9 Kasım 2023

Onur Ömer Düzgün: Garibim Bir Yuva Kurmam

ile izdihamdergi

Elindeki kitapları kapının yanına bırakırken, ayakkabılarını çıkarttı. Ayakkabıları değerliydi çünkü yeni alınmıştı. O yüzden okulda arkadaşları ile top oynamayı bırak, koşmuyordu bile. Çamur bulanmış çizmelerini giydi. Eline plastik kovasını alıp bahçeye babasının yanına gitti. Babasına bakıp gülümsedi. İçtenlikle babası da ona cevap verdi.

Teker teker toplamaya başladı dalından sebzeleri. Babası ona nasıl gösterdiyse o da öyle yaptı. Yetişen bitkiye zarar vermeden, onun canını yakmadan nazikçe topladı ve zedelenmemeleri için nazikçe kovasına bıraktı. Babası kovasını uzatıp, hayvanlara yem vermesini söyledi. Kendisi içeriye girdi. Akşam yemeği vakti yaklaşıyordu.

İlk önce koyunlar ve kuzuları, sonra tavukları yemledi. Çoğu onun arkadaşıydı. Onlar ile geçirirdi çünkü zamanının büyük bir kısmını. İçine kapanık olduğu için pek anlaşamazdı arkadaşlarıyla. Oyunları ona sıkıcı gelir, konuştukları konuları pek bilmezdi televizyon izlemediğinden. Yapacak büyük sorumlulukları vardı küçük yaşına rağmen.

İşlerini bitirince eve girdi. Elini yüzünü yıkadı ve yatağa uzanmış annesinin yanaklarından öptü, sıkıca elini tutarak. Hep o konuştu, annesi dinledi. Gözleri ile ne cevaplar verdi biricik oğluna. Altı yıldır konuşamadığı, beraber oynayamadığı, sarılıp koklayamadığı oğluna… 

Babası, annesini oturtmak için geldiğinde Ozan mutfağa annesinin yemeğini almaya gitti. Daha sonra getirip annesine yemeğini yedirdi. Sonra babası ile beraber yediler akşam yemeğini, radyoda Neşet Ertaş “Karadır Şu Bahtım Kara’yı” söylerken. 

Yemek sonrası masa toplandı ve kitaplar açıldı. Gün içinde öğrendiklerini tekrar ederken öğretmeninin onunla özel konuşurken söylediği söz geldi aklına “ en güzel başarı zor şartlarda kazanılandır.” Gözlerinden ateş saçıldı, içi enerji ile dolarken. Ne olursa olsun çalışmayı bırakmayacaktı. Alaaddin gibi sihirli lambası yoktu, bulamazdı. Çalışmak onun sihirli lambası olacaktı, istediklerini gerçekleştirebilmek için.

“Onu bu evde istemiyorum. Nereye göndereceksen gönder artık!” Adam öyle bağırıyordu ki karşısındakini de onu duyan minik kalbi de unutuyordu. Onun ile evlenirken bir çocuğunun olduğunu biliyordu oysa. Şimdi çocuk fazlalık gelmişti.

Koltukta oturmuş kitap okuyan Çilem’in, gözyaşları dökülmeye başladı inci gibi. Kaç yaşında olursa olsun bu kitabı bırakamıyordu elinden. Babasına gitmek istese onun eşi, annesinde kalmak istese annesinin eşi aynı şeyi yapıyordu. Anne ve babası, karşı tarafa bir şey söyleyemiyor, bağırılan hep Çilem oluyordu. 

Yediği yemekten, yattığı yatağa kadar evde ne yaparsa yapsın suç oluyordu. Elindeki kitaba benzetiyordu kendi hayatını. O da temizlik, çamaşır, bulaşık gibi işleri yapıyordu. Evde soba vardı, sobaya odun atıyordu. Sobayla ilgilenirken de kül oluyordu. Balo yoktu belki gideceği ama arkadaşları ile dolaşmaya dahi çıkamıyordu. 

Onun iyilik perisi öğretmeniydi. Okul gezilerine götürmek için ailesine çok baskı yapıyor ve götürüyordu. Belki elinde sihirli asası yoktu ama kalemi vardı. İstediği mucizeyi onunla gerçekleştiriyordu. Hem öyle balkabağına, fareye ihtiyaç olmadan. 

“Mutfağa git annene yardım et kitap okuyacağına” sesiyle kendisine geldi. Mutfağa giderken televizyondan gelen müziğe kulak kabarttı. Safiye Ayla “Çile Bülbülüm” diyordu. Çilem içinden “bülbülü bilmem ama Çilem hep çiliyor” dedi.

 Hasta yatağında kollarını inceliyordu, bir kolunda serum varken. Kolu mosmordu. Kilo vermiş, iştahı kaçmıştı. Eskiden yemek istediği ama ailesinin izin vermediği yiyecekleri ailesi teklif ediyor ama bu sefer o yemiyordu. Saçları aldığı ilaçlardan sebep dökülünce saçlarını kısacık kestirmişlerdi. 

Çok sevdiği Keloğlan’a benzemişti. Ama onun bir Karakaçan’ı yoktu. O da tabletine verdi bu ismi. Onun sayesinde yatağından istediği yere gidebildiği için. Saçları kesilirken ağlamış, morali bozulmuştu. Öğretmeni ve en yakın arkadaşı bunu duyunca soluğu berberde almış, aynı tıraşı olmuşlardı. Saçları kesilirken gülüyorlardı yolladıkları videoda. “Sen iyileşecek ve aramıza döneceksin” diye bitirmişlerdi videoyu. 

Hasta olmadığı zamanı düşündü. Sınıfını, arkadaşlarını, öğretmenini düşündü özlemle. Zamanında nefret ettiği ödevleri arzular oldu. Ödevlerin başında olmak, hasta yatağında olmaktan daha iyiydi. Kalem tutmak, serum yüzünden kolunu oynatamamaktan daha iyiydi. 

Arkadaşları düzenli bir şekilde mektup yazıyordu. Kimisi ondan daha hızlı koştuğu için yakalamaca oyununda meydan okuyor kimisi satrançta onu yenebileceğini söylüyordu. Hiç anlaşamadığı arkadaşı ise “ Eyüp artık seninle hiç kavga etmeyeceğim. Hatta sana hediye aldım. Artık aramıza dön.” yazmıştı. 

Yakında karne zamanı yaklaşıyordu. Uzun zaman okula gitmediği için karne alıp, alamayacağını bilmiyordu. Alsa bile karnesi nasıl olacaktı? Babasından telefonu isteyip öğretmenini aradı ve sordu aklına gelen soruyu. “Tabi ki karne alacaksın. Sen yeter ki okula gel Eyüp.” 

Tebessüm ederek koydu kafasını yastığa. Biraz da olsa mutlu olmuştu. Derin bir uykuya dalacaktı, ilaçlardan dolayı. Babasının çalan telefonundaki müzik gibi “Rüyalarda Buluşuruz” diyecekti Zeki Müren. Şimdilik arkadaşları ve öğretmeni ile rüyalarda buluşacaktı…

Paltosuna sıkı sıkı sarılıp zili çaldı. Henüz havaların soğumamış olmasına rağmen, öğretmeni kışın giymek için paltosu olup olmadığını sormuştu. Sessizlik yemini etmiş gibi cevap veremedi. Ağzından kelimeler çıkmıyordu. Babası gittiğinden beri zaten elinden geleni yapıyordu öğretmeni. 

Arkadaşları gibi konuyu anlatıldığı zaman anlayamıyordu. Başlarda okuma yazma konusunda büyük sıkıntıları vardı. Öğretmeni ondan ümidi kesmeden, sabırla çalıştırdı. Okula erken geldiler, geç çıktılar. Sonunda emeklerinin karşılığını aldılar.

Zaten çoğu ihtiyacını öğretmeni karşılıyordu. Hatta evlerinin ihtiyaçları için bile yardım yapıyordu öğretmeni. Şimdi ona nasıl “ kışın giyeceğim paltom yok” diyebilirdi ki? Kısa hayaller kurabiliyordu, anında sona eren. Kibritçi Kız’ın kibrit çöpünün ömrü kadar kısa hayaller. Ama öğretmeni Eda’nın sonunun, Kibritçi Kız ile aynı olmasını istemiyordu.

Öğretmeni okul çıkışı beklemesini söyledi. Okul dağılınca, beraber bir butiğe gittiler. Eda’nın boyuna göre olan modelleri gösterdi satıcı. Öğretmeni “hangisi hoşuna gidiyorsa onu al kızım” dedi. Büyük kahverengi düğmeleri olan, güzel bir kemer tokası ve kemeri olan kırmızı bir palto seçti. Üzerine denemek için giydiğinde, aynadan gülen yüzüne baktı. 

Paltoyu poşete koydurup, dükkândan çıktılar. Öğretmeni annesi ile telefonda konuşuyordu “ şimdi işimiz bitti Gülay Hanım. Eda eve geliyor. Size de iyi akşamlar, ne demek.” Eda eve giderken, gözleri görmeyen, elinde sazı ile şarkı söyleyip, topladığı paralarla geçinmeye çalışan bir adam söylüyordu “Yaz dostum, yoksul görsen besle kaymak bal ile, Yaz dostum, garipleri giydir ipek şal ile, Yaz dostum, öksüz görsen sar kanadın kolunu, Yaz dostum, kimse göçmez bu dünyadan mal ile.” 

Eve geldiğinde merdivenleri çıkarken, paltosunu poşetten çıkarıp, üzerine geçirdi ve Barış Manço’nun şarkısını söylemeye devam etti…

“Evla artık şu oyunu bırakıp, derslerinin başına geçsene kızım. Az sonra uykun gelecek, uyuyacaksın.” dedi anneannesi. Dersleri tek başına yapamıyordu. Anneannesi ise ona yardım edemiyordu. “Dersimin başına geçsem ne olacak?” diye söylendi. İstemeye istemeye gidip kitaplarını aldı. Hikaye kitabını gördü. “Keşke benim de, bana yardım edecek bir Çizmeli Kedim olsa.” 

Annesi ve babası çok yoğun çalışıyordu. İkisi de eve geç saatlerde geliyorlardı. Bazen uyumadan önce onları göremiyorlardı bile kardeşiyle. Gün içinde kısa sürede yapılan kahvaltı ailenin bir arada geçirdiği tek zamandı. 

Öğretmeni, babası ile konuşurken duymuştu “bazı konularda çok geri kaldı. Okulda ben birebir çalışıyorum ama bunun evde desteklenmesi lazım. ”  Babası her seferinde “elimizden geleni yapacağız hocam” demişti ama yapamamışlardı. Aslında çalışmışlardı bir şeyler yapmaya. Ne zaman öğretmen konuşsa bir iki gün işler güzel gidiyordu. Sonra yoğunluk başlıyor ve Evla ikinci plana atılıyordu. Kardeşi biraz daha şanslı olacaktı okula başladığı zaman. “Seninle ben ilgileneceğim.” diyordu ona. 

Kendine ait oda, bilgisayar, tablet her şeyi vardı, gerçek ilgiden başka. Anne babası hayat gailesine düşmüş, evi unutmuşlardı. Biraz daha derken zaman çabucak geçmişti anneannesinin kazak örerken, dinlediği, radyodaki müzik gibi “öyle bir geçer zaman ki.” 

“Bey, daldın yine. Kahven soğuyacak.” sesiyle kendine geldi öğretmen, denize bakan balkonda, akşam yemeğinden sonra eşiyle karşılıklı içilen kahve anında. Günün en huzurlu zamanı olmalıydı bu an. Oysa öğretmenin aklı öğrencilerindeydi.

Okul kapısından çıktığı zaman, bazen sınıfın sorunlarını da sınıfta bırakmak ve kapıyı çekmek istiyordu. Ama öğrencileri ailesinin bir parçasıydı. Öğrencilerini daha çok evlatları gibi görüyordu. Onların sıkıntılarına, üzüntülerine, sevinçlerine, hastalıklarına hep ortaktı. Öğretmenlik mesain bittiği zaman kendi yuvana dönüp dinlenebildiğin bir meslek değildi.  Öğrencilerinin yuvalarında yaşadıkları senin yuvana yansırdı. Onların hepsi benzeri olmayan birer masal kahramanıydı ve masallar hep mutlu sonla, güzel biterdi. Masal kahramanlarına yardım etme görevi tabii ki onundu. Elindeki kahveyi ağzına götürürken, kulağına pikaptan Müzeyyen Senar’ın sesi geldi “Gamzedeyim, deva bulmam, garibim bir yuva kurmam.” Gülümsedi kahvesinden bir yudum alırken. Eşine döndü “Kaderimdir hep çektiğim, dinlerim hiç reha bulmam” diye devam etti şarkıya. Sonra şarkıyı dinledi, yine derin düşüncelerine dalarak…

İZDİHAM