Ahmet Toklu’nun hem senaryosunu yazdığı hem de yönetmen koltuğuna oturduğu TRT ortak yapımı Pota’nın 9. Boğaziçi Film Festivali’nde Türkiye prömiyeri yapıldı. Filme ilgi oldukça fazlaydı. Türkiye’nin önde gelen birçok sinema yazarları ve eleştirmenleri koltuklarında yerlerini aldılar. Film bittikten sonra insanların filme dair ortak görüşlerinde şunu gördüm: filmin duygusu seyirciye sirayet etmişti.
Ahmet Toklu, çalışkan bir yönetmen. Birçok dizi projesinde yer almış. İşin mutfağını çok iyi biliyor. Bunu uzun metraj çıkış filminde görüyoruz. Sinema filmi en nihayetinde kamerayla bir dünya yaratıp o dünyaya seyirciyi ortak etmektir. Toklu’nun kendine has bir dünyasının olduğunu ve daha uzun yıllar bizi kendi evrenine misafir edeceğini düşünüyorum.
Film hakkındaki beklentim yüksekti. Bu durum şüphesiz Toklu’nun sinemaya dair ufuk açıcı görüşlerini ve yaklaşım tarzını az çok bildiğimden kaynaklanıyor olabilir. Ayrıca film yurtdışındaki birkaç festivalden ödülle dönmüştü. Gelelim filmin beklentilerimi karşılayıp karşılamadığına. Elbette bunun cevabını birkaç boyutta vermem gerekiyor. Öncelikle ben sinemanın tekniklerini çok iyi bilen bir isim değilim. Teknik açıdan değerlendimesini daha uzman kişiler elbette yapacaktır. Ben daha ziyade filmin bende bıraktığı duygusal ve düşünsel intibayla hareket ediyorum. Bu açıdan filmin yapım aşamasındaki zorluklarını da bildiğim için genel anlamda beklentimi karşıladığını söyleyebilirim.
Film 90’lı yılların sonunu mercek altına alıyor. Filmin geçtiği zaman dilimi ülkenin sosyal, siyasi, kültürel anlamda yaşadığı değişimin kırılma noktalarından birine rastlıyor. Bu dönemin en belirgin yönüne dikkat çekilmiş: köyden kente göçlerin yoğunlaşması ve şehirlerde siteleşmenin başlaması. Kontrolsüz göçle birlikte kentte gecekondulaşma da had safhaya çıkmış oluyordu. Bu yüzden muhtemeldir ki, gelir düzeyi daha üst seviyede olan bireyler, kendilerini bu çarpık kentleşmeden kurtarmak ve daha izole bir hayatın temini için sitelerde bağımsız (!) bir yaşam biçimi geliştirdiler. Bir nevi kast sistemiydi bu da. Film de işte bu kentte sitelerle gecekonduların birbirine çok yakın olduğu bir şehir olan 90’lı yılların istanbulunda geçiyor. Bu sitelerin çoğunda basketbol sahası vardı. Sitenin çocukları orada basketbol oynarken gecekondularda yaşayan çocuklarsa bundan mahrumdu.
Filmin baş karakteri olan Ahmet, İstanbul’un fakir gecekondu mahallerinden birinde yaşayan ilkokul öğrencisi bir çocuk rolüne. Rolünün hakkını veriyor gerçekten. Bir çocuğun masumiyetiyle hayatın zorluklarını yaşamanın verdiği olgunluk emareleri bir arada seyrediyor onun rolünde. Ahmet’in babası çalışmak için yurt dışındadır ve ailesine para gönderemez. Ahmet bu yüzden gecekondu mahallelerinin yakınında lüks evlerin olduğu güvenlikli sitede çalışmaya başlar. Sitenin güvenlik görevlisi kraldan çok kralcı bir üslupla siteye girmek isteyen (aşağı mahallenin çocuklarına) hep zorluk çıkarır. Burada alt metinde gelir düzeyi düşük olan kesimin sınıf mücadelesinin zorluğuna dikkat çekilmiş. Siteye öyle herkes elini kolunu sallaya sallaya giremez. Kapıda durduk yere çocukları bekleten güvenlik görevlisi de büyük ihtimalle o gecekondulardan birinde yaşamaktadır, fakat filmde bu ayrıntıyı göremeyiz.
Sosyal anlamda iç içe geçişlerin, değişmenin ve sınıflar arasındaki sosyo-kültürel karşılaşmaların belirgin hale gelmeye başladığı 90’lı yıllarda Toklu, tüm bu olan biteni bir simgeyle anlatmayı deniyor. Pota sınıflar arasındaki farkın en belirgin sembolerinen biridir 90’lı yıllarda. Halen basketbol elit kesimin sporuyken futbol sınıfsal açıdan halka kadar inebilen bir spordur. Mahalelnin çocukları bir araya gelerek kendilerine pota yaparak bu kısır döngüyü kırmak istemişlerdir. Artık onlar da basketbol oynayarak hayatı farklı bir kimlikle devam ettirebileceklerdir.
Filmin ana temasında çocukların dünyası var. Ama bu filme çocuk filmi demek doğru olmaz. Yetişkinlerin dünyasına dair de çok izler var.
Çocukların kendi aralarındaki diyalogları çok sahici geldi bana. Birkaç eleştirim var sadece. Öncelikle bazı sahnelerin daha kısa tutulması gerekirdi. Özellikle siteye girerken çocukların yaşadığı zorluklar ve güvenlik görevlisinin abartılı tutumlarına gerek kalamdan da biz onun nasıl gıcık bir görevli olduğunu anlayabilirdik. Bir de öğretmenin öğrencilere yaklaşım tarzındaki tonu biraz abartılı buldum. Orada öğrencinin fırlattığı tebeşire tepkisiz kalan çocuğun da temsil ettiği bir kesim var. Bunu anlatabilmek için belki de bu denli despot ve öfkeli bir öğretmen tipi seçilmiş olabilir. Ama benim düşünecme göre bu duygunun bu denli apaçık bir şekilde sinemada sergilenemsi sanatsal bakışa zarar veriyor.
Yazıyı okuyanlar, filmin içeriğinden çok bahsettiğimi düşünebilirler, fakat durum öyle değil. Seyir keyfi açısından hem sanat filmlerini seven hem de ortalama seyircinin beğenisi kazanabilecek tonda bir film olduğu düşüncesindeyim. Bu dengeyi iyi sağlamış yönetmen.
Filme dair çok şey söylenebilir çünkü alt metni oldukça yoğun bir film. 90’lı yıllarda bu süreçlerden geçen her insan filmde kendinden bir şey bulacaktır. Ve son olarak filmde beni en çok etkileyen unsurlardan birini paylaşmak istiyorum. İnsanı dönüştüren, geliştiren tek unsur başarı değildir. Başarısızlık da bizlerin hayatı yeniden yorumlamamıza ve yeni bir başlangıç yapmamıza vesile olabilir. Şimdiden iyi seyirler diliyorum hepinize.
ibrahim Varelci