TDK sözlüğünde muhalif maddesine baktığımızda; bir tutuma, birgörüşe, bir davranışa karşı olan, aykırı olan kimse şeklinde tanımlandığını görürüz. Tabii ki bu bir sözlük tanımıdır ve kullanıldığı bağlam bakımından en dar anlamına yer verilmiştir. Bu kuru ve sığ tanım, yazının başlığında kastedilen meramı karşılamayacağına göre, buradan hareketle muhalifliği kendi kıstaslarımıza göre yeniden ele almamız gerekiyor.
Kur’an’ın bildirdiğine göre muhalefet, insanın yeryüzüne gönderilmesinden daha önceye dayanan bir olgudur. İnsanın yaratılışının anlatıldığı ayetlerde Kur’an bu olayı, Hz. Peygamber’e ve dolayısıyla bize hitaben aktarırken şöyle diyor: “İşte o zaman Rabb’in meleklere: “Bakın, Ben yeryüzünde ona sahip çıkacak birini yaratacağım!” demişti. Onlar: “Seni övgüyle yüceltip takdis eden bizler dururken, orada, bozgunculuk ve yozlaşmaya yol açacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. [Allah:] “Sizin bilmediğiniz (çok şey var, onları) Ben bilirim!” diye cevapladı. (2/Bakara:30) Muhammet Esed, ayete ilişkin düştüğü dip notta, Allah’ın yaratacağı varlığın “dünyada bir varis” ya da “bir halife” olacağını ve bu vurgunun insanın yeryüzündeki meşru hakimiyetini göstermek için kullanıldığını belirtmiş. Melekler, Allah’ın yaratacağı fiile muhalefet etmişler ve bunu sözle dile getirmişler yani eleştirmişlerdir.
Buradan hareketle baktığımızda, muhalefet etmek bir hâl ve durumken, içinde bulunduğumuz durumu dile getirmeye eleştiri diyebiliriz. Yani, bir meseleyi eleştirebilmek için önce muhalefet etmek gereklidir. Bu anlamda muhalefet eleştiriyi de içine alan bir terimdir. Burada meleklerin muhalefetliği, kendileri varken başka birinin yaratılmasına, eleştirileri de bu yaratılacak kişinin kan dökücü ve bozguncu olmasınadır. Yani doğrudan Allah’a bir muhalefetten söz edilemez. Bu direkt olarak yaratılacak varlığa dönük bir eleştiridir. Bu eleştiri aynı zamanda anlamayı ve anlamlandırmayı amaçlar.
Meleklerin bu çıkışından sonra Allah, ilerleyen ayetlerde durumu açıkça ortaya koyar ve melekler geri adım atmak zorunda kalır. “Ve O, Âdem’e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu ve “Dedikleriniz doğruysa haydi bu [şey]lerin isimlerini bana söyleyin bakalım!” dedi. Onlar: “Sen kudret ve egemenlikte kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize bildirdiğin dışında bizim bilgimiz yoktur. Doğrusu yalnız Sensin her şeyi bilen, gerçek hikmet Sahibi!” diye cevap verdiler.” (2/Bakara:31-32) Burada meleklerin ortaya koyduğu anlama ve anlamlandırmaya dönük muhalefet ve eleştiri, Âdem’in şeylerin isimlerini saymasıyla ve meleklerin sayamamasıyla meyvesini vermiş oluyor. Melekler, davalarında inat etmiyorlar ve ortaya konulan kanıtlardan tatmin olarak tövbe ediyorlar.
İlerleyen ayetlerde ise asıl inatçı ve iflah olmaz muhalif çıkıyor karşımıza: Şeytan. “Sonra Meleklere “(Haydi!) Âdem’in önünde yere kapanın!” dediğimizde İblis dışında hepsi yere kapandı, o ise reddetti ve (üstelik) küstahça böbürlendi: böylece hakkı inkâr edenlerden oldu.” (2/Bakara:34) Burada İblis’in, daha önce, Allah’ın bir “varis yaratacağını” söylediğinde itiraz eden meleklerle birlikte olup olmadığını bilmiyoruz. Oysa melekler ortaya konan kanıtlardan sonra tövbe etmişler ve kendilerine “secde edin” emri verildiğinde, artık muhalefet etmeyi bırakıp, hatta daha önce ettikleri muhalefetten pişman olarak secde etmişlerdi. Şeytanın bu inadının, Allah’ın ortaya koyduğu kanıtlara rağmen devam etmesi manidar.
İşte tam burada neden muhalefet edilir sorusu ortaya çıkıyor! Tanımdaki dar anlamdan yararlanacak olursak, bir tutuma, bir görüşe, bir davranışa karşı olma hali, mevcudun dışında bir görüşü olmak olarak cevaplanabilir bu soru. Söz konusu tutum, görüş ve davranışlara karşı olduğumuzu nasıl anlarız? Bunlar bizi neden rahatsız eder? Bunun için bir mihenk taşı, bir nirengi noktasına ihtiyaç vardır. Ortaya konan argümanları bu kıstaslara vurup, buradan karşı olduğumuzu anlar ve buna göre bir muhalefet hali ortaya koyarız. Buradan hareketle, bir Müslüman için ölçü ancak Kur’an ve sünnet olabilir. Öyle ki, muhalefet etmeyi bile Kur’an ve sünnetten öğreniyoruz.
Yazının başındaki ayetlere dönecek olursak: İki çeşit muhalefetten söz edebiliriz. Bunlardan ilki, meleklerin yaptığı gibi anlamaya ve anlamlandırmaya dönük muhalefet. Diğeri de şeytanın yaptığı isyan derecesindeki, yıkıcı, ifsat edici muhalefet.
Peygamberler tarihine baktığımızda tam da bu muhalifliği görürüz. Allah, her topluluğa, o topluluğun kötü gelenek ve göreneklerine muhalefet edecek peygamberler göndermiş. Bu peygamberler sabırla ve kararlılıkla Allah’ın vaaz etiklerini tebliğ etmişler. Uzun yıllar vazifelerini ifa ettikleri halde bazılarının, Yunus (as) gibi, birkaç tane ümmetleri ancak olmuş. Ancak onların vazifesi, Allah’ın kendilerine vahiy yoluyla ilettiklerini insanlara aktarmak olduğu için işlerine devam etmişler. Sabırla içlerinde bulundukları topluluğun kötülüklerine muhalefet etmişler. Cahiliye toplumuna gönderilen Hz Peygamber’e reva görülen muameleler göz önüne alındığında meselenin ne kadar zor olduğu anlaşılır sanıyorum. Taşlanmasını, hor ve hakir görülmesini, kapısının önüne pislik dökülmesini, başına deve işkembesi konulmasını, boykotu, Mekke’de yaşayamayacak kadar bunaltılmasını hatırlayalım. Allah’ın emir ve yasaklarını ümmetlerine tebliğ ederken yaşadıklarından sonra zorla çıkarıldığı şehrine yeniden dönmesi, Allah’ın yardımı ve muhalifliğinin zaferidir. Şimdi tekrar baştaki ayetlere dönelim: Ebu Cehil başta olmak üzere, Ebu Leheb ve avenesinin içlerinden çıkmış bir peygambere muhalefet etmeleri, şeytanın Âdem’e secde etmemesinden başka nedir?
Burada muhalefetten kastımız, batının köşeli kalıpları içinde dayattığı, ‘iyi veya kötü olması önemli değil, bizden değilse, bizden olmayan ne varsa hayır, olmaz’ tarzı bir muhalefet değil elbette. Yapıcı, hayra çağıran, hakka ve hakikate davet eden, Allah’ın koyduğu sınırları sürekli hatırlatan ve kendisi de bu sınırlara riayet eden bir muhalefet. Zira ölçüsünü Kur’an olarak belirleyen bir Müslüman için bunun dışında bir durum asla düşünülemez. Yani kötü zaten kötü olduğundan, onun kötülük yapması, sınırları ihlal etmesi kaçınılmazdır. O kötü olduğu için kötülük yapacak ama Müslüman buna karşı muhalefetini yine Allah’ın sınırları dâhilinde gerçekleştirecektir. Başkasının yaptığı kötülük, onun yaptığı kötülüğü meşrulaştırmayacağından o, kendi dilini oluşturacak ve bu dille muhalefetini gerçekleştirecektir. Yoksa ayette geçen, yeryüzünde halife olma ameliyesine karşı muhalefet etmiş olur ki, bu zaten şeytanın işidir. Müslüman için savaşın bile bir ölçüsü ve sınırları vardır. Bir sefer sırasında Hz Peygamber ashabına şöyle der: Ağaçları kesmeyin, ekili araziye girmeyin, yağma yapmayın, hayvanları öldürmeyin, sivillere ve aman dileyene dokunmayın. Başka bir gün, dinlendikleri ağaçta çırpınıp duran bir kuş görür ve bunu bu hale kim getirdi diye sorar. Sahabelerden birisi, kuşun yuvasından yumurtalarını aldıklarını söyler. Bunun üzerine Hz. Peygamber hiddetlenir ve yumurtaların derhal yuvaya geri konulmasını söyler. Bütün bunlar, muhalefetliğin nirengi noktasının ve mihenk taşının belli olması ve ölçünün iyi anlaşılması adına bir değerdir.
Bir sanatçı için muhalefet, elbette sanat üzerinden olmalıdır. Picasso’nun sergisini gezen Alman general, bir tabloyu göstererek bunu siz mi yaptınız diye sorar. Picasso’da hayır der, siz yaptınız. Çünkü söz konusu tablo, Alman hava kuvvetleri tarafından bir kasabanın bombalanması ve sivillerin ölmesinden sonra Picasso tarafından tepki olarak yapılmıştır. Ressam, kendi ölçüleri içinde sanatın dilini kullanarak muhalefet etme hakkını kullanmıştır. Bu olay sanatın keskin dilini, sert muhalefetini anlatması bakımından önemlidir. Bu gün bütün sanat dallarının bir imkân olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Sanatçıların bu imkânı nasıl kullanacaklarıysa, tamamen onların tutumları ve yazımızın başından beri vurguladığımız ölçüleri nasıl değerlendirecekleriyle alakalıdır.Burada sanatçılara iki yol gözükmektedir. Ya, hakkın, hakikatin, hayrın yanında yer alıp, bütün bu imkânı ezilenlerin, yoksulların, mağdurların namı hesabına kullanarak, zalimlere ve zulme bir tavır almak şeklinde bir yol; ya da, iktidarların kanatları altına girip, zalim diktatörlerin namı hesabına kullanarak zulmün yanında yer almak şeklindeki diğer yol.
Bir sanatçının, hele de Müslüman bir sanatçının zalimin ve zulmün yanında yer alması elbette düşünülemez. Öyleyse… Yaptığımız sanat dünyayı güzelleştirmiyor. Öyleyse… Etkisiz bir edebiyat yapıyoruz. Öyleyse… Edebiyatı mazlumlar adına bozup yeniden inşaya girişmiyoruz. Öyleyse… Muhalifliğimiz yetersiz. Evet, diğer sebeplerin yanına bu daha çok öne çıkıyor. Hatta bu sebep diğerlerini de içine alıyor. Çünkü muhalefet olmayınca etki de meydana getirmiyor.
Sanat türleri içinde dili en keskin, muhalefet damarını kullanmak isteyenler için en elverişli tür hiç şüphesiz edebiyattır. Edebi türler içinde de öykü öne çıkmaktadır. Ancak öykü, batılı ve genç bir tür. Öyküye bakışımız da batının dayattığı sınırlar içinde olunca öykünün imkânlarını anlamakta ve kendi hesabımıza kullanmak da geciktik. Çeşitli akımların etkisinde uzun süre kalan yazarlar, bir türlü öyküyü gerçek yatağına döndüremedi. Bu arada, yaratıcı bir özne olarak öne çıkmaya çalışan kimi yazarların, öyküyü isimlerini yüceltmek için kullanmaya çalışmaları bu dönüşümü daha da geciktirdi. Kendini farklı ve üstün gören bu yazarlar, geride ve aşağıda gördükleri halka acıyarak, onları kurtarmaya giriştiler. Bu durum öykünün içine kapanmasına ve metinselleşmesine yol açtı. Öykü tam da buradan kurtuluyor derken bu sefer de varoluşsal bunalımların batağına saplandı. Geldiğimiz noktada durum o kadar da kötü olmasa da yapılabileceklerin yanında ortaya konulanlara bakıldığında daha çok yolumuzun olduğu da bir gerçektir.
Bizde muhalefet damarı bir türlü gelişme imkânı bulamadı. Böyle bir ortamdan mahrum kalınca da, ortaya çıkan birkaç kişinin yaptıkları ve söyledikleri karşılık bulamadı. Bu az sayıdaki kişiler de marjinalleştirildi. Mahallenin delisi ilan edildi. Müslümanların tarihinden örnek verirken Hz. Ebu Zer’den sıkça söz ederiz. Hz. Ebu Zer bizim için en önemli örneklerden birisidir çünkü. Yaşadığı toplumun içinden, Hz. Peygamber’den aldığı, yani asıl kaynaktan beslendikleriyle, zamanının zalim yöneticilerine muhalefet etmiş ve başkaldırmıştır. O günün şartlarına baktığımızda Hz. Ebu Zer gibi olanlar da vardır belki ama muhalefet etme biçimi olarak ortaya koydukları bakımından tektir. Ayrıca mezhep imamlarından ve bazı âlimlerden sıkça örnekler veririz. Birçoğunun zindanlara atıldığını işkence gördüğünü biliyoruz. Bazılarının bu işkenceler neticesinde şehit olduğu da hep söylenegelir. Ancak bütün bu anlatılanlar nedense bizde muhalefet etmeye dair bir damar oluşturmaz. Kol kırılır, yen içinde kalır gibi kimi uyduruk deyimlerin arkasına saklanarak böyle bir imkân berhava edilmiştir. Bu elbette kolay bir şey değildir. Muhalefet etmek öncelikle bir bilgi ve birikim gerektirir. Bu birikimi neyin ve kimin hesabına kullanacağına dair ayrıca bir bilinç lazımdır. Bütün bunları bir araya getirmek ve ondan sonra da buradan bir muhalefet anlayışı çıkarmak kolay değildir. En zoru da, bu muhalifliği sanatla yapmaya kalkmak, uzun yıllara yayılmış bir sabır, çalışma ve cesaret işidir.
İnsanların muhalefet edenlerden korkmaları çekinmeleriyse ayrı bir konudur. Zira onlar mevcut iktidarı, zihniyeti eleştirmekte, onlara söz söylemektedir. Halbuki Tevhit bile bir muhalefetle, bir itiraz ve retle başlar. Muhalefetin söyledikleriyle ilgisi olmayanlar bile bundan rahatsız olur. Onu desteklemekten çekinir. Geri durur. Bu korkutucudur. Böyle bir kültürün içinden bir muhalefet anlayışı çıkması, bu anlayışın sanatla ses bulması zaman alacak gibi duruyor. Oysa insanların muhalif sese kulak tıkamaları daha çok inanca dayalı kaygılardan kaynaklanır. Mesela, Çağrı filmini eleştirdiğimizde, biz aslında Hz. Peygamber’i eleştirmiş olmayız. Mustafa Akad’ın peygamber algısını eleştirmiş oluruz. Ancak bunu söylemek tam da muhalifliğin boğulduğu yere işaret eder. Bu tür korkular muhalefet anlayışını bastırmış ve işte bu örnekten hareketle söyleyelim, Çağrı’dan başka siyer filmini ancak otuzsekiz yıllık bir aradan sonra çekilebilmiştir. Mecid Mecidi’nin çektiği bu film daha yayımlanmadan, etrafında yaşanan tartışmaları da hatırlayınca meselenin vahameti ortaya çıkıyor. Şöyle de söyleyebiliriz; insan en iyi bildiği şeye muhalefet eder. Bu bilgi ona, ortaya koyacağı eleştiride elini güçlendirecek bir koz sağlar. Böyle olunca da muhalefet etmeye kendi evimizden, kendi mahallemizden başlamamız elzemdir. Zaten muhalefet olunan İslam değil, Müslümanlar ve onların anlayış, tutum ve davranışlarıdır. Yatağını şaşıran, yitiren, hayat ırmağımızı yeniden kendi yurduna, mecrasına döndürmek de zaten bir Müslüman’ın en birinci vazifesidir. Muhalefet etmek bu anlamda risk almaktır. Mesela “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” tam da budur. Müslüman, kötülük karşısında tavır alır, muhalifliğini gösterir. İrşat ve tebliğ yalnızca kafire yapılmaz. Müslüman olan ama İslami bir bilinci olmayan kişilere de yapılır. İslam toplumunun ıslahı da zaten buna bağlıdır. Biz kendi evimizin ıslahı için öykü dilini kullanmayacaksak, ya da insanlığa aslını ve astarını göstermeden akıl vermeye kalkacaksak bu durum inandırıcı olmaktan uzak kalır.
Bugün, bütün bu olumsuz anlayışı yıkmak, üzerine bir muhalefet anlayışı inşa etmek zor bir meseledir. Çünkü sahip olduğumuz birkaç şahıs dışında elimizde örnek yok. Böyle bir kültür ve gelenek de bulunmayınca maalesef bugünün sanatçılarına ağır bir görev düşüyor. Bu bir tercih meselesidir. Kimseye bunun için bir zorlama yapılamaz elbette ama nesli ve ekini bozanlarla, ifsat edenlerle kim mücadele edecek? Zalimlere kim dur diyecek? Bu zulmün karşısında kim duracak? Daha doğrusu öykü bütün bunları tek başına elbette yapamaz ama burada bir icracı olarak sanatçıya düşen yaptığı işle bir tavır almaktır. Evet, kim? Buna ben diye cevap verenlerle, sanatı kendi hesaplarına kullananlar arasında sürüp gidecek bir mücadeleden bahsediyoruz. Kıyamete kadar sürecek bir mücadele. Bu bir tercih dedik. Kim neyi tercih ettiğine göre, neyin yanında yer aldığına göre değer görecek.
Öykü bir muhalefet imkânı olarak önümüzde duruyor. Öykünün de kendi içinde yaşadığı problemlerin de farkında olarak ve bunları da aşma gayretinde olmaya çalışmak önemli. Öyküyü, hem kendi içinde değiştirip dönüştürme, yani metinsellikten kurtarma, yazarın bir özne olarak durmadan kendisi anlatıp durduğu bir vitrin olmaktan çıkararak asli görevine döndürmek bunlardan biri sayılabilir. Hem de, insanın asıl problemlerinden uzak varoluşsal bunalımlar etrafında kurgulanan temalardan sıyırarak, cesurca biçimler deneyerek, insanın merkezde olduğu, onun acılarının ve dünya hallerinin anlatıldığı bir imkâna yeniden kavuşturmak.
Hemen bütün iktidarlar, kültür politikaları gereği dile müdahale etmişlerdir. Hiç bir iktidar kendine muhalefet eden bir dil kabul etmez. Bu yüzden dil, Cumhuriyet’le birlikte, yukarıdan aşağıya bürokrasi eliyle merkezileşmiş bir baskıyla kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Buradan çıkışsa yine dil ile yapılacak bir muhalefetle mümkün olabilir. Bu da edebiyatla bir dil ve damar oluşturmak, bu bilinç etrafında sistematik olarak ortaya eser koymakla gerçekleşebilir.
Öykücünün yazdığı öykü elbette tek başına dünyayı kurtaracak, acıları dindirecek, yetimleri doyuracak değildir. Ama bütün bunları öykünün alanına çekmek ve öykü okuyucusunu bundan haberdar etmek, onu rahatsız etmek, konforunu bozmak gerekir. Öykücü bir anda dünyayı güzelleştirecek değildir ama yaptığı ile yani öykü yazmakla, ortaya eseriyle bir tavır koyar. Bu tavrı kimin hesabına koyduğu önemlidir. Öyküsüyle kimin değirmenine su taşıdığına bakmalıdır. Öyküsüyle ortaya koyduğu bilinç, onun durduğu yeri belli eden bir ölçüdür. İşte, ele aldığı her meseleyi bu ölçünün üzerinden anlamlandırır. Bunun yaygınlaşması, böyle bir kültürün oluşmaya başlaması, bir bilinç inşasıdır. Bunun nasıl olacağıysa şimdilik sadece teorik olarak ifade edilebilir. Hayata geçmesiyse, tek tek öykücülerde meydana gelecek işte bu zihinsel depremle ortaya çıkacak bir mesele. Sürekli geç kalmaktan yorulup, bıkıp hemen başlamak lazım. Bugün. Hemen. Eğer hemen başlarsak önümüzdeki yıllarda umudumuz daha da artacaktır.
Akif Hasan Kaya, Aşkar 34
İZDİHAM