işte kızın tam bir hafta seninle, tam bir hafta dizinin dibinde. “Bir hafta demiştin, değil mi Güler, mektebi kapamalarıyla?” Acaba bir kilo daha patlıcan alsak mı? Camları silsek mi?
Güler patlıcandan, camlardan habersiz, annesinin beş günü bir hafta yapıvermesine sevecenlikle gülümsüyor: Arayı şiirle kapatırım. Şiir unutturur ona bir hafta değil, beş gün kalacağımı, şiir onu sevindirir.
“Anne, bu kadar inceleme canım, hadi oldu, yeter, oturalım şöyle başbaşa, sana ben…”
“Ah” diyor Şükriye Hanım büyük bir çığlıkla, “Ah, acıktın tabii!” Güler, kızım, işte yine iğne iplik, avurtları iyice çökmüş, yurtlarda öyle, hısım akraba evlerinde kim bakacak ona tabii, kimse bakmaz, kim kımıldayacak onun için, kendi de bakmaz kendine zaten, nasıl baksın, yollayabildiğim para belli, benim durumum belli, o koca şehirde nasıl olur insan, nasıl doyunur? “Al, atıver ağzına sıcacık bir börek hadi, şimdi otururuz, sofraya ekmek koyduk mu biz?”
“Geldiğimden beri koşturuyorsun anne, ekmeği koydum” diyor Güler: Sesim hırçın cıktı, acıktığıma veriyor, mideme. Daha kapıdan girince ilk işim şiirimi okumak olsun anneme, şiirini onun, demiştim. Hadi çay, diye tutturdu, mutfağa seğirtti. Hadi limonata, diye tutturdu, mutfağa seğirtti, akan musluğu anlattı. Elimden gelmiyor, tamirciler ateş pahası, ya bir de buzdolabı bozulursa ne yaparım, diyor. On dakika, henüz bozulmamış bir buzdolabı için hayıflanip durdu: “Ya ölürsem ne olursun?” diyor. Kimin öleceği önden sırayla belli mi, artık sırası sekisi mi kaldi işin? Her şey durulsun, dinsin; şiir okuyayım ona, diyorum. Artık böyle olunca, dursun. Yemekten sonra. O zaman okurum.
“Otur anne, şimdi sana bir şiir okuyacağım.”
Öyle ya, artık tamam. Artık tam sırası. Evi dip köşe temizledik. Annemin baş edemediği camları, kapıları sildim. Sürünüp giremediği yatak altlarının tozunu. Musluklar ovuldu. Yeniden yemekler pişti. Çürük sebzeler ayıklandı. Yerlerine yenilerini taşıdık. Üçüncü gün banyo sobası yakıldı. Kendimiz de temizlendik. Akşamın altısı oldu. Çayını demledim. Geciktik. Eline yününü aldı. Şimdi içi enikonu rahat artık. Evin her yanı yeni ovulmuş pirinç kaplar gibi pırıl pırıl. Su kapları dolu. Gaz tüpleri dolu. Artık kafasının takılıp kalacağı tek nokta yok. Ben de dişimi sıktım, iyi sıktım. Sabırla bu saati bekledim, üç gün önce kapıdan girince ben, gözü şöyle bir elime kaymadı mı, yarım kilocuk kaymaklı lokum getirdi mi acaba diye? Ona elim boş, büsbütün armağansız gelmediğimi anlayacak şimdi. Gerçekten ben belki günlerce hep bu an’a hazırlandım. Şu an’ın annemi için çalıştım. Şiirini geceler boyu ince bir nakış işler gibi, ona güzel bir hırka örer gibi işleyip ördüm, maydonozu, dereotunu pul pul kıyar gibi. Ben için için hep dedim ki, analara, analara, şiirler en çok onların uykusuz, tedirgin gecelerine, doğranmış yüreciklerine. Zaman benim yalnız annemi, yapayalnız yüklenilmiş tedirginliklerinden çıkarmama izin vermiyor olur mu? Onlara, onlara… Durma ovulmuş, parlatılmış eski bakır taslarına bir demet çiçek koymalıyız.
O zamandı. Üçüncü günüm. Şiirini, -şiirimi- çantamdan çıkardım. Tam başlıyordum: Otur anne, şimdi sana bir şiir okuyacağım. İçerde ve içimde şiirimi yeniden gözden geçiriyordum. İyi ki ilk gece ya da dün sabah, gaz tüpünü değiştirmeye koştururken o beni, aceleye getirmemişim, -musluğu İngiliz anahtarıyla gevşettim, kenevir sarıp sıkıştırdım, su sızması durdu- iyi ki o su, cız cız akarken okumamışım, iyi ki bu zamanı beklemişim, diyordum. Öyle. Güzel bir şiir bu. Musluğa keneviri sararken biliyorum, güzeli. İnsanların tarih boyu tek taşını, tek özverisini atlamamış, onların dolanık günlerine ufacık ufacık tığlarıyla karşı koyuşlarını atlamamış bir şiir. Güzel örülmüş, dört kıyısına da iğne oyalarından bir sıra biber çiçeği dikilmiş. Artık zamanı. Okuyacağım onu. İşte annem, oturmuş, yünü elinde, dingin. Benim de elim cebimde, kendi üstüne katlanmış bir kâğıtta; yanına gidiyorum. Açacağım, kendi üstüne katlanmış…
“Acaba dolaptaki imambayıldıyı da versek mi İsmayıl efendiye?”
Durduğum yerde durup kaldım. Elim cebimdeki, kendi üstüne katlanmış kâğıtta, kâğıttan birkaç milim uzaklaşmış olarak. Şiir benden kaçıyor. Hemen kavradım kâğıdı, cebimden çıkarıverdim. İşte şiir elimde. Görür görmez imambayıldıyı unutur sanıyorum.
“O kalan yemeklerle birlikte imambayıldıyı da verelim. Yemedin. Bari onlar yesinler. Üç gündür dolapta durup duruyor. Boşuna yer işgal ediyor.”
Kalan yemekler, İsmayil efendiler, dolapta yer tutan imambayıldı zihnini kurcalayıp duracak. Şiirini iyice bir dinleyemeyecek. Şiir şiirsiz kalacak. En iyisi bunu da bitirmeli.
“Çok istiyorsan götürüp vereyim. İsmayil efendi kapının önünde oturup duruyor.”
“İyi olurdu ya, yorulacaksın. Çağır gelsin, yorulma.”
Yoruldum, doğru. Ama kendi de bitti. Boyna didindik. Şiir? Henüz yok. Çay demleniyor. Annemin bir tepsiye dizdiği yemeklerle imambayıldıyı asagi indirdim. İsmail efendiye verip döndüm. Yukarı, annemin yanına çıkıyorum. Şiirimden. Yok. Cayma. Şiiri duyunca anlar, sevinir. Hele kendisi için yazılmış olduğunu öğrenince.
“Çay koyayım mı?”
“Koy ya. Oturup içelim. Bir oh diyelim.”
Üç gündür yanındayım, hep bu an’ı bekledim.
Böyle dedim ya, sanırım duymadı.
“Çay güzel demlenmiş” dedi, çay bardağını ona uzatırken ben. “Kendine koymadın mı?”
“Koydum. Getiriyorum.”
Çayımı alıp karşısına oturdum. Az önce, imambayıldı nedeniyle yeniden cebime,-içeri- tıkıştırdığım şiirim var ya, şiiri, yani, orada bumburuşuk duruyor. Çıkarıp hışırtıyla düzleyeceğim. Artık okuyacağım. Pencereden üstümüze güzel bir akşam alacası süzülüyor. Şiirin duvarını, desteğini kurmaya hazır.
“Kuru kuru içme Güler, biraz bir şey ye kızım, bak orda pandispanya var” diyor. İspanya düşüyor aklıma. Kartpostallar, turizm acentalarının duvarları. İspanya. Annemin elinde plastik bir sinek öldüreceği, şıp diye sedirin kıyısına vuruyor o zaman.
“Nerden çıktı bu? Onca da dikkat ediyorum. Eve sinek sokmamaya çalışıyorum, bu saatte bile çekilip gitmiyorlar baksana.”
Ah, İspanya! Gitmeli. Batması uzun süren güneşler. –İnsanları böyle uzun süre yalnız bırakmamalı. Sanki bile isteye kaçıyoruz onlardan, sonra da avuçlarımızda şiirlerle geliyoruz, titizliği ondan arttı, öyle olmasaydı, sana bir şiir okuyacağım anne, dediğim sıra alt kata verilecek imambayıldıdan söz etmez, tek bir kara sinek peşine düşmezdi.- Belki ne dediğimi anlamadı annem. Gözlerini de, plastik sinek öldüreceğini de tümüyle karasinek peşine takması ondandır.
“Uzat bakayım ayaklarını şöyle. Bir de sigara yak. Sana anne, tamam mı, senin için yazdığım bir şiiri okuyacağım şimdi.”
Öyle ya, bu da var: Okuyacağım şiirin herhangi bir kimsenin, herhangi bir kimseye herhangi bir şiiri olduğunu sanmasın. Bizim şiirimiz bu.
Yüzünde uçuk bir pembelik. Batan gün, akşamın külrengine erguvan tozlarını serpiyor.
“Benim için öyle mi?”
Sevindi. Pembelik. Ellerim çok kıpırtılı. Şimdi ona sunuyorum işte, lüks lambasının gömleğini dağıtmadan, toz etmeden, işte başlıyorum.
“Bu masa oraya yakışmadı. Yarın duvarın dibine çekelim mi? Oda daha genişler hem.”
Doğru. Oda çok dar. İspanya’yı geriletip pandispanyadan alıyorum bir lokma. İçimi bastırsın. Şurama saplanan bir kurşun parçasını, şu lanet kılçığı içerlerime itsin.
“Simdi çekeyim istersen?”
“Yok, yok. Sen yemeğin altını söndür de, onu yarın çekeriz. Ocağı söndür, yahninin altı tutmasın, canım et, ağız tadıyla ye bari…”
Ocağı söndürdüm. Çayı bitmiş. Yenisini koymak istedim.
“Şiir okuyacaktın ya, çayın acelesi yok” diyor.
Şiir yere düşmüs, biber çiçeklerinin birazı solmuş, artık çok kötü olacak okumam, biliyorum. Yine de en büyük özlemim, dileğim kaç yerinden dilim dilim bölünmemiş, gün batmamış, odada yalnız daha koyu bir külrengilik kalmamış gibi –İspanya’mı anlamasın- geri oturuyorum karşısına. Şiiri yerden kucağıma taşıyorum, biraz sırtım ağrıyor, ya da bir yerim, ama başlıyorum. Annemin elinde plastik şiir öldüreceği. Gözü bir yastığın üstünde. Bekliyorum. Sinek öldüreceğini yastıktaki sineğe nişan almıştı çünkü: Kızıma konma!
Bekliyorum. Plastik şeyi pat diye vurdu sonra yastığa.
“Hay Allah!” dedi.
Yine kaçırdı sineği.
Sonra işte, bir süre bekledik. Yaaa çocuklar, uzun süre bekledik.
Ah, diyor Şükriye Hanım, ah İsmayıl efendi, apar topar kalkıp gitti, bir hafta dedi, üç günde gitti, mektebi açılıverdi, ne var açılıvermeseydi, artık İsmayıl efendi, yeniden bekle de bekle, şurada yatarken, üç gün, geceleri bir uyanıyordum, şuramda bir rahatlık duyuyordum, hayırdır inşallah ne oldu, birden bakıyordum İsmayıl efendi, tabii ya, kızım yanımda, şimdi yine say dakkaları, say, sabah olmaz, gördün ya çöpe dönmüş, biraz toparlansın dedim, yedirdim içirdim çok şükür, lakin şu karasineklere de bir çare bulmalıyız İsmayıl efendi, rahatsızlık veriyorlar, getirdiğin domateslerin ise yarısı çürük çıktı inan, söyle o pis zerzevatçıya, burnumuzun dibinde karasineklerini çekiyoruz bir de, olmaz böyle İsmayıl efendi, olmaz! Ah sahi! Bak, tüh! Bir şey mi unuttuk biz?
İçim öyle diyor.
Adalet Ağaoğlu
İZDİHAM