27 Şubat 2016

Güven Adıgüzel, İnsan Sırrına Dahildir

ile izdihamdergi

Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden Deniz Uzuner’in bir proje/ödev kapsamında sormuş olduğu sorulara, Güven Adıgüzel’in verdiği cevaplardan müteşekkil bir röportajdır. İzdiham farkıyla.

    Konuşturan;    Deniz UZUNER – Marmara Türk Dili ve Edebiyatı

    Konuşan;         Güven ADIGÜZEL – İzdiham.com

İNSAN SIRRINA DÂHİLDİR*

Röportaj isteğimi kabul  ettiğiniz için tekrar tekrar teşekkür ederim. Sizinle bu röportajı yüz yüze yapmak isterdim fakat böylesi de beni mutlu etti. Öncelikle yazın hayatınızda başarılar dilerim sizi daha fazla sıkmadan röportaja başlamak isterim.

Ben teşekkür ederim, eyvallah. Bu ‘ödev tipi’ röportajlarımın üçüncüsü oldu. Hoşuma gidiyor galiba bu mesele. Yani; akşam evde kardeşinin ödevine yardım eden bir abi hissiyatıyla yanıtlıyorum bu soruları. Dilimin bağı çözülür umarım.

İktisat mezunusunuz fakat şu an şair olarak yolunuza devam ediyorsunuz, ikisi birbirinden çok farklı alanlar. İktisattan şairliğe geçmeniz, şairlikte karar kılmanız nasıl oldu?

İktisattan şairliğe geçmek diye bir şey yok. Yani medar-ı maişet gailesi -tabiatıyla- başka bir mevzudur, tabuta girinceye kadar sürer, şiir ise her hal ve şartta yoluna devam eden bir duygu durumudur. Bir cephedir… Üniversiteye gidersiniz, bir işe girersiniz, evlenirsiniz, çoluk çocuğa karışırsınız, hayatın klasik ritmik akışına göre aşağı-yukarı böyle bir yasa işler. Şiir ise tüm bunların hem içinde hem dışındadır.

Şahsen şiirle uğraştığım doğru ama şairlik makamı harcım değil. Bu ‘uğraş’ benim kendi iç kavgamdır, kalbinin dağlarına çekilenlerin hissiyatını taşıyorum şiirle uğraşırken. Şiir’de karar kılınmaz ayrıca, şiir gelir zor’a dayanır. İktisadın da şiirden öğrenecekleri vardır muhakkak.

İlk eserinizi yayımlarken karşılaştığınız, unutamadığınız en büyük zorluk nedir?

Bu işlere ilk başladığımda yani bi 10 yıl önce her şey çok daha zordu. Şimdi nerden baksan şiir kitabı basan 6-7 yayınevi var. Alternatif-avangard ve butik-tematik işler yapan yayınevleri de mevcut. Gayet dinamik, heyecanlı ve hareketli bir yayın ortamının oluştuğunu söyleyebiliriz. Yayıncılık dünyası durgun günlerini geride bıraktı bence, okur sayısı arttı.

Zorluk meselesine gelince, hikâye genelde şöyle başlar; basılacak durumdaki dosyanız hazırdır ve kimse yüzüne bile bakmaz. Benim de böyle sıkıntılı bir dönemim oldu, eğer bir ‘isminiz’ yoksa ve dosyanız ticari bir roman falan değilse bu işler böyle alçaktan seyreder maalesef, pek kafaya takmamak lazım. Yürünecek yollar bizim.

Hiç unutamam dediğim mevzu ise; kitabımı basmayı kabul eden bir yayınevi üç yıl sonrasına tarih vermişti bana mesela.  Eski SSK’dan ameliyat günü alır gibi. Seversen katlanırsın ama, yapacak bir şey yok. Şöhreti değil, edebiyatı sevmek lazım. Şöhret afettir, edebiyat ise gayet korunaklı bir çatı. Ben edebiyatı çok sevdim, bazen eser üreten ve sıklıkla da bir okur olarak tüm kalbimle sevdim. Kelimelere inanıyorum çünkü ve bu konudaki ısrarım Allah ömür verdiği müddetçe devam edecek.

Çok tartışılan bir konudur. Yazma eylemini gerçekleştirebilmek için eğitim şart mıdır diye bu konudaki düşünceleriniz neler?

Şiir meselesine girmiyorum, çünkü sözgelimi; 16 yaşında, hayatında tek satır okumamış ve edebiyatın kapısından geçmemiş bir çocuk dahi fevkalade şiirler yazıp getirebilir önünüze, ilham ve yansıtma bahsi bu alanda tehlikeli bir bölgeyi işaret ediyor bize, kurduğumuz tüm cümleleri geçersiz kılacak bir ilham/gerilim alanı mevcuttur çünkü insan’ın ruhunda. Bu yüzden şiir ve eğitim bahsini geçiyorum. Şiir gelir kâğıda dökülür. Yansıtıcının haddini bilmesinde fayda var.

Nesir içinse şunları söyleyebilirim, yazmak için; kâğıt, kalem ve yetenek gerekir, mebzul miktarda dert sahibi olma temayülü tabi bir de. Yeter şartları bunlardır. Eğitim’den kastınız, eğer; yazarlık atölyeleri falansa çok anlayabildiğim alanlar değil onlar. Atölyeyle yazar olunmaz, kolektif çalışma tekniği, tema yaratıcılığı ve usta-çırak ilişkileri besleyici ve yönlendirici olur şüphesiz, buna bir itirazım yok. Ama ‘yazar’lık seçilebilir, tercih edilebilir, öğrenilebilir bir şey değildir, o gelir seni bulur, sen de eyvallah diyerek nasibine uygun davranmaya başlarsın. Kalemin hakkı budur.

Eğitim deyince, tek kişilik üniversitelerden dinlenecek sohbetler ve iyi kitaplarla/metinlerle örülü içe/kalbe dönük bir dünya geliyor benim aklıma, bak bu kesinlikle şart işte. 40 sayfa okunmadan bir sayfa yazılmaz derler arifler, bunu da sıkça hatırlamalı.

Eserlerinizi meydana getirirken yaşanmışlıklarınızdan, geçmişinizden ve hatıralarınızdan faydalandığınız oluyor mu? Yani şiiri duygulardan bağımsız düşünmek mümkün müdür?

Yazım sürecini bir bütün olarak düşünmek gerekir, böyle bağımsız bir alan yok elbette, her şey duygularla kaim. Kurmaca da -serin bir kafayla bakarsak- nihayetinde yazarın kendi evi sayılır. Bu noktada yazmaya koyulduktan sonra doğal olarak kontrolün ve diğer profesyonel tavırların yazarın üzerindeki hâkimiyeti azalır. Duygu patlamaları, ilham, gerilim,  sancı… bunların hepsi -ister istemez- eşlik edecektir yazarın bu bitimsiz seremonisine. Şunu söylemekte yarar var; bilinçaltından, -dili geçmişten, hafıza kodlarından veya puslu hatıralardan çağırılarak fotoğrafa dâhil edilen, eklemlenen parçaların kıymeti, gerçekten, ama gerçekten çok büyüktür, tecrübeyle sabit.

Bu süreçte yorulup vazgeçmek istediğiniz oldu mu?

‘’Her iyi edebiyatçının edebiyattan nefret ettiği bir an olur’’ Yorulmak olağan bir hal, mutlaka yorulup, tıkanıp, üretimin yıpratıcılığı karşısında pes ederek geri çekildiğiniz zamanlar olur. Kısa süreli bir tedavi süreci diyebiliriz buna. Edebiyat; mide sancısı, tarifsiz baş ağrıları, ağır kasvet ve iç sıkıntıları hediye eder yazara, bu yanıyla steril bir lunaparka falan benzemez. Eğlencesi azdır, zor’a koşar. Okurken çok zevk aldığınız bir kitabın yazılırken aynı oranda acı verici olduğu zannı ürpertici bir gerçeklik içerir mesela. Boşluk duygusunu ve bakakaldığın kuyuları derinleştirir edebiyat, okuru sağaltır belki ama yazarı asla iyileştirmez, dünyayı daha güzel bir yer de yapmaz, tahammül eşiğine mütevazı bir katkı sunar en fazla, eh bu da fena bir sonuç değildir aslında. Yorulmanın/yorgunluğun yaşamak gibi bir anlamı vardı zaten değil mi?

Kadraj Hataları, Yoksulluk Şarkıları, Kimse Kıpırdamasın… Eserlerinizin isimlerini nasıl koyuyorsunuz?

İsim koyma meselesinin kısmetten ibaret olduğu kanısındayım, öyle günlerce düşünmem, bir anda aklıma bi kıvılcım çakılır ve derhal gerekeni yaparım, kitapların da bir kaderi vardır ve bu kader isimle başlar.

Takip ettiğiniz, sevdiğiniz şairler var mı? Var ise kimlerdir?

Çok var, en kıdemlileri saygı ve selamla geçiyorum, genç-orta kuşaktan; Salim Nacar, Bülent Parlak, Seyyidhan Kömürcü, Mustafa Akar, Belya Düz, Tuba Kaplan, Orkun Elmacıgil, Furkan Çalışkan, Murat Sözer, Taha Ayar, Ahmet Murat, Selçuk Küpçük, İsmail Kılıçarslan, Dilek Kartal, Samed Karataş, Onur Bayrak, Büşra Dilek, Ahmet Edip Başaran, Süleyman Unutmaz ve şu an -beni affetsinler- aklıma gelmeyen daha birçok isim. Gürül gürül bir ırmak akıyor bence. Ve tabi İsmet Özel ve Osman Konuk şiirleriyle de aram her daim iyidir.

Bir röportajınızda “ortaokulda yazdığım berbat arabesk şiirler de dâhil olmak üzere, tüm külliyat benimdir” demişsiniz. Bu sözünüzü biraz açar mısınız?

Şöyle oluyor o konu; mahcup delikanlıların matematik defterlerinin arkasına yazdıkları şiirler bahsi vardır, matematik, mahcubiyet ve şiir. Bu üçü bir araya geldiğinde dünya daha anlaşılmaz bir yer oluyor. Şiir bu çıkmaz’ın anahtarı değildir şüphesiz, ama kapıya bir omuz atar. Bu kadarına gücü yeter.

Yazdığımız, yaşadığımız, yazamadığımız, yaşayamadığımız her şey bir bütün halinde biz’i tanımlar, söylediğim bu. İnsan sırrına dâhildir.

Güven ADIGÜZEL

İZDİHAM