Niyetim, gece boyunca hevesle beklediğim ama ancak ertesi gün tipi şeklinde yağmaya başlayan kar hakkında bir yazı yazmaktı. Çocukluğumun ulu ağaçlarını ağırlaştıran, çocukluğumun yamaçlarını örten, çocukluğumun yollarını kapatan ve her ne zaman gelse çocukluğumu da yanında getirmeyi ihmal etmeyen bu eski göğün misafiri gece boyunca beni pencereye mahkûm etmişti üstelik.
Kalkıp defalarca perdeyi aralamış, hala bir tek kar tanesinin bile düşmediğini görünce, somurtarak yerime oturmak zorunda kalmıştım. Yerime, yani kanepenin sağ köşesine ilişmiş, ellerimi koynuma koymuş, yüzümü asarak, defalarca, “hala niye yağmıyor?” diye söylenip durmuştum. Yaşım düşünüldüğünde, bu çocukça bekleyişin biraz uygunsuz, hatta gülünç kaçtığının farkındaydım. Şimdi sizin içinizden de, “abartmışsın Ali Ayçil” diye söylenenler olduğunu biliyorum.
Mümkündür! Böyle düşünenlere sadece şunu söylemek isterim ki, uykuya çekildikten sonra da hatırladığım kadarıyla en az iki kere sıcak yatağımdan kalkıp pencerenin önüne gittim ve aynı alınganlıkla bu sefer de yatağıma dönüp, orada somurttum. Gece aymaz, gök muğlâk, gönlüm biraz kırıktı…
Uyandım. İçimdeki hevesin tüyleri halen daha kabarıktı uyandığımda. Şimdi yatağımdan kalkacak, on üç adım atacak, salonun bir makara yardımıyla inip kalkan perdelerinden birini yukarı çekecek, artık gelmiş olması gereken misafirin serinliğine tutacaktım kendimi. Yine de bir kuşku, gövdemle beraber kıpırdayıp durdu yorganın altında: Geçmiş yıllarda da pek çok kez bir kar yağışının beklendiği söylenmiş, halka uyarılarda bulunulmuş, belediye hazırlıklar yapmış ve her seferinde ondan, şu görkemli karmaşamızı alt üst edecek bir felaket olarak bahsedilmişti.
Daha dün akşam, sanki bir kar yağışını değil de bir kıyameti haber verir gibi telaşla konuşan spikerleri düşündüm, sağıma dönerken. Ve sağıma dönerken, “böyle konuşarak sürekli karı küstürdüler,” diye geçirdim içimden. “Hava hareketlerini gözleyen cihazların, buz sensörlerinin, tuz doldurulmuş kamyonların, antifriz eklenmiş su peteklerinin tetikte bekletildiği günlerde o, küstürüldüğü için şehrin tepelerine bile inmeden, geçip başka yerlere gitti. Ama buraya kadardı işte. Bu gün küskünün, bütün bu kurnaz kar bekçilerine haddini bildirme günüydü.” Kalkıp perdenin makara ipliğine asıldığımda, gökten bir sargıyla sarılmış çocukluğumun düzlüklerini hazır bulacaktım karşımda…
Kalkıp salonun penceresine kadar on üç adım yürüdüm. Önce sokağa, sonra saate baktım; içimdeki burukluk anlatılacak gibi değildi. Boğazdan uğultuyla yamaçlara doğru esen rüzgârın dudağının ucuna tek bir kar tanesi bile ilişmemişti henüz. Kendimi, günlerdir beklediği halde sevgilisi randevusuna gelmemiş bir adamla ya da doldurduğu kolonlara şans gülmemiş bir at yarışı meraklısıyla kıyaslayarak, biraz olsun rahatlayabilirdim. Ama öyle yapmadım.
Yüzümü bile yıkamadan, kararlı bir şekilde çalışma odama gittim; döner koltuğuma ve doğal olarak ahşap masamın başına oturdum ve inatla karşıya, iyi hallilerin işgal ettiği Nakkaştepe’nin batı yamacına diktim gözlerimi. Benim bekleyişim böyledir, kendi kendime konuşmadan edemem: “Bu kez gelecek,” dedim; “ansızın bastıracak şehri. Yedi tepeyi, iki köprünün on iki şeridini, yan yolları ve ana güzergâhları, cepheleri camla kaplanmış kuleleri, bankamatiklerin ekranlarını, vapur gişelerini, futbol sahalarının tabiatı bozulmuş çimlerini hiçbir uzlaşmaya girişmeden teslim alacak. Ve ben buradan, şimdi önünde oturduğum bu ahşap masanın başından, bir şehrin adım adım nasıl düştüğünü izleyeceğim keyifle…”
Karşıdaki apartmanın çatısına takıldı gözüm. Kömür sobasının siyah dumanı, daha bacadan çıkar çıkmaz rüzgârın ağzına yapışıyor. Rüzgâr, yüksek binaların çatılarından, gecekondulardan yükselen başka dumanların karnından, fabrika bacalarından savrulan tuhaf kokulardan, henüz kimsenin yerleşmediği küçük tepelerden, yapma bahçelerden geçiriyor onu. Şehre su biriktiren bir barajın gölünden, gölü çevreleyen tedirgin ormandan, kış kuşlarının tırnaklarından geçiriyor. Sonra yeni bir kentte, başka bir bacadan çıkan yeni bir duman devralıyor nöbeti.
Çenemi atkımın içine saklıyorum; Harmantepe’nin düzlüklerinden savrularak gelen kar gözlerime gözlerime hücum ediyor. Kasabaya ne kadar yolumun kaldığını kestiremiyorum bir türlü. Dönüp sağımdaki dik yamaca bakıyorum, tipi dört bir yanımı kuşatıyor. “Şimdi,” diyorum, “şu ölüm boşluğunda beni kurtlardan kim saklar?” On dört yaşımdayım, sırtımda kitaplar, cebimde küçük bir çakı, kirpiklerim incecik bir buz kadar.
Biliyorum, birazdan buraya da gelir kar.
Gelir ve bir kez daha onarır eski dostunu.
Ali Ayçil
İZDİHAM