Afşin Selim dedi ki: Her çağ kendi bacağından asılacaktır.
Evimde canlı bulunmuştum o gün, sabahtı. Kim bilir, “olayla ilgili soruşturma devam ediyor” diyecekti gazeteler, siluetimi gördüğüm için memnun olacaktım, canlılığımı pek önemsiyorlardı çünkü…
“Acaba” dedim, kendi kendime, “Uyumamış mıydım”, hatırlamıyorum. Daha rahat bir uyku için kitabı ve sayfalarını tavsiye ediyordu, uzmanlar. Gel de uyu!
Bir haftalık sakalımın yükünü taşıyordum suratımda. Boğazımda dün akşamdan kalma öksürükle… Cümlelerine gömüldüğüm kitabın sayfalarını soluyordum. İtinayla. Her bir cümle, zihnimde yığınak kurmuştu. Pişman mıydım, hayır.
Ben okurken oluyordu her şey: Bir köpeği topal bırakmış ve ilk gördüğü internet cafe’ye kaçmıştı çocuk, üst kattan silkelediği halının gazabına uğramıştı mahalleli, berber ne iş yaptığıyla meşguldü müşterisinin…
Sanki beni bana unutturacak bir rahatlık sinmişti üzerime. Yalnızca ben’imden mesuldüm; ne öz ne de söz, bırakınız yapsınlar dedim, bırakınız geçsinler.
Çok katlı betonarmelerimiz vardı, birbiri ardına sıralanmış bankamatiklerimiz, girişleri ve çıkışları kontrol altında tutan güvenlik kabinlerimiz… Mağaza vitrinlerimiz, reklam panolarımız, metrobüslerimiz, etsiz çiğ köfte salonlarımız…
Kim o?
Ben…
Rutin koşuşturmaca âdeta zombileştiriyordu beni, seni, onu. Esasında iki ayaklarının üzerinde durabilen her canlıyı insan olarak vasıflandırmış olmanın mutluluğu istila etmişti şehri ve zihinleri… Etrafta gördüğüm her şeyi çağrışımlarla algılayabiliyordum. Simgecikler uçuşuyordu zihnimde.
Şuuraltımız kontrol altındaydı, kitlesiydik kendilerinin, arzularımız ne kadar çok azgınlaşırsa, o kadar çok değerli olacaktık… Yeter ki tadını çıkarabilelim: “1 kere geldin, affetme, ânı yaşa, fırsatı kaçırma, doğur ve büyüt, her biri yarının insanımsı müşterisi… 1 dakika, size özel fırsatlar hazırladık!”
Duyarlılık yayıyordum diğer insanlara ama duyarlılık yaydıkça huzursuzluğa büründüğümü anladım. “Hamili kart yakınımdır” kartvizitleri dolanıyordu ayağıma. Düşmedim. Dışarıya çıkmama değmişti açıkçası: Malum ambulansa yol vermeye çalışıyordu araçlar, heyecanlanmışlardı o sesi işitince, ah benim merhametli halkım…
Halen daha nefes alabiliyor oluşuma şükrettim. Görebiliyor oluşuma da.
Durur muyum: Kitabımın kahramanına tutundum. Mesuliyeti özümseyebilmiş birini bulmuştum nihayet… Muzip bir gülümsemeyle çeviriyordum sayfaları. Bakışlarım dondu. Parmaklarımı oynatabiliyordum. Kıpırdadım. Kapı sesi: “Kapıda biri mi var?” Muhtemelen… İşkillenmeme rağmen, kalktım.
Kapı istikametine yöneldim. Gözüm, kapının ardını görebilme işlevine sahip mercekli küçük deliğin içindeydi. Gelmişlerdi! Süzüyordum. İki kişi olduklarını müşahede ettim. Lacivert üniformalarıyla otorite olduklarını ispatlar gibiydiler. Kapıyı açmam gerekiyordu artık; açtım. Bakakalmıştım. Şüphelenmiş olabilirler miydi? Karşı daireyi göstererek… “Kim kalıyor orada, tanıyor musun?” Henüz yeni taşındıklarını ve kendileri hakkında herhangi bir malumata sahip olmadığımı aktardım. “Tanısanız, seversiniz” diyecektim ki, olmadı: “Tanısanız…”
Hazır, kapı açılmışken, ifadem alınıyordu. Tatmin miydiler? Zannetmiyorum. Nasıl da ürkmüştüm ama… İçeri girecekler ve bütün kitaplarıma el koyacaklar diye. Hangilerine? Tozu üzerinden kalkmamış olanlarına…
Kahramanım, kırılgandı. Kitap sayfalarının iniltileriyle inliyordu şehir. Kitaplarım hakkında hazırlayacakları iddianame zihnimi tokatlıyordu. Diğer yanağımı çevirmiştim bile…
Kapıyı kapattığımda ise, derin bir oh çektim. Umarsızca…
Niçinini bilmiyorum, birdenbire, balkona koşup, kafamı aşağıya doğru sarkıttım. Yerçekimine kafa tutarcasına nefes alıp vermeye başladım. Kan akışı istikamet değiştirmeye başlamıştı: “Güzel günler gelecek, güzel günler gelecek, inanıyoruz, ‘ümit en son terk olunan şey’ çünkü…”
Afşin Selim
İzdiham