Eski taşra şehirleri viran ormanlıklarla bitişiktir. İnsanlar tabiatın içinden çıktıkları gibi yaşamaya gelirler buralara. İşte keskin gözleri ve insanın içini burkacak denli bitap yüzüyle bir adam çıkagelmişti böyle bir yere; her şeyi onarıp donatma becerisine sahipti, oysa kendi hayatını donatısız yaşıyordu. Tavadan çalar saate kadar her tür alet bu adamın elinden muhakkak geçmişti.
Kunduraya yeni taban çakmaya da, kurt saçması(1) dökmeye de, eskinin köy panayırlarında satılmak üzere sahte madalya basmaya da hayır demezdi. Kendisine ise hiçbir zaman hiçbir şey yapmamıştı – ne bir aile, ne bir ev. Yazları tabiatın içinde yaşayıp giderdi, aletlerini bir çuvala kor, çuvalı da yastık yapardı – yumuşak olsun diye değil, alet emniyette olsun diye. Erken sabah güneşinden korunsun diye gözlerinin üzerine dulavratotu koyardı akşamdan. Kışları ise, yazın kazandığından artanlarla geçinir, geceleri kilise çanını çalar ve böylece dairesini kiraladığı kilise bekçisiyle hesaplaşmış olurdu. Çeşitli aletler dışında hiçbir şey fazlaca ilgisini çekmezdi – ne insanlar, ne tabiat. Bu yüzden insanlara ve tarlalara kayıtsız bir şefkatle, çıkarlarına kastetmeden yaklaşırdı. Kış akşamları bazen gereksiz eşyalar da yapardı: telden kuleler, sacdan gemiler, kâğıttan zeplinler ve benzerleri, sırf kendi zevki için. Tesadüfen gelen bir siparişi geciktirdiği de olurdu sıkça; örneğin yeni çember geçirmesi için bir fıçı getirirlerdi, o ise, kurulmaksızın, sırf dünyanın dönmesi sayesinde çalışacağını düşündüğü ahşap bir saat yapmakla uğraşırdı.
Kilise bekçisi böyle bedava işlerden hoşlanmıyordu.
“Yaşlılığında dilenmen gerekecek, Zahar Palıç!(2) Fıçı kaç gün oldu bekliyor, sense kim bilir ne demeye tahta parçasıyla toprağı kurcalıyorsun.”
Zahar Pavloviç susuyordu: Orman sakinleri için ormanın gürültüsü neyse, kendisi için de insan sözü oydu – duymazdı onu. Bekçi dalgasını geçiyor ve izlemeyi sürdürüyordu; ayinlerin sıklığından ötürü tanrı inancını yitirmişti, ama Zahar Pavloviç’in başaramayacağını kesin olarak biliyordu: İnsanlar ta ne zamandır yaşıyorlardı dünyada, icat etmedikleri bir şey kalmamıştı. Zahar Pavloviç ise aksine inanıyordu: El değmemiş bir hammadde kaldığı sürece insanlar hiç de her şeyi icat etmiş sayılmazlardı.
Her beş yılda bir kıtlık nedeniyle köyün yarısı madenlere ve şehirlere göçer, yarısı ise ormanlara dadanırdı. Orman açıklıklarında yağışsız senelerde bile iyi ot, sebze ve tahıl yetiştiği eskiden beri bilinirdi. Nüfusun köyde kalan yarısı, açgözlü seyyahların yeşilliği bir çırpıda yağmalamasını önlemek için bu açıklıklara saldırırdı. Gel gör ki bu kez kuraklık bir sonraki yıl da tekrar etmişti. Köylüler damlarını kapayıp iki kol halinde anayola düzülmüştü; kollardan biri dilencilik etmek için Kiev’e, diğeri geçici işler bulmak için Lugansk’a yollanmıştı. Kimileri ise ormana ve yabani ot bürümüş hendeklere dönüp çiğ ot, kil ve kabuk yemeye başlamış, vahşileşmişti. Gidenlerin neredeyse hepsi yetişkinlerdi, çocuklar kendiliklerinden ölmüş ya da dilenmek üzere dağılmışlardı. Emzikli anneler memedeki çocukları doyurasıya emzirmeyip yavaş yavaş dermandan kesiyordu.
İhtiyar bir kadın vardı, İgnatyevna, küçüklerin açlığına bir çare biliyordu: Onun verdiği mantar suyuna banılmış tatlı otu yiyen çocuklar, dudaklarında kuru köpük, huzur içinde susuyorlardı. Anne, çocuğunu yaşlanmış, kırışık alnından öpüyor ve fısıldıyordu:
“İşte çilen doldu yavrucuğum. Şükürler olsun sana Tanrım!”
İgnatyevna da oracıkta dikiliyordu:
“Öbür dünyada şimdi yavrucak: Şuna baksana canlıdan da rahat yatıyor, cennette gümüşi rüzgârları dinliyordur…”
Anne, çocuğunu hayran hayran izliyor, kederli yazgısının çözüldüğüne inanıyordu.
“Al eski eteğim senin olsun, İgnatyevna, verecek başka şeyim yok. Sağ olasın.”
İgnatyevna eteği ışığa tutuyor ve şöyle diyordu:
“Ağla sen biraz, Mitrevna: Ağlaman icap eder. Ama eteğin pek eski püskü; bir mendilceğiz ekleyivereydin ya da ütüceğizini armağan edeydin yanında…”
Zahar Pavloviç köyde yalnız kalmış, insansızlık hoşuna gitmişti. Fakat daha çok ormanda, topraktan bir damda yersiz yurtsuz bir köylüyle birlikte yaşıyordu; bu adamın, faydalarını önceden öğrendiği otları kaynatıp içiyorlardı.
Zahar Pavloviç açlığını unutmak için her an çalışıyordu, eskiden metalden yaptığı şeylerin aynılarını ahşaptan yapmaya alışmıştı. Yersiz yurtsuz ise ömrü boyunca bir şey yapmış değildi, şimdi artık hiç yapmazdı. Elli yaşına kadar çevresinde neyin nasıl olduğunu izlemekle yetinmiş, bu genel kargaşadan nihayetinde doğacak şeyi beklemişti. Dünyanın sakinleşip aydınlanmasının ardından hemen harekete geçebilirdi; hayatın müptelası sayılmazdı, ne bir kadınla evliliğe, ne topluma faydalı herhangi bir amele gitmişti eli. Doğduğunda bir şaşırmış ve ihtiyarlayana dek de öylece yaşayıp gitmişti, genç görünümlü yüzünde mavi gözleriyle. Zahar Pavloviç’in meşeden tava yaptığını gördüğünde hayret etmişti, zira bu tavada nasılsa hiçbir şey kızartılamazdı. Oysaki Zahar Pavloviç ahşap tavaya su dökmüş, kısık ateşte kaynamasını sağlamış, tava da yanmamıştı. Yersiz yurtsuz şaşkınlıktan donakalmıştı:
“Muazzam bir iş. Gel de her şeyi öğren öğrenebilirsen, a kardeş!..”
Herkesçe malum olan sarsıcı gizler elini kolunu çözüveriyordu böyle yersiz yurtsuzun. Bir kere olsun kimse bu adama olayların basitliğini açıklamamıştı; belki de kendisi büsbütün kalın kafalıydı. Tevekkeli değil Zahar Pavloviç kendisine rüzgârın neden yerinde durmayıp estiğini açıklamaya çalıştığında yersiz yurtsuz daha da şaşırmış, rüzgârın kendisini gayet net hissedebilmesine rağmen hiçbir şey anlamamıştı.
“Hadi canım? Ne diyorsun sen! Demek güneş kızıyor da ondan ha? Hoş şey vallahi!..”
Zahar Pavloviç güneşin kızmasının hoş ya da nahoş bir şey olmadığını, anca ısının arttığını açıklamıştı ona.
“Isı ha?!” demişti yersiz yurtsuz, şaşkın. “Cadıya bak sen cadıya!”
Yersiz yurtsuzun şaşkınlığı bir nesneden diğerine atlayıp duruyordu, oysa bilincinde dönüşen bir şey yoktu. Akıl yerine güven dolu bir saygıyla yaşıyordu.
Zahar Pavloviç yaz boyunca bildiği tüm eşyaların ahşaplarını yaptı. Taş dam ve bitişiğindeki arazi, Zahar Pavloviç’in teknik sanatının ürünleriyle donandı: tarım aletleri, makineler, araç gereç, gündelik ıvır zıvır – hepsi de olduğu gibi tahtadan. İçlerinde tabiatı tekrarlayan tek bir nesne dahi olmaması tuhaftı: ne bir at, ne bir kabak, ne de başka bir şey.
Ağustosta yersiz yurtsuz gölgeye çekildi, karınüstü yattı ve şöyle dedi:
“Zahar Pavloviç, ben ölüyorum, dün bir kertenkele yediydim… Sana iki mantar getirmiştim, kendime de kertenkeleyi kızartmıştım. Yukarılarıma biraz dulavratotu salla hele – rüzgârı seviyorum.”
Zahar Pavloviç dulavratotunu salladı, su getirdi ve ölmekte olan adama içirdi.
“Ölmeyeceksin ki. Sana öyle geliyor.”
“Öleceğim, vallahi de öleceğim Zahar Pavlıç.” Yalan söylemeye korkuyordu yersiz yurtsuz. “İçim hiçbir şeyi tutmuyor, bir solucan yaşıyor orada, tekmil kanımı içti…”
Yersiz yurtsuz sırtüstü döndü:
“Ne dersin, korkayım mı, korkmayayım mı?”
“Korkma,” diye yanıtladı Zahar Pavloviç. “Ben kendim de şuracıkta ölürdüm ama bilirsin ya, insan habire başka başka aletler yapmakla uğraşınca…”
Yersiz yurtsuz bu merhamete sevinmişti; akşama doğru korkusuzca öldü. Zahar Pavloviç o sırada dereye yıkanmaya inmişti, döndüğünde yersiz yurtsuzu cansız buldu, kendi yeşil kusmuğuyla boğulmuştu. Kusmuk katı ve kuruydu, ağzının çevresine hamur gibi yayılmıştı, içinde ise beyaz, küçük kalibreli kurtlar faaliyet gösteriyordu.
Geceleyin Zahar Pavloviç uyandı ve yağmuru dinledi: Nisan ayından beri yağan ikinci yağmurdu bu. “Yersiz yurtsuz görse nasıl da şaşırırdı,” diye düşündü. Oysaki yersiz yurtsuz gökten dümdüz inen akıntının karanlığında tek başına yatıyor ve sessizce şişiyordu.
Uykulu, rüzgârsız yağmurun arasından boğuk ve üzgün bir sesin şarkısı işitildi; o kadar uzaktan geliyordu ki ses, herhalde şarkının söylendiği yerde yağmur yağmıyordu ve gündüzdü. Zahar Pavloviç yersiz yurtsuzu da, yağmuru da, açlığı da hemen unutup ayağa kalktı. Uzaklarda uğuldayan bir makineydi bu, canlı, çalışan bir lokomotif. Zahar Pavloviç dışarı çıktı, huzurlu bir yaşam ve dünyanın enginliği üzerine şarkısını söyleyen sıcak yağmurun ıslaklığında dikildi. Yağmurun şefkatiyle sarmalanmış karanlık ağaçlar yayılmış uyukluyorlardı; o kadar mutluydular ki, mayışıyor, rüzgâr hiç esmediği halde dallarını oynatıyorlardı.
Zahar Pavloviç tabiatın hazzını fark etmedi, onu heyecanlandıran tanımadığı suskun lokomotifti. Tekrar yatarken ise şöyle düşündü: Yağmur – o bile faaliyet gösteriyor, bense uyuyorum ve boş yere saklanıyorum ormanda. Yersiz yurtsuz öldü işte, ben de öleceğim; o ömrü hayatında tek bir ürün vermiş değildi – habire bakınıyor, ayak uydurmaya çalışıyor, her şeye şaşırıyor ve her basitlikte hayrete şayan bir iş görüyordu. Bir şeye faydasının dokunduğu görülmemişti; ancak mantar koparmasını bilirdi, onu da zor bulurdu. Tabiatın hiçbir şeyini zedelemeden de ölüp gitti işte.
Sabahleyin güneş gökte kocamandı ve orman gür sesiyle şarkı söylüyor, sabah rüzgârını iç yapraklarına sızdırıyordu. Zahar Pavloviç, sabahın kendisinden ziyade işçi değişimini fark etti: Yağmur toprakta uyumuş, yerini güneşe bırakmıştı; sonra güneşten telaşlı bir rüzgâr havalanmış, ağaçlar karman çorman olmuş, ot ve çalılar mırıldanmaya başlamıştı; gıdıklayıcı sıcağın uyandırdığı yağmur, yorgunluğunu çıkaramadan tekrar ayaklanmıştı, bedenini bulutlarda bir araya getiriyordu.
Zahar Pavloviç ahşap aletlerini –sığdırabildiği kadarını– çuvalına koydu ve kadınların mantar patikasını takip ederek uzağa gitti. Yersiz yurtsuza bakmadı, ölüler alımsızdır zira. Ama Zahar Pavloviç’ in tanıdığı Mutevolu bir balıkçı vardı ki, önüne gelene ölümü sorar, merakından dertlenirdi; bu balıkçı her şeyden çok balığı severdi, yiyecek olarak değil de, ölümün sırrını şüphesiz bilen özel bir varlık olarak. Zahar Pavloviç’e ölü balıkların gözlerini gösterir ve şöyle derdi: “Bak – akıl deryası. Balık yaşamla ölüm arasında durur, o yüzden hem dilsizdir, hem de bakışı ifadesiz; bir danayı al misal, o bile düşünür, ama balık düşünmez – o her şeyi zaten bilir.” Seneler boyu gölü seyreyleyen balıkçı hep aynı şeyi düşünmüştü: ölümün ilginçliğini. Zahar Pavloviç onu caydırmaya çalışırdı: “Yok orada özel bir şey, daracık bir yer işte.” Bir sene sonra balıkçı dayanamadı ve kayıktan göle atladı, yanlışlıkla yüzmeye kalkışmayayım diye ayaklarını da iple bağlamıştı. Gizliden gizliye ölüme hiç inanmıyordu aslında, asıl istediği orada ne olduğunu görmek için şöyle bir bakıvermekti: Kim bilir belki köyde ya da göl kıyısında yaşamaktan çok daha eğlenceliydi; ölümü, gökyüzünün altındaki bir komşu vilayet gibi düşünüyordu, serin suyun dibindeki bir yer – ve meylediyordu ona. Ölümde yaşayıp da sonra geri dönme niyetini dinleyen kimi köylüler balıkçıyı caydırmaya çabalamışlardı, ama destekleyicileri de vardı: “Eh, denemekten zarar gelmez, Mitriy İvanoviç. Dene bakalım, sonra bize de anlatırsın.” Dmitriy İvanoviç denedi: Üç gün sonra çıkardılar onu gölden ve köy mezarlığındaki çitin yanına gömdüler.
Şimdi Zahar Pavloviç mezarlığın önünden geçiyor, haç kalabalığı arasında balıkçının mezarını arıyordu. Balıkçının mezarında haç yoktu: Hiçbir yüreği üzmemişti ölümü, hiçbir dudak onu anmıyordu, çünkü o bir illetten değil, meraklı aklı yüzünden ölmüştü. Balıkçı geride bir eş de bırakmamıştı – duldu, küçük bir oğlu vardı, yabancıların yanında kalıyordu. Zahar Pavloviç cenazeye gelmiş, çocuğu da elinden tutup götürmüştü; nasıl da şefkatli, aklı başında bir çocuktu, annesine mi çekmiş babasına mı bilinmez. Şimdi neredeydi acaba bu çocuk? Herhalde bu açlık yıllarında ilk ölen o olmuştu, tamamen öksüzdü ne de olsa. Babasının tabutunun ardından acısız ve terbiyeli yürümüştü.
“Zahar Amca, babam mahsus mu böyle yattı?”
“Mahsus değil, Saş,(3) aptallığından. Seni zarara sokmuş oldu şimdi. Bir daha uzun süre balık tutması gerekmeyecek.”
“Teyzeler ne diye ağlıyorlar peki?”
“Çünkü numaracılar!”
Notlar
(1) İnsan için öldürücü bir tür saçma. –ç.n. Yukarı
(2) Kahramanın baba adı Pavloviç’tir, roman boyunca değişik kahramanlarca farklı şekillerde telaffuz edilecektir. –ç.n. Yukarı
(3) Saşa ismi Aleksandr isminin kısaltılmışıdır. Saş, Saşa’nın daha kısa söylenmiş halidir. Bazı yerlerde Saşka kullanımını göreceğiz (Proşka’nın dilinden), biraz küçümseyici bir kullanımdır. –
Andrey Platonov
İZDİHAM