Ahmet Murat, Belki de Üzülmeliyiz
Bizim orta mektep seneleri. Randevulu kavga, sustalı bıçak, Ferdi, Neşe, Sezen yılları. Küçük şehrimizde, bir sürü Mustafa Kutlu, Hasan Ali Toptaş hikayesi geçiyor. Gençlik, hatta ilk gençlik demleri olduğu için, alakamızı derhal çekenleri çoğu kez gönül hikayeleri oluyor. Bunların da en yakıcıları.
Bir Emin var. Daha doğrusu Emin Abi. Bizden büyük bir liseli. Yakışıklıca, efendice, sessizce biri. Omuzuna attığı ceketiyle ikindi vakti piyasa yapıyor. Hemen düzeltmeliyim; omzundaki ceketin sebebi kollarının olmaması. Evet, ikisinin birden.
Emin Abi geçip giderken, küçük yer, imalı bakışlar, fısıldaşmalar oluyor. Büyükler büyüklere, derken büyükler küçüklere, küçükler küçüklere o sırrı aktarıyor: Emin, karasevdadan kollarını kaybetmiş. Karasevdadan mı? Evet, yandığı kız karşılık vermemiş. O da lisenin önündeki elektrik direğine tırmanmış, yapışmış tellere, yakmış kendini.
Emin Abi’yi hayal etmeye çalışıyorum; o munis, o efendi, o içe dönük genç adam (adam dediysem on yedisindeki o liseli), karşı lisenin camındaki sevdiği kızın dehşetle büyümüş gözleri önünde, kollarını cayır cayır yakan tellerden kıvılcımlar serpilirken yollara, muhtemelen diyorum, sessizce yandı, çığlık bile atmadan tüttü durdu. Efendice, içten içe.
Onun bu elektrikli halleri, geleneksel kıymetler içinde ölçülü bir şekilde devinip duran o küçük şehirde hallice bir skandal sayılmalıydı. Ama büyüklerin tepkilerinden sezdiğimiz hep bir anlayışla karşılamaydı. Emin Abi, ne tekfir, ne tecrit, ne tekdir edilmişti. Sade “Allah’ın Garibi” muamelesi görmüştü. Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre öykülerine aşina şuur, Emin’in yanışına hürmetle tanıklık etmekteydi.
Ah ahlar, vah vahlar, mırıl mırıl edilen dualar eşliğinde o da iyileşti, toparlandı, ayağa kalktı. Daha da iyisi oldu, sevdiği ona vardı, evlendiler.
Yıllar boyunca (hadi itiraf edeyim bugün bile) bu tarih öncesine ait çiftin hikayelerini izledim durdum. Birlikte bir dükkanları oldu. Kasada yenge dururdu. Becerikliydi, hevesliydi. Dükkanın önünden geçerken yavaşlar, Emin Abi’nin yüzünde bir memnuniyet belirtisi arardım: Yanmaya değdiğine dair bir nişan, vuslatın bedelini ödemiş bir adamın mutmainliği.
Aşkın kendisini savurduğu delilik sınırında, ateşle oynayan bu genç adamın verdiği dersi hala düşünürüm. O, şem ü pervanenin nasıl olup da doğu edebiyatlarının değişmez temalarından biri olduğunu anlamama yardımcı oldu. Hepsi birbirinden içli, birbirinden damar aşk hikayelerini bağrından kaynatıp duran doğu, aşk silsilesine onunla yeni bir halka eklemişti.
Emin Abi, aşk malulü olarak hayatını sürdürüyor. Kollarından o gün çıkan yanık et kokusu, hala tanıkların burunlarına vuruyor ara ara. Onun aramızda, o küçük şehrin çarşısında hikayesiyle birlikte yaşıyor olması, herkese aşk hakkında bir ölçü ve dahası bir soru veriyor. Onunki aşksa diğerlerininki nedir?
Bu hadisenin bende uyandırdığı asıl etki, aşkın yok olmayı göze aldıran dinamiği. Başka bir varlığa doğru atılım yapan bir kimsenin, bu atılımı yoklukla nihayetlendirmeyi göze alması, asıl şaşırtıcı olan. Yani aşık, maşukuyla buluşarak iki olmayı dilerken, meğer aşk onu ortadan kaldırmayı tasarlamaktaymış. Aşk ikiliğe izin vermiyormuş.
Emin, kendi menkıbesini son sınırına götürüp bıraktı. Bir aşkla ne yapılabileceğine dair bir çizik attı ortak hafızaya. Aşkın şehidi olmak istedi, gazisi oldu.
Hak aşıkları var bir de. Her birinin hikayesinden dumanlar yükseliyor, kıvılcımlar sıçrıyor etrafa. Hikayeleri, aşkın nelere kadir olduğuna dair biz faniler için sonu gelmeyen bir mesnevi gibi. Yanmanın, yok olma sınırını yoklamanın, kendi menkıbesini yazmanın sayfaları geçiyor önümüzden.
Onlarla Emin’i buluşturansa, hikayelerinin dinleyen herkeste derin bir endişe uyandırması. Bu hikayelerin bizi borçlandıracağını biliyor gibi, görmezden gelmenin, suskunlukla geçiştirmenin, olgunlukla karşılamanın, çok çok hürmet duymanın yeteceğini sanıyoruz. “Aşk Canavarı”nın alevinin aramızdan seçip götürdüğü kurbanı ağırbaşlılıkla uğurlayıp, bu ateşin bize değmemiş olmasına neredeyse içten içe seviniyoruz. Seçilmemiş olduğumuza, aşk seçkinlerinden olmadığımıza seviniyoruz.
Ama belki de üzülmeliyiz.
Ahmet Murat, Gerçek Hayat
İZDİHAM