16 Nisan 2017

Albert Camus, Bir Alman Dosta Mektuplar II

ile izdiham

Daha önce yazdım size ve kesin olarak konuştum, Beş yıllık bir ayrılıktan sonra, niçin daha güçlü olduğumuzu söyledim. Haklı olup olmadığımızı aramak için dolambaçlı bir yola saptık, hak kaygısı bizi geciktirdi, sevdiğimiz her şeyi uzlaştırmak çılgınlığına düştük, dedim. Ama bunlar üzerine yeniden dönmeye değer. Daha önce de söyledim size, biz bu dolambaçlı yolu pahalıya ödedik. Haksızlığa düşmektense, kargaşalığa düşmeyi göze aldık. Ama işte, bizim bugünkü gücümüz bu dolambaçlı yoldan geliyor, utkuya da onunla ulaşmak üzereyiz.

Evet, bütün bunları söyledim size, hem de kesin olarak, yazıp bozmadan, kalemimin ucuna geldiği gibi. Bunlar üzerinde düşünmeye de vakit buldum. İnsan geceleri derin derin düşünür. Üç yıldır kentlerimizi ve yüreklerimizi karanlık içinde bıraktınız. Üç yıldır, bugün silâhlı bir güç haline gelen düşüncenin ardındaydık. Şimdi size akıldan söz edebilirim. Çünkü, bugün vardığımız kesinlik, her şeyin ödeşip aydınlandığı, aklın yürekle el ele verdiği bir kesinliktir. Siz ki, aklı hafife alıyordunuz, şimdi şaşıyorsunuzdur herhalde, aklın bu kadar geç kendine gelip birden tarihe girmeye karar verdiğini görünce. İşte bu durumda size yeniden seslenmek istiyorum.

Size daha ileride de söyleyeceğim gibi, kesinliğe varan yürek bu işi seve seve yapmaz. Size bütün yazdıklarımın anlamını bunda bulabilirsiniz. Ama daha önce, sizinle, ortak anılarımızla ve dostluğumuzla dürüstçe hesaplaşmak istiyorum. Henüz elimdeyken, bitmek üzere olan bir dostluğa yapılabilecek tek şeyi yapmak, onu aydınlığa çıkarmak istiyorum. Arada bir yüzüme fırlatırcasına söylediğiniz ve hiç unutamadığım o «Siz yurdunuzu sevmiyorsunuz» sözüne karşılık vermiştim önce. Bugün akıl sözü karşısındaki o sabırsız gülümsemenize karşılık vermek istiyorum sadece. Bana şöyle diyordunuz: «Bütün bu akıllarla Fransa kendini yadsıyor. Aydınlarınız, yerine göre, umutsuzluğu ya da olmayacak bir gerçeğin peşine düşmeyi yurtlarına yeğ tutuyorlar. Bizse, Almanya’yı gerçeğin önünde umutsuzluğun ötesinde görüyoruz.» Görünüşe göre doğru söylüyordunuz. Ama, daha önce de söyledim size, biz kimileyin adaleti yurdumuzdan üstün tuttuysak, bu, yurdumuzu yalnız adalet için de sevmek istediğimizdendi. Onu doğruluk içinde, umut içinde sevmek istiyorduk.

İşte bunda ayrılıyorduk sizden. Bizim vazgeçemediğimiz şeyler vardı; Siz ulusunuzun gücünden yararlanmakla yetinirken, biz ulusumuz için doğruluğu özlüyorduk. Gerçekçi bir politikaya hizmet etmek yetiyordu size, bizse, en kötü bocalamalarımızda, bugün yeniden bulduğumuz bir onurlu politika besliyorduk için için. «Biz» derken, yöneticilerimiz demek istemiyorum. Yönetici pek bir şey demek değildir.

Burada gülümsediğinizi görür gibi oluyorum. Sözcüklere karşı hep bir kuşkunuz vardır sizin. Ben de öyleyimdir ama, daha çok kendimden kuşkulanırdım ben. Sizin girdiğiniz ve aklın akıldan utandığı yola sokmak istiyordunuz beni. O zamandan sizi dinlememiştim. Ama bugün yanıtlarım daha sağlam olacak. Doğruluk nedir, diyordunuz. Onu bilmiyoruz, doğru. Ama, hiç değilse, yalanın ne olduğunu biliyoruz : İşte sizin bize öğrettiğiniz de bu oldu. İnsan düşüncesi nedir? Onun da karşıtının ne olduğunu biliyoruz. O, eninde sonunda, zorbalarla Tanrıları kapı dışarı eden güçtür. Aydınlığın gücüdür o. Bizim korumak zorunda olduğumuz insan aydınlığıdır o. Ve bugün bizim kararlı oluşumuz, insanın yazgısıyla yurdumuzun yazgısının el ele vermiş olmasından geliyor. Hiç bir şeyin anlamı olmasaydı, siz haklı olabilirdiniz. Ama anlamını yitirmeyen şeyler var.

Biz burada ayrılıyoruz birbirimizden. Bunu size ne kadar yinelesem azdır. Biz yurdumuzu daha başka yüce kavramların, dostluğun, insanlığın, mutluluğun, doğruluk özleminin ortasında bir yerde görüyorduk. Onun için de, yurdumuza karşı sert davranabiliyorduk. Ama, sonunda biz haklı çıktık. Biz yurdumuza köleler vermedik, onun uğrunda hiçbir şeyi körü körüne yutmadık. Doğruyu eğriyi açıkça görebilmek için sabırla bekledik, yoksulluklar ve acılar içinde, sevdiğimiz her şey için savaşabilmek sevincini elde ettik. Sizse, tam tersine, insanın yurt dışındaki bütün değerlerine karsı savaşıyordunuz. Özveriniz kısır kalıyor. Çünkü sizin değer ölçünüz yanlış, çünkü değerleriniz yerli yerinde değil. Sizde ihanete uğrayan yalnız yürek değil, akıl da öcünü alıyor sizden. Ona istediği pahayı ödemediniz. Açıkgörürlüğün hakkını vermediniz. Bizim bozgunumuzun derinlerinden diyebilirim ki size, bu yüzden yıkılacaksınız.

Ama durun şunu anlatayım size. Bildiğim bir tutukevinden, bir sabah erkenden, Fransa’da herhangi bir yerden, silâhlı askerlerin kullandığı bir kamyon, on bir Fransız’ı kurşuna dizeceğiniz bir mezarlıkta götürüyordu. Bu on bir kişiden beş ya da altısı kurşuna dizilmelerini gerektiren bir şeyler yapmışlardı: Bildiriler dağıtmışlar, bir iki kez buluşmuşlar, ya da daha kötüsü, kimseyi ele vermemişlerdi. Bunlar kamyonun içinde kımıldamadan duruyorlar. Yüreklerini korku bürümüş kuşkusuz ama, bu bayağı bir korku, her insanı bilinmeyen karşısında kapıp kavrayan, cesaretini sarsmayan, olağan bir korku. Öbürleri hiçbir şey yapmamışlardı ve yanlışlığın ya da kayıtsızlığın kurbanı olmak, onlar için bu anı daha da güçleştiriyordu. Aralarında on altı yaşında bir çocuk vardı. Bizim delikanlıların yüzlerini bilirsiniz, onlardan söz etmek istemiyorum. Ama bu delikanlı, ayıbı utanmayı unutmuş, kendini düpedüz korkuya kaptırmıştı. Küçümserce gülümseyeceksiniz ama söyleyeyim, çocuğun dişleri birbirine vuruyordu. Onun yanına bir rahip, koymuştunuz. Görevi, ölümü beklemenin korkunçluğunu azaltmaktı. Diyebilirim ki size, gelecek yaşam üzerine bir konuşma, ölüme götürülen insanlar için hiçbir işe yaramaz. Hep birden atılacakları çukurda her şeyin bitmeyeceğine inanmak kolay iş değildir. Kamyonda sessiz gidiyordu mahpuslar. Rahip, bir köşede yığılıp kalan çocuğa yüzünü döndü. Onunla anlaşacağını sanıyor. Çocuk karşılık veriyor, bu sese yapışıyor, yeniden umutlanıyor. En korkunç anlarımızın sessizliği içinde, bir kimsenin yalnızca konuşması bazen sevindirmeye yeter insanı, her şey düzelecek belki, der. Çocuk «Ben bir şey yapmadım» diyor. «Evet, diyor rahip, ama sorun o değil artık. Seni ölüme hazırlamam gerek. «Nasıl anlamazlar beni, olur şey değil» diyor çocuk. «Ben senin dostunum, belki de anlarım seni. Ama artık çok geç. Ben senin yanında olacağım, Ulu Tanrı da yanında olacak. Göreceksin, o kadar güç olmayacak.» Çocuk çevirdi yüzünü. Rahip Tanrıdan söz ediyor, acaba çocuk Tanrıya inanıyor mu? Evet, inanıyor. Öyleyse, onu bekleyen huzur yanında hiçbir şeyin önemi olmadığını biliyor. Ama işte asıl bu huzur çocuğu korkutuyor. «Ben senin dostunum» diye yineliyor rahip.

Öbürleri susuyorlar, Onları da düşünmek gerek. Rahip, put gibi sessiz duran mahpuslara yaklaşıyor. Bir an sırtını çocuğa çeviriyor. Kamyon, sabah çiyleriyle ıslak yolun üstünde cızırtılarla yavaş yavaş ilerliyor. Düşünün o külrengi saati, insanların sabah kokusunu, görülmeyen ama sapan gürültüleriyle, bir kuş sesiyle sezinlenen kırları. Çocuk kamyonun tentesine abanıyor, tente gevşiyor biraz. Kamyonun kenarıyla tente arasında dar bir aralık görüyor. İsterse kendini atabilir oradan. Rahibin sırtı dönük. Öndeki askerlerse, sabahın bu alacakaranlığında yola bakıyorlar. Çocuk, uzun boylu düşünmeden tenteyi çekip yırtıyor, delikten atlıyor. Düşmesi duyulmuyor nerdeyse. Yolda koşuşan birkaç adım, sonra tam sessizlik. Çocuk, adımlarının sesini boğan topraklardadır artık. Ama tentenin çırpıntısı, kamyonun içine birden dolan ıslak hava, rahibi ve mahpusları arkaya döndürüyor. Bir saniye, kendine sessiz sessiz bakan adamların yüzlerini süzüyor. Bir saniye içinde, Tanrının adamı, işi gereği, cellâtlardan yana mı, yoksa kurbanlardan yana mı olduğuna karar verecek. Ama, daha düşünmeye kalmadan, arkadaşlarıyla kendi arasındaki bölmeye vurmuştur bile: «Achtung !. » Haber verilmiştir. İki asker kamyona atlayıp mahpuslara silahı çeviriyor. Öbür ikisi aşağı atlayıp tarlalara dalıyorlar. Kamyondakiler bu kovalamanın seslerini, boğuk bağrışmaları duyuyorlar yalnız. Bir silah sesi duyuyorlar, sonra gitgide yaklaşan sesler, sonunda, sağırlaşan adımlar. Çocuk geri getirilmiştir; yaralanmamış, ama çevresini düşmanca kuşatan sisin ortasında, birden cesaretini yitirip durakalmıştır Askerler onu nerdeyse sürükleyerek getiriyorlar. Biraz tartaklamışlar onu, çok değil. Çünkü ölecek nasıl olsa. Çocuk ne rahibe bakıyor, ne de başkasına. Rahip sürücünün yanına binmiştir. Silâhlı bir asker kamyon da onun yerini almıştır. Kamyonun bir köşesine atılan çocuk, ağlamıyor. Tente ile döşeme arasında, akıp giden gün ışığı vurmuş yola bakıyor .

Bilirim sizi, öykünün sonunu kendiniz getirirsiniz. Ama bunu bana kim anlattı biliyor musunuz? Bir Fransız rahibi. Bana şöyle diyordu: «Bu rahip adına utanıyorum ve şunu düşünüp seviniyorum ki, hiçbir Fransız rahibi Tanrısını insan öldürme yolunda kullanmayı kabul etmezdi.». Doğruydu bu. Sizin rahip sizin gibi düşünüyordu. İmanını bile yurdu uğruna kullanmak olağandı onun için. Sizde Tanrılar bile silâh altındadır. Dediğiniz gibi, sizinle birliktir onlar, ama zorla. Hiçbir şey görmüyor gözleriniz, atılış olmuşsunuz sadece. Ve siz şimdi kör bir öfkenin gücü ile savaşıyorsunuz. Aklın sesine değil, silah seslerine vermişsiniz kulaklarınızı, her şeyi karartıp saplantılarınızın ardına düşmüşsünüz bütün inadınızla. Bizse, düşünerek, duraksayarak çıktık yola. Öfkenin karşısında güçlü değildik sizin kadar. Bizim dolambaçlı yolumuz sona erdi. Akla öfkeyi katmamız için bir tek çocuğun ölmesi yeter. Şimdi artık bire karşı ikiyiz. Size öfkeden söz etmek istiyorum.

Anımsar mısınız? Büyüklerinizden birinin birden parlamasına şaştığım zaman şöyle demiştiniz bana: «Bu iyi bir şeydir. Ama siz anlamıyorsunuz. Fransızların bir erdemi, öfke erdemi eksik.» Hayır, öyle değil, Fransızlar erdem konusunda titizdirler. Erdemlere ancak gerektiği zaman başvururlar. Bu yüzden öfkeleri sessiz ve görmeye başladığımız gibi de güçlüdür. Sözümü bitirirken de bu çeşit bir öfkeyle konuşacağım sizinle. Öfkenin başka bir türlüsü yoktur bende.

Demin de söyledim, kesinliğe varan yürek bu işi seve seve yapmaz. Bu uzun dolambaçlı yolda neler yitirdiğimizi biliyoruz, kendi kendimizle uzlaşarak savaşmanın o acı sevincini pahalıya ödediğimizi de biliyoruz. Yanılgılara düşmemek kaygısı, güven kattığı kadar acılık da katıyor savaşımıza. Biz savaştan hoşlanmıyorduk. Niçin savaşacağımızı bilmiyorduk. Bizim halkımız iç savaşı, inadı ve ortak kavgayı, su götürmez özveriyi seçti. Bu savaş, budala ya da korkak hükümetlerin buyruğuyla değil, kendi kendine giriştiği bir savaştı. Bu savaşta kendi kendini buldu yeniden, kendine yakıştırdığı bir düşünceyle savaştı. Ama kendi gönlünce bir savaşı seçmek bir lükstü onun için ve bu lüksü korkunç pahalıya maloldu ona.

Burada da bizim halk sizinkinden değerce çok daha üstün: Çünkü ölenler en değerli çocuklarıdır onun: İşte acı düşüncem de bu benim. Savaş budalalığında budalalık yararlı olabilir. Ölüm az çok her bir yana dağılıp rastgele vurur. Oysa bizim seçtiğimiz savaşta, cesaret kendi kendini ortaya koyar ve sizin her gün kurşrma dizdiğiniz insanlar en temiz aydınlarımızdır. Sizin sğlığınız hesaplı bir saflık. Siz en iyiyi seçmesini hiçbir zaman bilmediniz. Neyi yıkmak gerektiğini biliyorsunuz. Biz, düşüncenin savunucuları, kendini beğenen bir gücün onu öldürebileceğini biliyoruz. O dünyadan vazgeçmiş, sessiz yüzlerle, bazen kurşunla delik deşik edip bizim doğruluğumuzu onlarla birlikte darmadağın edeceğinizi sanıyorsunuz. Ama siz Fransa’nın zamanla yaptığı savaştaki inadını hesaba katmıyorsunuz. Bizi güç anlarımızda destekleyen bu yürekler acısı umuttur: Ölen kardeşlerimiz cellatlarınızdan daha sabırlı, kurşunlarınızdan daha sayısız olacaklardır. Görüyorsunuz, Fransızlar da öfkelenebiliyorlar.

Aralık 1943

Çevirenler:Sabahattin Eyuboğlu / Vedat Günyol

İZDİHAM