İnsanın hep yaptığı ve daima da yapacağı, -hatta şimdi bugünün maddeci insanı ve öteki hayata inanmayan mantıkçı filozofları bile yapmaktadır- işlerden biri, örneklikleri, güzellikleri ve olması gerektiği halde olmayan dünyayı yaratmaktır.
Tasavvuru ve tahayyülü dahi mevcut değilken bunu nasıl yapacaktır? İnsanın bu âlemde hissettiği yoksunluğu gidermeye yönelik çabalarından biri efsane üretmektir. Efsaneler iki çeşittir. Kimi efsanelerde tarihte yaşamış olan gerçek bir şahsiyet bulunmaktadır. Bu tür efsanelerde kahraman, tarihte belli bir süre yaşamış kişidir, -otuz yıl, elli yıl, altmış yıl yaşamıştır- fetihler yapmış, zaferler kazanmış, sonra hastalanmış, ölmüş ya da öldürülmüştür.
Daha sonra insan bu şahsı alıp, mâveraî bir şahsiyete dönüştürmüştür; bu, olması gereken, ama gerçekte olmayan, insanın olmasını istediği halde hiçbir zaman olmayacak bir şahsiyettir. Binaenaleyh, sıradan tarihî kahraman alınmakta, daha sonra o, zihinlerde büyük bir efsanevi kahramana dönüştürülmektedir. Bu kahraman, artık var olan değil, olması gereken bir kişidir.
Bunun örneklerden biri Ebu Müslim’dir. Ebu Müslim, Horasan’da kabadayılık yapan bir köleydi. Bir oraya bir buraya gider, karnını doyurmak ve güce ulaşmak için fırsat kollardı. Onun için kime bağlı olunacağının hiçbir önemi yoktu. -Bu, güçlü bir İranlı da olabilirdi, Arap da olabilirdi, İslam olabilirdi, Şia olabilirdi, kısaca her şey ve herkes olabilirdi, onun açısından bunların hiçbirinin farkı yoktu.- O, güç peşinde,maceracı bir insandı, liyakatliydi de. Güçlü bir askeri kabiliyete ve komutanlık liyakatine sahipti. Abbasî hareketi gelişmiş, Benî Ümeyye saltanatı zayıflamıştı. O gün artık rüzgarın Abbasîler’den yana estiği malumdu ve gelecek yıllarda iktidarın Abbasi’lerin eline geçeceği kesindi. Ebu Müslim, hükümette olmasına rağmen oldukça zayıflamış Ümeyye oğullarına karşı, gittikçe güçlenen Abbasîlerin yanında yer aldı. Onlara sayısız hizmetlerde bulunuyor, güç ve makam elde etmek için sayısız cinayetler işliyordu. Nitekim bazı makamlara da ulaştı. Abbasiler, onu işlerine yaradığı sürece yanlarında tuttular; fakat [kendisiyle çıkar ilişkilerinin bittiği] bir gün Ebu Müslim, ücretini almak isteyince, halifenin bir el işaretiyle perdenin arkasından çıkan askerler onu öldürdüler, böylece mesele bitmiş oldu.
Ebu Müslim işte böyle bir adamdı. Ancak daha sonraları gittiğimiz kütüphanelerde, kahvehanelerde ve işittiğimiz kıssaların İçinde Öyle bir Ebu Müslim’le karşılaşıyoruz ki onun -bu işleri yapan ve sonra da bu şekilde öldürülen- Ebu Müslim Horasanî ile bir benzerliği bulunmadığı gibi, tarih boyunca yaşamış diğer büyük insanlar ile de bir benzerliği bulunmamaktadır. Bir kere bu Ebu Müslim asla ölmez, canlıdır, ölümsüzdür. İkinci olarak Ebu Müslim, asla yenilmez; üçüncü olarak tekrar zuhur edip işine devam edecektir. O her yerdedir, hem Türkiye’de, hem İran’da kısaca her yerde ve her şehirdedir. Sonra onun hem çok büyük bir bilge, hem yüce bir ahlak sahibi, hem çok büyük bir güç sahibi olduğunu görüyoruz. Öyle ki bunun artık tarihteki gerçek Ebu Müslim ile hiçbir benzerliği bulunmamaktadır.
Diğer bir örnek de İskender’dir. Pur-Davud1 ona sitem etmiş ve ömrünün sonuna dek şöyle feryat etmişti: “Neden bu melunu o kadar büyüttüler, o kadar kutsallaştırıp yücelttiler.”
İskender Yunanlı bir gençti. İran’a saldırmış, İran hükümetini devirmiş, Cemşîd’in tahtını ateşe vermiş ve Hahamenişlerin2 tüm görkemini yok etmiştir. Kendisi ve halefleri uzun müddet boyunca İran’da hükümetlerini sürdürdü ve İran milletinin güçlü ve görkemli medeniyetini Yunan ordusunun ayakları altına serdi. Binaenaleyh onun İran’da tarihin en menfur adamı olarak anılması ve kendisinden iblis ve melun diye bahsedilmesi gerekiyordu. Ondan melun – bunu ben söylüyorum – diye söz etmeseler de her halükârda o, batıdan İran’a saldırmış, Dârâ’yı3 yok etmiş ve Hahamenişleri ortadan kaldırmış bir askerdi. Önce kendisi, daha sonra da halefleri İran’da bir müddet saltanat sürmüş ardından da yenilip gitmişlerdir.
Evet, İskender de tarihte var olan diğer kahramanlar gibi bir kahramandı. Fakat efsanelerdeki İskender böyle değildir. Tüm hüneri yakmak, yıkmak ve öldürmek olan bu Yunanlı sapkın ve zayıf gençten, ölümsüz, yenilmez ve insanlığın kurtuluşu için daha çocukken kılıcını kuşanmış muvahhid bir şahsiyet yarattılar. O, Şiîlerin yazdığı İskendernamelerde4 Ali sevgisiyle dolu biridir ve Süleyman’ın sarayına gidip orada Süleyman’a ve Süleyman’ın sarayındakilere Ali sevgisinden bahsetmiştir. Tüm erdemlere sahiptir. Peki hangi erdemlere? İnsanlann sahip olduğu erdemlere değil, insanların sahip olmaları gereken ancak sahip olmadıkları ve asla da sahip olmayacakları erdemlere! O asla ölmez, asla yenilmez, ona kılıç işlemez, onda hiçbir ruhî ve ahlakî kusur yoktur. Onun misyonu sadece ve sadece insanın kurtuluşudur. O, bu yüzden İran’a saldırmıştır. Tek hedefi insanlığın kurtuluşa ermesi ve tevhid düşüncesinin dünyadaki tüm kalplere girmesidir. Mevcut İskender’den işte böyle bir yan tanrı ve büyük bir hayalî kahraman yaratmışlardır.
Diğer bir mitoloji ya da efsane çeşidi daha vardır ki bunun gerçekle hiçbir alakası yoktur. Bu tür mitolojilerde geçen olaylar da kişiler de dünyada hiçbir zaman var olmamışlardır. Onlar tümüyle hayal ürünüdür ve gerçek değildir. Onlar tanrıçalar ve yarı tannlardır. Yarı tanrı nasıl yaratılıyor? Mesela insanda varolan hislerden biri de aşktır. Bir ferdi ya da topluluğu tutkuyla, katıksız ve çıkarsız olarak sevmektir. Bu insanî İhtiyaçta hiçbir çıkar güdülmemeli, onda bencillik, çıkarcılık gibi kirler yer almamalıdır. Ancak insan tüm aşklara bir şeylerin bulaştığını, içine heveslerin karıştığını, kişisel çıkarların ve bencilliğin bulaştığını ya da içinde zaaflar banndırdığını ve çabucak tükendiğini görünce, bu İhtiyacını giderememektedir. İnsanın mutlak, temiz ve kutsal bir aşka ihtiyacı vardır ve böyle bir aşk ise yeryüzünde yaşayan, nefes alan ve diğer binlerce tutkuya sahip olan insanın kalbinde oluşamaz ve devam edemez. O halde ne yapmalı? Bu ihtiyacı nasıl gidermeli? Elbette ki aşk tanrıları yaratarak. Bir duygu ve bir düşünce şahsiyet kazanıyor, dış dünyada tecessüm ediyor ve bir puta, bir tanrıçaya ve bir hayali zata dönüşüyor. İnsanı, tarih boyunca kendi toplumunda ya da kendi döneminde mutlak derecesinde fedakârlığa sahip bir insan görmeye muhtaçtır. Yani başkalarının menfaati söz konusu olduğunda, onun toplumuna, halkına, insanlığa olan aşkı ve sevgisi ön plana çıkar. Artık onun için kendisi yoktur, tüm istekleri ortadan kalkar, kişisel çıkarlarını ve beklentilerini unutur ve diğerlerinin menfaati için kendisini kolayca feda eder.
İnsan tarihe bakıyor, yeryüzünde yaşayan insanları gözden geçiriyor ve bu dünyada yaşayan insanın böyle bir duyguya ve böyle bir güce sahip olamayacağını görüyor. Hatta, bu dünyada fedakârlık yapan ve toplum için kendisini feda etmeye hazır bulunan İnsanları gördüğü zaman bile şöyle düşünüyor: Onun bu fedakârlığına bencillik ya da şöhret arzusu karışmıştır. Çektiği kılıcın yüzde sekseni başkalannın menfaati içinse de mutlaka yüzde yirmisi gösteriş içindir. Hatta canını ortaya koyma durumlarında bile bazen bütünüyle bencillik göze çarpmaktadır. Gerçek insanın en pâk ölümlerinde bile bazen bencilliğin ve gösterişin lekesi açıkça görülebilmektedir.
Mevlana Mesnevî’de büyük bir mücahitten bahsediyor ve diyor ki o kılıçlar çekti, cihatlar etti. Sıcak ve kanlı savaşlardan muzaffer olarak döndü. O ömrünün sonlarına doğru oturdu, kılıç çekip kinle ve kudretle kılıç vurmanın kendisine zevk verdiğini düşündü. Kişisel ve bireysel tutkularından biri -bu, kendini göstermek biçiminde olabilir ya da “ben büyüğüm ve ben bir kahramanım” şeklinde gösteriş yapmak biçiminde olabilir- onun bu cesaretinde hatta fedakârlığında etkili oluyordu. Bunun üzerine adam bir köşeye çekilir ve ibadetle meşgul olur. (Ben onun yaptığı bu işi savunmak istemiyorum, bu örneği başka bir mesele için veriyorum.) Ağır ve zor oruçlar tutar, çokça namaz kılar, zorlu zikirlere ve riyazetlere yönelir. Riyazet halindeyken bir gün savaş davullarının seslerini ve kahramanların cihada çağıran haykmşlannı duyar. Sokaklardan silahlann, atların ve savaş borazanlarının keskin sesleri gelmektedir. Savaş sahnesinin kurulmakta olduğu ve cihadın başlayacağı açıktır. Bir ömür boyu savaşmış ve cihat etmiş bu adamy birden irkilip dışarı çıkar. Savaş sesleri ve savaşın isminin geçmesi onu tahrik eder ve riyazet için inzivada bulunduğu yerden onu dışarı çıkarır. Sonra birden kendine gelir ve der ki: “İşte bu benliktir, bu feda olmak ve cihat ismiyle beni aldatmak isteyen “kendi” bencilliğimdir. Niçin? Niçin sen, kendin? Şimdi “kalk savaşa git, İnancın ve dinin uğrunda kendini feda et” diyen sen, o zaman cihada çağırdıklarında beni inzivaya yönlendirmemiş miydin? “Bu kez kal, yeteri kadar savaştın artık görevini tamamladın, insan daha ne kadar savaşır ki…” dememiş miydin? O halde neden şimdi beni savaşa sürükiüyorsun. Sen, aynı sensin, sen aynı adamsın. Sen beni savaşta tehlikesi daha az olan yerlere götürmüyor muydun? Tehlikeli ve ölümün kaçınılmaz olduğu yerlerden beni uzaklaştırmıyor muydun? Peki neden şimdi ısrarla beni savaşmaya çağınyorsun?
Neden olduğunu biliyorum. Çünkü sen kendindeki “bencilliği” öldürmeğe karar vermişsin, (Yani “Benliği, yani “nefs”i öldürmeğe) bunun başka bir çaresi yok diyorsun. Eğer beni öldürmek istiyorsan neden kimsenin bilmediği ve görmediği bu ıssız inziva köşesinde beni böylesine boğuyorsun? Burada öleceğime beni o cephede öldür kî benim öldürüldüğümü ve feda olduğumu görsünler. Böylece en azından bir mücahit olarak tanınayım. Beni neden bu köşede yavaş yavaş öldürüyor ve boğuyorsun? Bu durumda hiç kimse beni anlamayacak ve yaptığım bu fedakârlığı bilemeyecek!
Bir Müslüman, Ebu Cehil’in göğsüne oturunca o şöyle dedi: “Boğazımın şuradan aşağısını kes.” Müslüman: “Aşağıdan ya da yukandan kesilmesinin ne farkı var?” deyince o şöyle dedi: “Başımı mızrağa takınca herkesten yukarıda dursun ve herkes, bu başın Ebu Cehil’e ait olduğunu anlasın.” Bu duygu az ya da çok herkeste vardır. Fakat bazen o kadar zarif bir güce sahiptir ve o kadar latif perdelere, tevillere ve yorumlara sahiptir ki insanın kendisi bile bunu anlayamamaktadır.
Benim hocalarımdan biri diyordu ki, bir topluluğa girip yer olmadığı halde yukanlarda bir yerlere oturmak isteyen bir kişi, kendisine zorla yer açmaya çalışır. Görenler, onun ne kadar bencil biri olduğunu düşünür. Bazılanna İse yukarıya buyurun diye ne kadar ısrar etseler de: “Hayır biz yere, ayakkabılarımızın üstüne oturduk” derler. İkinci defa davet edildiklerinde ise: “Teşekkür ederiz, burası çok rahat.” derler. İnsanlar, onlar hakkında ne kadar mütevazı insanlar diye düşünürler. Halbuki hakkında böyle düşünülen insan, diğerlerinden daha bencil olabilir. Yukarıda oturmak isteyen kişinin az bir bencilliği vardır ve: “Benim yerim orası ben de oraya gitmek istiyorum, herkes benim yukarıda oturmaya layık olduğunu anlasın” der. Ancak aşağıda oturmak isteyen ise demek istiyor ki: “Benim yerim de orasıdır. Beni, siz oraya davet ediyorsunuz. Demek benim yerimin yukansı olduğunu anladınız. Bu durumda benim bencilliğimin derecesi de en az onlarınki kadardır. Ancak ben şunu göstermiş oluyorum: Ben o kadar iyi biriyim ki gördüğünüz gibi aslında yerim yukarıda olmasına rağmen, ben aşağıda oturuyorum. İşte bu benim onlara göre sahip olduğum izafi bencilliktir.”
Ruhsal meseleler bazen öyle bir şekilde tecelli eder ki onu dikkatli bir şekilde analiz edip yorumladığınızda, onun yüzündeki perdeyi kaldırdığınızda zahiren güzel görüntüsünün altından “kişiliğinin”, “nefsinin” ve “çıkarlarının” mutlak hakikati ortaya çıkar.
Ancak insan, sevebileceği, kendisine dayanabileceği, hatta tapınabileceği bir ruhunun olmasını ister. Ama o ruh, mutlak derecede yüce bir fedakârlığa sahip olmalıdır. Yani onda hiçbir şekilde bencilliğin, kişisel çıkarcılığın, hatta -gerçekten kendini feda edecek bile olsa- “ben kendimi feda edebilecek bir adamım” gibisinden yapacağı gösterişin lekeleri bulunmamalıdır. Böyle bir şey mümkün değildir. Kesinlikle mümkün değildir. Ama ona ihtiyacımız var ve yaratıyoruz. Neyi? Pro-mete’yi- Promete’yi yaratıyoruz. Promete, dünyadaki en meşhur yan tanrılardan biridir. Onu Atinalılar ve Yunanlılar yarattılar; fakat daha sonra Roma’ya oradan da tüm dünyaya gitti. Promete tannlar alemindeki Yunan tanrılarından biridir ve her şeyle dopdoludur. (Güzelliğe, güce, iyiliğe, sevimliliğe, tanrıların sahip olduğu mutluluğa, hayata, her şeye sahiptir; hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyacı yoktur.) Ancak o, heyecan verici bir eyleme kalkışıyor. Yani kendisine, makamına, diğer tanrılara ve içinde mutlulukla yaşadığı dünyaya karşı, insan için kıyam ediyor, gelip tanrılar âleminden ateşi çalarak, bunu yeryüzünde soğukta ve karanlıkta yaşayan, ateşe muhtaç olan ve bu ihtiyacını gideremeyen insana veriyor.
İnsan, aldığı bu ateşle ısınıyor, sonra yemek pişiriyor, dünyası aydınlanıyor, karanlıktan ve soğuktan ıstırap çeken insana ışık ve sıcaklık bahşediyor. Ateşe sahip olmayan insanlığa ateş vermekten daha büyük bir hizmet olabilir mi? Promete işte bunu yapıyor ve diğer tanrıları öfkelendiriyor. {Promete, bu akıbeti önceden göze almıştı.) Onlar Promete’yi yakalayıp zincire vuruyorlar ve onu Kafkas dağlarındaki buzdan bir tepeye hapsediyorlar. Sonra büyük ve keskin bir gagaya sahip korkunç bir akbabayı, gagasıyla o karanlık, soğuk ve ıssız tepede zincirlere vurulmuş Promete’nin ciğerlerini lime lime ederek yemesi için görevlendiriyorlar. Sonra ciğerleri yenmiş olan Promete, bu daimi azaba tahammül ediyor. Bu akbaba gökyüzüne biraz yükseldiğinde onun ciğerlerinin tekrar oluştuğunu görüyor ve ikinci defa onun ciğerlerini yiyor. Ateşi İlahların -kendisi de onlardan biridir- iradesine rağmen onlardan alıp büyük bir fedakarlık yaparak insanlara verdiği günden beri Promete, Kafkas dağlarında sadece o akbaba ile birliktedir.
Promete zincire vurulmuştur, akbaba daima gelip onun ciğerini yemekte, yenen ciğerler tekrar oluşmaktadır. Bu, Promete’nin daimî kaderidir. Şimdi bile durum böyle.. (Kafkaslara gidenler, bunu kesinlikle gördüler.) Bu kimdir? Böyle bir adam var mıydı? Böyle bir tanrı mevcut muydu? Böylesine bir dünya var mıydı? Bu âlemde böyle bir şeyin olduğunu kabul edecek hiç kimse kesinlikle yoktur. O halde ne oldu da böyle bir Promete yaratıldı? İnsanın Promete’ye ihtiyacı vardı; ancak Promete mevcut değildi. Bu derecede bir fedakârlık numunesine insanın ihtiyacı vardı ancak tarihte ve kendi zamanında böyle bir insan bulamamıştı. Mutlak mutluluk içerisinde, tanrısal mutluluk içerisinde, tanrılar âlemi içerisinde -tüm maddî ve manevî nimetlerin, güzelliklerin bulunduğu ve tüm ihtiyaçların giderildiği bir âlemdi- yaşayan birinin, kendisiyle farklı cinsten bir varlık olan insan için kendisini böyle bir azaba duçar etmesi, kendini tanrılar âleminden ve tanrılık* makamından mahrum bırakması ve Kafkas dağında korkunç bir akbabadan daimi olarak işkence görmeyi göze alması ve bundan hiç pişman olmaması mümkün değildir!
Promete için yazılan pek çok destan vardır, hatta bugün bile yazılmaktadır. ‘”Zincire Vurulmuş Promete” destanı ise And-re Gide5 tarafından yazılmış en son destandır.
Promete destanının bulunmasına rağmen “Zincire Vurulmuş Promete “yi yazdı ve hâlâ Promete tiyatrosu sahnelenmektedir. Neden? Çünkü insan Promete’ye ve bir Promete’nin varlığına (Böylesine bir duyarlılığa ve böylesine büyük bir fedakarlığa sahip birinin olmasına) muhtaçtır. Ancak bu, mevcut değildir. Kendisini hastalıklar tehdit ettiği halde, ölüm kendisini kusurlu kıldığı halde ve zaaflar, kendisini yok ettiği halde, insan yine de güzelliğe ihtiyaç duyuyor. Fakat tüm güzellikler nispîdir, tüm güzellikler nakıstır, tüm güzellikler, geçicidir, yapaydır. Buna rağmen o, mutlak güzelliğin peşindedir; ama bu, yoktur. Bunun için insan, – bütün güzellikleri kendinde toplayan, zaaflardan, kusurlardan ve zamanın etkilerinden uzak olan, mutlak güzelliğe sahip olan- Venüs’ü yaratıyor. Neden? Çünkü aldatıcı da olsa insanın büyüklüğe ve yüceliğe ihtiyacı var. (Pek çok ihtiyacımızı ruhsal bir aldatma ile gideren, mesela çirkinliğimizi telafi eden bizler değil miyiz?) Tüm büyüklükler nispîdir. Daha büyük var; ama en büyük yok. Büyüklüğe, ruhî yüceliğe ya da mutlak fikre sahip olan, ebedî olan, kusur taşımayan ve bünyesinde hiçbir sapkınlığı barındırmayan bir İnsan yok; ama, o bunu yaratıyor. İnsanın zamanla, mekanla, bencillikle, çirkinlikle ve bozulmayla sınırlandınlamayacak bir tarihe ihtiyacı vardır. Fakat gerek insanlık tarihi, gerek tüm kavimlerin ve milletlerin tarihi ve gerekse tüm kahramanların tarihi, kusurlu, münharif ve nispîdir. Bir yanında güzellikler, iyilikler, aşkınlıklar ve kutsallıklar bulunuyorsa da diğer yanında da kötülükler, zaaflar ve yenilgiler mevcuttur. -Tarihin tüm kahramanları yenilgiye uğruyorlar, ölüyorlar ve zaaf taşıyorlar- Tarih, kişisel istekleriyle, kişisel zaaflanyla, kendi zamanlarıyla, mekanlarıyla ve muhitîeriyle sınırlanmış olan gerçek İnsanların hayatlarının bütünüdür. Ancak insanın olması gerektiği halde olmayan bu tarihe ihtiyacı vardır.
Efsaneler, olması gerektiği halde var olmayan tarihten ibarettir. Binaenaleyh, efsane yaratmak insanî bir ihtiyaçtır. Çünkü gerçek tarih -gerçekliği olan ve gerçekleşmiş olan tarih-onu tatmin etmemektedir. Bu sebeple o efsanelerin yalan olduğunu bildiği halde efsane yazıyor. Mesela Arya ırkının kahramanı olacak bir kahraman istiyorum. Kime baksam görüyorum ki ya kusurlu, ya bir savaşta yenilgiye uğramış ya da zaafa sahip olduğu için yok olmuştur. Bu yüzden Sîstanlı bir pehlivan buluyorum ve onu Rüstem yapıyorum, onun üç yaşında savaşa gittiğini söylüyorum, hiçbir zaman yenilmeyen Rüstem’i yenilgiye uğratmaya mecbur kalsam bile kendi babası tarafından yenilgiye uğratıyorum ki her halükârda o büyük bir imtiyaza sahip olsun. O, asla başkası tarafından yenilgiye uğratılmamalıdır. O Sîmurg’la ve diğer kuşlarla yaşayan, onlarla irtibatı olan biridir. O, oklar ve mızraklarla dolu olan çukura düşse bile atı ile o kuyuda ilerleyebilen ve asla zaafa düşmeyen ölümsüz bir İnsandır. Rüstem, şimdi bir köyde yaşıyor ve çiftçilikle uğraşıyor. Çünkü bu kahraman ölümsüz olmalı, bu kahraman -bu insan- ölmesi için atıldığı çukurda sağ kalmalı ve ölümsüz olmalı, hiçbir savaşta yenilgiye uğramamah ve asla zaaf göstermemeli. Hatta Rüstem, Turana -Efrasi-yaban diyarına- gittiğinde orada Tehmineye aşık oluyor ve sonra destanda Tehmine’nin, Rüstem’in olduğunu görüyoruz. Burada insan birden kahramanının bir fesada duçar olduğunu, bir hataya düştüğünü ve şer’î olmayan bir aşka yöneldiğini görüyor. Bu şehvet düşkünlüğü, bizim yüce kahramanımıza bir leke düşürüyor. Peki ne yapmalıyız? Aynı gece Firdevsî, mubedin [Zerdüşt din adamı] yanına gidiyor, o da gelip, Rüstem’in oğlu gayri meşru olmasın ve Rüstem’in hayatı, hikayenin aslı böyle olmakla birlikte o kara lekeyle kirlenmesin diye Tehmine’yİ Rüstem ile evlendiriyor. Neresinde kusur varsa efsane bunu düzeltiyor, kahramanın öldüğü yerde efsane onu ebedîleştiriyor, bir zaafa veya kötülüğe düştüğünde efsane onu temizliyor. Sonra insan efsane adına bir tarih yazıyor. olması gereken, olmayan ve olması mümkün olmayan bir tarihtir bu. Onun içinde öyle olaylar, öyle ilişkiler ve öyle duygular vardır, ki, bunlann olması gerekir; ama böyle bir şey yoktur ve asla da olmayacaktır.
Bu tür ilişkilerin ve duyguların, insanın en eski maceralarında da var olduğunu, -aslında efsaneler ilkel insana aittir-bugün de var olmaya devam ettiğini görüyoruz. Christian’ın aşkına şimdi baktığımızda yeryüzünde böyle bir aşkın var olmasının mümkün olmadığını görüyoruz. İtalya’da küçük bir şehir olan Verona’da bir mezar vardır. Bu mezarı bugünün dahi pek çok aydın, gençler, yazarlar, şairler, sanatkârlar, hatta yaşlılar büyük bir arzuyla, aşkla ve neredeyse hayret verici dinî bir hürmetle dolduruyorlar. Bu mezar -mabet- onlar için kutsalmış! Orada iki tane kabir yan yana bulunuyor. O iki mezar kimlere ait? Romeo ve Juliet’e. Romeo ve Juliet kim? Aslında hiç kimse ve hiçbir şey. O eskilere ait bir masal idi. Sonraları Shakspeare adında bir yazar, bu hikayeyi tiyatro şekline dönüştürdü. -Tıpkı Leyla ile Mecnun gibi.- Aslında gerçekte varlıkları yoktu; ama burada kabirleri var! Bu iki kişinin kabrini, bir yazar evinde yarattı. Bu iki kişi Romeo ve Ju-liet’tir. Onlar aslında yoktular ve hiçbir zaman da yaşamadılar. Yazarın kendisi bile onların olmadıklarını söylemektedir6 Yani böylesine bir duyguya ve böylesine bir temizliğe o kadar ihtiyaç vardı ki, bizzat hikayede şöyle deniyor: “Romeo ve Juliet birbirlerine kavuşamayacaklarını anlayınca birbirinin kucağında ölebilmek için her ikisi de intihar ettiler.” Onlar kitapta öldüler; ama şimdi kabirleri var. Bu hadise bir efsane de değildir. Bunun hikayesi on yedinci yüzyılda ortaya çıktı. On dokuzuncu yüzyılda ise onlar için kabir yaptılar
Bu kabri yapanlar da oraya ziyaret için gelenler de bunun içinde kimsenin yatmadığını biliyor. Pak duygulara, âdeta münezzeh olma derecesindeki insanî ilişkilere duyulan ihtiyaç o kadar fazladır. Psikolojide şöyle deniliyor; “İhtiyaç bazen öylesine şiddetli oluyor ki haricî bir gerçeklik kazanıyor” Bu da haricî bir gerçeklik kazanmaya ilişkin bir örnektir. Bu hârici gerçekliğin bir yalandan ibaret olduğunu bilenler bile, böyle bir yere, böyle insanlara ve böyle bir hikayeye olan ihtiyaçlarından dolayı bu hikayeyi yazmaktadırlar. Bunun yalan olduğunu, aldatma olduğunu herkes bilir; ancak o yalana dahi ihtiyacımız var. Pro-mete’nin büyüklüğüne, fedakârlığına -biliyoruz ki Promete yok ve onu biz yarattık- ihtiyaç duyuyoruz. (Promete’yi, Andre Gide yarattı ve tüm Avrupalılar da ondan tercüme ettiler. Fakat tiyatrolarda daima onu görüyoruz.)
Binaenaleyh insan, Promete’ye sahip olmaya muhtaçtır; ama Promete yoktur. Onu yaratıyor ve elimizle yarattığımıza tapıyoruz. Onu seviyoruz. Bunun bizde bazı duyguların ortaya çıkmasına sebep olduğunu ve daimi susuzluğumuzu bir ölçüde giderdiğini düşünüyoruz. Bu açıdan bakıldığında tarih boyunca efsanelerin tarihle beraber olduğu, insanla beraber olduğu görülür. Belli bir ismi olan, sıradan bir seçkinliğe sahip, normal birini alıyor ve onu hayalindeki -muhtaç olduğu, olması gereken- insana dönüştürüyor. Bunun dış gerçeklikte mevcut olmadığını bilmesine rağmen efsane üretiyor. Efsaneler, her duygunun, her kutsallığın ve her maddî ve manevî güzelliğin yüce numunesinin bir bütünüdür. Öyleyse insan, numuneler yaratıyor. Ancak olanı değil, olması gerekeni yaratıyor. Büyüklüğün en yüce numunesi, Çin’de ve Japonya’da tanrı “Rama” ve “Futuşi Şi” şeklinde, Roma’da ve Yunanda ise tann “Zeus” ve [Mısır’da] “Osiris” şeklinde ortaya konuyor.
İnsan, konuşurken ağzından mutlak güzelliğe sahip kelimeler dökülen birini görmek istiyor. Bunlar, günlük hayatta kullanılan sıradan kelimeler olmamalı. Aksine güzel, aşkın ve kutsal olmalı. Böyle bir insan yok. Zira konuşan herkes, sıradan meseleleri ifade etmek için söz söylemektedir. Eğer buna bir güzellik veriyorsa bu, sıradan bir güzelliktir, bir benzetmedir, bîr kinayedir ya da içinde hakikat olmayan bir sözdür ve bu yalanla, çıkarla ve gösteriş ile beraberdir. İçi doğrulukla dolu, dışıysa söz güzellikleriyle dolu olan bir söz yoktur. Bunun için söz ustası, “Demosthenes”i7 yaratıyoruz. Sözün sembolü olan “Tîr’i yaratıyoruz. Bu derecede büyük bir fedakârlık yok, onun için de Promete’yi yaratıyoruz. İçinde hiçbir kötülüğün ve zaafın bulunmadığı İnsana duyulan aşk, başkalarına duyulan muhabbet yok. İnsan için fedakarlık yapan tannları yaratıyoruz, hiç yenilmeyen ve hiçbir yerde zaaf göstermeyen kahramanlar yaratıyoruz. Çünkü bizim tüm kahramanlanmız yenilgiye uğruyorlar, tüm kahramanlarımızın cesareti ve gücü belli durumlarla ‘sınırlıdır ve bunlar geçtiğinde her şey bitiyor. Kahramanlık da bitiyor. Tüm kahramanların yaptığı savaşlar, kahramanlıkların tümü; güzelliğin, paklığın ve münezzehliğin en yüce derecesinde değil.
Bunun için “Herkül”ü yaratıyoruz, ya da -Hindistan’da- “Rama”yı veya -Rusya’da ve Doğu Avrupa’da- “Lahas”ı yaratıyoruz. Sevgi dolu, şefkatli kahramanlar yaratıyoruz. Her kültürde ve dinde bütün hayatını sevmekle, aşkla, başkalanna sunduğu hayır ve bereketle geçiren örnek insanlar yaratılmıştır. Çünkü bu olmalı, böyle bir insana ihtiyacımız var; ama böyle bir insan yok. Hakikati uğruna, paklık uğruna ve insanın iyi ve kutsal bildiği şeyler uğruna kendisini unutan, kendini ateşe atan, geleceğini karartan ve akbabanın işkencelerine tahammül eden insanı seviyoruz. Ancak tarihte böyle bir insan bulamıyoruz, bunun için onu yaratıyoruz. Bu efsaneler, bu numune yaratıcılıkları, bu temiz ilişkiler, insanların yarattıkları ve yaratmakta oldukları bu mutlak duygular, (bugün romanlar, hikayeler, filmler ve tiyatrolar yapıyorlar, orada yalan ve aldatma bulunuyor) olumsuz değil, olumlu eylemlerdir.
Çünkü insanın yaşaması için, daima yüce, aşkın fmüteal] mutlak ve pak örneklere tapmaya, onları sevmeye ve onları düşünmeye ihtiyacı var. Hatta efsanelerin hayali hikayelerinde yer alan insanlığın en yüce, en kutsal ve en güzel derecesindeki numuneler, -gerçek olmasalar bile- daima insan ruhunun ıslahına ve güzelleşmesine sebep oluyordu.
Promete ve benzeri kahramanları düşünmek daima halkın ruhundaki fedakârlık ilhamından kaynaklanıyordu. Bu sebeple bugün psikolojide, sosyal psikolojide ve özellikle de eğitim psikolojisinde her biri bir güzelliğin, bir azametin ya da büyük bir fedakarlığın timsali olan bu örneklere çok değer verilmekte ve bunlar, insan ruhunun ıslahı, gelişmesi, eğitilmesi için en büyük örnekler olarak görülmektedir. Ancak İnsan daima, biri güzellik tanrısı, biri kutsallık tanrısı, biri sevgi tanrısı, biri tahammül tanrısı, biri cesaret tanrısı, bi-vi güzel söz tanrısı ve biri de fedakarlık tanrısı olan bu muhtelif Örneklerin tümünün birinde toplanmasını istedi. Bu çaba tüm efsanelerde göze çarpmaktadır. Niçin? Çünkü insan için fedakârlık timsali olan o tanrı -Promete- bizim en yüksek derecedeki fedakârlığa, görkemliliğe, güzelliğe olan tapma İhtiyacımızı bertaraf ediyor. Ancak o Herkül gibi güçlü değil ya da “Heliodorus” gibi ruh güzelliğine sahip değil ya da ‘Demosthenes” gibi konuşamaz ve diğer tanrılar karşısında kendisini savunamaz. O, eziyet çekmektedir. Halbuki böyle bir kusurdan uzak olmalıdır. Bu sebeptendir ki mitoloji tarihinde tanrılar giderek azalmakta ve her tanrıda birkaç özellik birden toplanmaktadır. Söylediğimiz gibi, bu hayali örnekler ve bu sahte, uydurma ve hayalî efsaneler, insanlığın duygu, düşünce gelişiminin, ıslahının ve eğitiminin ilham kaynağı olan tablolardı. Buna herkes inanmaktadır.
Dipnotlar
1- Pur, Farsça’da oğul, evlat anlamına gelmektedir. Farsça’da Hz İbrahim için Pur-Azer, Hz. İsmail için Pur-Hacer tamlamalarının kullanıldığı göz önünde bulundurulduğunda Pur-Davud’un Hz. Süleyman olduğu sonucu çıkarılabilir. Fakat Hz. Süleyman’ın MÖ 970, İskender’in ise MÖ 356 tarihinde doğduğu düşünüldüğünde Merhum Dr. Şeriatî’nin Pur-Davud ile başka birini kastetmiş olması da mümkündür. [Çevirmen]
2- MÖ 550-330 yılları arasında İran’da hüküm sürmüş Pers hanedanıdır. Türkçe’de Ahemeniler ve Akamanışlar diye de telaffuz edilmektedir. Farsça’da yaygın kullanımı “Akhamenişler” biçiminde olmakla birlikte, merhum Dr. Şeriatî’nin burada zikrettiği gibi “Hahemenişler=Hakhemenişier” biçiminde de bir kullanım söz konusudur.[Çevirmen]
3- Dârâ isimli birçok Pers kralı vardır. Burada söz konusu edilen, son Akhemeniş kralı 3. Dâra’dır.[Çevirmen]
4- iskendernâme: Klasik edebiyatta İskender’in hayatını ve maceralarını anlatan mesnevilerin gertei adıdır. Sadece İran edebiyatında değil, Türk Divan edebiyatında da İskendernâme yazmış birçok şair bulunmaktadır. Divan Edebiyatında Ahmedî’nin yazdığı iskendernâme ünlüdür. [Çevirmen]
5- Andre Gide, günümüz Fransa’sının en aydın yazarlarından biridir. Büyük bir aydın olan Gide, birkaç yıl önce öldü.
6- Firdevsî de diyor ki: “Rüstem, Sistan’da bir pehlivandı İran’ın, iranlının, Rüstem’e sahip olmaya ihtiyacı vardı; ama o yoktu. Bunu, onun için ortaya çıkardık.
7- MÖ 320 yıllarında yaşamış ünlü Atinalı hatip ve politikacı. [Çevirmen]
Çeviren : Alptekin Dursunoğlu
İZDİHAM