Bir yerden bir yere bir şekilde bazı şeyleri geride bırakarak götürdüğün bazı şeylerle birlikte değişerek (eksilerek mi demeliyim) gitmeye taşınmak diyoruz. Öyle veya böyle her taşınma içinde bazı heyecanlarla gerçekleşiyor. Bazı şeyler umarak taşınıyorsunuz. Sonrasında geride bıraktıklarınızın da sizinle geldiği oluyor. Gittiğiniz yerde sizi karşılamasını umduğunuz duygular da bazen sizi misafir gibi ağırlayınca; sığamıyorsunuz.
Dino Buzzati’nin o meşhur kitabı Tatar Çölü’nde istekle gittiği kalede umduğunu bulamayan genç bir subayın hikâyesi anlatılır. Bilenler bilir hikâyeyi. Uzun bir aradan sonra kaleden şehre indiğinde içinde bir istekle yine kaleye dönmek ister genç subay. Evine girdiğinde genç subayı karşılayan duygular şu şekilde ifade edilir: “Odası, tıpkı bıraktığı gibi korunmuş, tek bir kitap bile yerinden kaldırılmamıştı ama yine de gözüne başkasının odasıymış gibi göründü.”
Ailemin yanından kendi evime çıktığımda odamda bazı kitaplar ve bazı eşyalar bırakmıştım. Onları giderken yanımda götürmeye gerek görmemiştim. Kimisini sonra geldiğimde alırım demiştim. Hepsi kaldığı yerde kaldılar. Kendilerince pasif bir varoluş sergilediler. Arada bir dönüp yüzlerine baktığımda iyice bir kenara büzülmüş sessizce sonunu bekliyor ama o son benim elimden hızlanmasın diye seslerini çıkarmıyor gibiydiler. Arada bir annem kitaplıkların boşluğuyla dolmuş odamda kalan üç beş eşyanın tozunu aldıkça geride bıraktığım eşyaların da yaşama direnci tazelenmiş oluyordu. Orada öylece duruyorlardı. Biraz kitap birkaç parça daha giymem dediğim ya da geldiğimde giyerim dediğim giyecekler, birkaç bilmem ne… Sonra bir gün geri dönmem gerektiğinde odaya (odama dememişim sonradan fark ediyorum bunu) tekrar baktığımda o eşyaları hikâyeleriyle birlikte hatırlayıverdim. Kimisi o hikâyelerin korkunçluğuyla bir anda odanın kapısına konuluverdi. Sanki yıllardır kaldığım evdeki yıllardır kendi başıma kullandığım o odaya geri dönmemişim gibi bir yabansılık vardı odayla aramda. Önce birkaç yakın arkadaşımın yardımıyla kitaplıklarım girdi odaya ve taze boya kokan odada eski yerlerini aldılar. Sonra çalışma masam ve diğer eşyalarım… İlginç olan şuydu: Sığamamak. Bu odadan çıkan eşyalar gerisin geri yerlerine konulduğunda bu sefer sığmıyorlardı. Kitapların sayısı biraz artmıştı evet ama bu sığamamak da başka bir duygu hâkimdi. Çünkü sığamamak duygusu benim içimden çıkıp ılık ama tahrik edici bir koku gibi odaya yayılıyordu. Önceleri bunu basit bir alışamama durumu olarak gördüm. Dahası öyle olmadığını bunun basit bir alışamama durumu olmaktan öte bir durum olduğunu biliyordum fakat kendime itiraf edip meselenin derinleşmesini engellemeye çalışıyordum. Uzunca bir süre sığamamaya devam ettim. Yeni bir karyola aldım. Tek kişilik bir yatak, yeni nevresimler, küçük ama elbiselerimi toparlayacak bir gardırop. Tüm bunlarla sığabileceğimi düşünüyordum. Ama o güzelim yatakta geçirdiğim her uykusuz gece bu düşüncemi alt üst etti. Sonunda kabul ettim. Bu sığamamak eşyalarla, benim o eşyalarla kurduğum ergonomik ilişkiyle alakalı değildi. Bu sığamamak içsel bir duygunun tezahürüydü. Ama en kötüsü ise bu sığamamak duygusunun içinizden çıkıp odanıza oradan çıkıp tüm hayatınıza müdahil olmasıydı. Bu duygularla ani bir kararla tecilimi bozdurup askere gittim. Artık bir evim yoktu bir odam kişisel bir alanım. Ayaklarım halıya değmeyi özlemişti. Kendime ait hiçbir şeyin olmadığı bir ortamda sığamamak duygusunu alt etmiştim. Üç dört defa yatağımı değiştirdim. Hiç birini yadırgamadım. Kısa sürede alışıyordum o yatağa, o yere. O kalabalığın içerisinde herhangi biri olarak herkesleşerek yaşamak işimi kolaylaştırıyordu. Sonra askerlik bitti. Bir gece yarısı birliğimden ayrıldım. Gece üç gibi ise hızla giden bir arabayla Sivas’a veda ettim.
Tekrar odama döndüğümde hissettiğim ilk şey odanın kokusuydu. Kitap, karyolamın ahşap kokusu, ara ara havalandırılmış ve deterjanlı suyla silinmiş parkelerin kokusu. Bunların yanında niyeyse askere götürmediğim Solo Loewe marka parfümümüm kokusu. Kokular insanın görme duyusunun göremediği pek çok şeyi gösterirmiş. Ünlü Koku romanını hatırlayın. Bende de öyle oldu. Unutmakla hatırlamak istememenin / hatırlamamak istemenin apayrı tesir alanının olduğunu fark ettim. Buzzati’nin genç subaya söylettiği gibi “tek bir kitap bile yerinden kaldırılmamıştı” ama yine de işte o ailemin yanından ilk ayrılışımda içinde yaşadığım oda değildi artık bu oda. Dahası artık beni üzen anıların bir müzesiydi. Bazı kitaplar, bazı kitapların içinden ansızın çıkan notlar, takvim yaprakları, bazı kitapların iç kapağına yazılmış tarihler bir şeyler, bir şeyler… Sonra benimle gelen yeni kitaplar… Onlara eski kitapların arasında yer açmak. Yeni kitapları eski kitapların arasında bir yerlere iliştirirken çoktan unutmuş olduğum bir kitaba rastlamak ya da arayıp da nerede olduğunu bir türlü bulamadığım bir kitabın bir anda karşıma çıkıvermesi. Sonra bazı kitaplarla beraber o kitabı aldığım güne, günlere dönmek. Sığamamak duygusu böylece sürüp giderken bir gece uykusuzluğun verdiği öfkeyle kalkıverdim yatağımdan. Önce başımdaki lambaderi yakıp bir süre odayı izledim. Kitaplıklarda kitaplar sessiz sedasız kıpırtısız yerini sahiplenmiş bir ağaç gibi tabii duruyorlardı. Sonra ayaklandım ve lambayı da yaktım. İlk kitaplıktan başlayarak bazı kitapları halının orta yerine dökmeye başladım. Onlarca kitap halının orta yerinde yığılıyordu. Sonra yatağıma uzandım ve çok düşünmemeye çalışarak tekrar uyumaya çalıştım.
Sabah gözümü açtığımda ilk gördüğüm kitaplıkların rahatlamış ve dağınık halleriydi. Elimi yüzümü yıkamak için odadan çıkarken bazı kitaplara basmamaya özen gösterdiğimi fark ettim. Sonrasında o kitapları üst üste koyup balyalayarak apartmanın girişine taşıdım. Bazı kitapları nasıl elden çıkarabildiğime şaşırmıştım doğrusu. Kimisini aldığım mezat günleri, kimisini hediye eden arkadaşlarımın çehresi aklıma geliyordu. Bunu asla kitaplığımdan çıkarmam dediğim onlarca kitap yeni bir yolculuğa hazırlanıyordu. Onlar da taşınıyorlardı. Onları götürdüğüm kitapçı ederinin çok altına aldı onları. Daha varsa getir diyordu sana da harçlık çıkar. Ben de ona yalandan gülümsüyor ve evet diyordum. Ne okuyorsun sorusuna edebiyat deyiverdim. Okul bitiyor da memlekete döneceğim.
Sonrasında kitaplıklar rahatladı. İçimdeki sığamamak duygusunu bütünüyle bertaraf ettiğimi söyleyemem elbette ama o güne kadar bin bir emek, zahmet ve zaman zaman parasızlıkla elde ettiğim kitaplardan onlarcasını elden çıkarabilmenin verdiği rahatlama duygusunu yaşadım. Yapamam, birinden bile vazgeçemem dediğim kitaplardan onlarcasını elden çıkarıvermiştim. O kitapları edindiğimdeki mutluluk bu sefer tersten sarıyordu beni. Sanırım ilk defa hayatımdan çıkaramam dediğim şeylerin hayatımdan çıkıvermesi iyi bir his yaşattı bana. Bazı kitapların kitaplığımdan dolayısıyla hayatımdan tehciri kitaplarla taşınmanın bir minyatürü gibiydi. Nereye taşınsam yerinden kımıldamayan o kitap kolilerinin hatırası bile hafiflemeye başlamıştı artık. Ünlü yönetmenin o meşhur sözünü İsmet Özel’in “şimdi ne yapsam dedirtme bana yarabbi” mısraıyla birlikte anımsadım: “Benim vatanım ayakkabılarımdır.”
Abdüssamed Bilgili, Cins Dergi Mart 2017
İZDİHAM