Göz ucuyla da olsa, başka halkları da tanıdım. Cimri ve sert Almanları, şımarık ve gösterişçi Fransızları, soğuk ve kibirli İngilizleri mesela. Ülkemden uzak kaldığım bu kısa süreli ayrılıklarda, annesini özleyen bir çocuk gibi bir an önce şehrime, sokaklarıma, tanıdığım insanların arasına dönmek istedim.
Saldırı buradan, içeriden gerçekleşecek!
20 yıl önce Bolu’nun Göynük kasabasında, ahşap bir evde, Dergâh Dergisinde ilk yayınlanan şiirimi gördüğümde biraz gururlanmış, biraz telaşlanmış, biraz şaşırmış ve bir süre öylece kalakalmıştım. Aradan geçen yirmi yılda yalnızca şiir değil, hikayeler ve çokça deneme de yazdım. Kimi zaman “Çay Kenarına İnen Kızlar”dan bahsettim, kimi zaman kış gecesi bir posta treniyle yolculuğa çıkmış yoksulların yüzlerinden, kimi zaman annesini erken kaybedenlerden, kimi zaman da duvarlara asılan yorgun babaların resimlerinden. İki yalnızlık arasında gidip geliyordum aslında; kendi yalnızlığım ve halkın yalnızlığı. Çok bunaldığımda gidip ona sığınıyor, onun yüzlerini seyretmekten yorgun düştüğümde yeniden kendime dönüyordum. Yirmi yılım kendimden halka, halktan kendime taşınmakla geçti…
Göz ucuyla da olsa, başka halkları da tanıdım. Cimri ve sert Almanları, şımarık ve gösterişçi Fransızları, soğuk ve kibirli İngilizleri mesela. Ülkemden uzak kaldığım bu kısa süreli ayrılıklarda, annesini özleyen bir çocuk gibi bir an önce şehrime, sokaklarıma, tanıdığım insanların arasına dönmek istedim. Döndüm de. Şehrin üzerinin ezan seslerinden görünmez bir kubbeyle kaplandığı bir sabah vakti nasıl nazlı, nasıl alıngan bir edayla dahil oldum İstanbul’a. “Bazı yaşlı adamlar ağır adımlarla camilere gidiyordur şimdi” diye geçirdim içimden, “genç kızlar bir uykunun en güzel yerindedir henüz, anneler uyanmış çocuklarını emziriyordur; bir şoför kontak çeviriyor, bir kadın vardiyadan dönmüş kocasına kapıyı açıyor, bir delikanlı masasına eğilmiş bir şeyler karalıyor ve şimdi doğuda güneş çayırları ısıtıyordur.” Tuhaf bir hevesle, içimden, “ben geldim hadi açın kapıları” bile diyordum. Ülkem evimdi…
Kimi zaman naz makamında da olsa, kızmadım değil halka. Bir ayrılık yüzünden elini kana buladığında, kahvelerde akşama kadar miskin miskin oturduğunda, tezgahını kaldırımlara yaydığında, sıraya girmeden bir otobüsün kapısına hücum ettiğinde, işten atılınca garip bir teslimiyetle evinin yolunu tutuğunda, kaybolmuş çocuğunu ararken aslında kaybolanın kendisi olduğunu fark edemediğinde, bir hafta boyunca izlediği dizinin sonraki bölümüne merak saldığında, çok kolay affettiğinde sırtımı dönüp eve gittim mesela. Ama kapımı çalıp, “sarma yaptım, özlemişsindir,” diyen bir komşum bütün kırgınlığımı aldı üzerimden. Şiire benzer bir coşkuyla kapadım kapıyı ve bir kaç gün sonra, bende kalmış tabağı geri verirken içine ne koysam münasip olur diye düşünüp durdum. Ben halkın elinden daima sıcak yemekler yedim…
Kimileri tanıdığım; o yüzden biraz da kırgınlıkla yazıyorum bu son paragrafı. Türkçe yazan ama Türkçe düşünemeyen, tuhaf bir nefrete kapılmış bazı kalemler, halkın, kömür ve makarna için kendini satan, cahil, anlayışsız bir sürü olduğunu yazıp çiziyor bir zamandır. Oysa herhangi bir batı ülkesine gittiklerinde, bütün davranışlarından, konuşmalarından, bakışlarından ele veriyorlar kendilerini; su katılmamış bir doğululuk damlıyor paçalarından. Ve onlardan biri, onlar gibi biri olduklarını göstermek için yırtınıp duruyorlar. Batı uygarlığından bahsediyorlar mesela, Hera’dan, Aeneis destanından, Boccaccio’dan. Sayısız yanaşma yetiştirmiş İngiliz göz, bu kendini beğendirmeye çalışan ‘öğrenci aydın’ karşısında muzipçe aralanıp, kapanıyor. Baş olgunlukla onaylıyor anlatılanları. Biz de zaten saldırıyı artık İngilizlerden beklemiyoruz. Saldırı buradan, içeriden gerçekleşecek!
Ali Ayçil
İZDİHAM