Elif Burçak, Sezai’nin Mezarı
Sabahın köründe kapımın alacaklı gibi çalınmasının benim evimde olacak bir hadise olmadığına, korkuyla karışık şaşırarak uyandım. Ya da birkaç dakika uyandığımı sandım veya rüya gördüğümü. Ama bekledikçe susmayan kapıdan yaşadığım anın bir rüya olmadığını ve muhtemelen gelen kişinin sapığım gibi her gün kapıma dayanan Sezai olduğunu anladım. Yataktan bir küfür savurarak fırladım. Tek derdim çalan zilin bir an önce susmasıydı. İnşallah ne istiyorsa hemen alır ya da ne söyleyecekse hemen söyler gider de uykuma kaldığım yerden devam ederim diye düşünceyle kapıyı açtım. Gelen Sezai değildi. Uyku sersemi, yarısına kadar açabildiğim gözlerimle karşımda bana doğru sırıtan adamın kim olduğunu anlamaya çalışırken sırıtması beni utandırmış, üstümü başımı süzdükten sonra sırıtması koca bir alaycı kahkahaya dönüşmüştü. Birkaç saniye sonra gelen kişinin dün akşam Beyoğlu’nun üçüncü sınıf barlarından birinde buluşup eskileri yad etme sözüyle anlaştığımız gruptan biriydi. Fuat. Bu saatte evimde ne işi var diye düşünürken bir yandan da adamın yüzünü hatırlamayacak derecede içecek kadar ne derdim vardı hatırlamaya çalışıyordum. Hatta belki de saat benim sandığım kadar erken değildi. Bu saatte kapıma dayanacak kadar patavatsız biri olmadığını hatırlayınca muhtemelen yanıldığımı ve saatin çoktan öğleni geçtiğini tahmin ettim. Zil çaldığında Sezai sanıp ettiğim küfürler yüzünden adamın günahını aldım diye düşünmeden edemedim.
“Sabah şerifleriniz hayırlı olsun Kadir Bey saat 1 oldu haberin var mı? Nerdesin sen, sabahtan beri aradım kaç kere. Hadi hazırlan denize gidecektik bugün unuttun mu? Sezailer bizi bekliyor, onlar çoktan geçtiler plaja.’’
Denize gitme planını unuttuğuma göre gece küp gibi içmiştim. Öyle ki dimağımda hiçbir şey kalmamış, uykumdan ayılmaya başladıkça yavaş yavaş her şey yerine oturmaya başlamıştı.
“Sen niye bekledin ki beni bu saate kadar? Gitseydin diğerleriyle, ben gelmesem de olurdu.”
“E sen dün demedin mi arabam sanayide giderken biriniz beni almaya gelin diye? Hadi hazırlan da hemen çıkalım.”
Doğru evet arabam sanayideydi. Bunca şeyi unutmamın yalnızca alkolle açıklanabilir bir yanı yoktu. Mutlaka bir şeyler vardı bende. Ya gerçekten aklımı kaçırıyordum ya da deliriyordum.
Fuat hazırlanmamı ve geç kaldığımızı ısrarla söyledikçe denize gitmek istemediğimi hissetmeye başladım. Ruhum ve beynim yavaş yavaş yerine gelmeye başladıkça aslında dünden yarım kalan ve çekilmesi gereken bir acım olduğunu keskince hatırladım.
“Ben gelmeyeyim Fuat, sen git. Baksana halime hiç gelecek durumda değilim, gece çok içmişim başım çatlıyor.”
“ E gel işte sende. Kafan dağılır açılırsın biraz, deniz iyi gelir insana.”
Fuat’ın kafan dağılır sözünden sonra acımı dışarı vurduğumu ya da bir şekilde birileri tarafından anlaşıldığı endişesine düşünce güçlü görünme içgüdüsüyle omuzlarımı dikleştirdim boğazımı temizleyip sesime ve kendime bir çekidüzen verdim. Fuat hemen evimden gitmeliydi. Israrlarına rağmen başımın çok ağrıdığını ve hiçbir şey yapmaya halim olmadığını söyledim, sevişmek istemeyen birinin bahanesiyle. O da daha fazla üstelemedi ve gitti. Fuat gittikten sonra yatağıma uzandım ve yeniden uyumayı denedim ama başarılı olamadım. Uyumaya çalıştıkça aklıma biricik sevgilim Sevim geldi ve dün çektiğim acının aslında onsuzluk olduğunu anladım. İçimden bir ses bunun asla bitmeyeceğini sonsuza kadar acı içinde kıvranıp sonunda bu evde ölüp gideceğimi söyledi. Ve galiba bu yolda emin adımlarla yürüyordum. Sevim’e yazdığım son mektuplardan cevap gelmeyince kendimi ne kadar kesin işi var ya da mektup ulaşsaydı mutlaka geri dönerdi diye zavallıca kandırdığımı henüz yeni anlıyorum. Galiba bu sefer her şey bitmiş, biricik sevgilimle bir daha görüşmemek üzere sonsuza dek yollarımızı ayırmıştık. Ya da o kendi yolunu benimkinden ayırmıştı. Ayrılmak tek kişiyle yapılan bir eylemdi çünkü. Ayrılık sadece bir kişi tarafından uygulanmayı kabul ederdi ve geride kalan kişi hayatının orta yerinde, dört tarafı sularla çevrili korkunç dalgaların arasında kalan bir kaya parçasının üzerinde oturup bir gün oradan kurtulabilmeyi umut ederdi. Ama o umut bir türlü yeşermez, kurtarıcı gelmez, dalgalar dinmez ve böylece geride kalan kişi korkunç ve aynı zamanda huzur içinde oracıkta ölüverirdi. Durumum tam olarak buydu. Sevim gittikten sonra ölümü bariz belli olan bir geride kalan olarak yapabildiğim tek şey beklemekti. Beklerken bazen ağlamak ama sonra kendime geldiğimi zannedip çıkıp biraz yürümek, açlığımı hatırlayınca yemek yemek, çoğunlukla içki içmek ve bazen de uyumaktı. Yapabildiğim şeyler bundan ibaretti. Bir şekilde yaşamaya çalışıyordum sanırım. Ya da benimki yaşamak değildi. Adeta sürünüyordum. Çevremdeki insanların mutluluğunu gördükçe içimde oluşmaya başlayan kıskançlık ve yarım kalmışlık duygusuyla hem acı çekiyor hem de arkadaşlarımın mutluluğundan haset ettiğim için utanç duyuyordum. Ama gerçek bu. Özellikle o Sezai denen herifin ha bire evime gelip aptalca sırıtması beni çileden çıkarmaya başlamıştı bile. Bu duyguların içinde boğuşurken kötü bir insana dönüşmekten korkuyordum. Ama ne kadar korksam da Sevim’in beni yavaş yavaş dönüştürdüğü bu hal beni kötü biri olmaya itiyordu. Aklımdan çoktan o Sezai denen herifi öldürüp ortadan kaldırma planları geçmeye başlamıştı bile.
Elif Burçak
İZDİHAM