Annelik ve Oyun
Herkes gibi benim de bir annem var, ayrıca pek çok kadını, pek çok yönünün yanı sıra anne olarak da bilirim ve kendim de anneyim. Kendimin ve tanıdığım kadınların deneyimlerini aklımdan geçirdiğimde, benim gözümde annelikle ilgili en çarpıcı, en üzerinde durulmaya değer deneyimin oyun olduğunu fark ettim.
Anneleri, çocuklarıyla oynayabilenler ve oynayamayanlar diye ikiye ayırabiliriz. Ayrıca oynayamadığının farkında olanlar ve olmayanlar diye de ayırabiliriz. Veya oynadığının farkında olanlar ve olmayanlar diye ayırabiliriz. Veya bu oyundan zevk alanlar ve alamayanlar diye ayırabiliriz… Oyun kapasitesi ve zevki etrafında tanımlanabilecek pek çok annelik çeşidi olduğu gibi pek çok anne çeşidi de var. Hatta hangi oyunları güzel oynadığına göre anne sınıflandırmaları yapmak ilginç olurdu herhalde. Bu, işin oyun tarafı. Psikanaliz kuramında anne, bebek ve oyun ilişkisi Winnicott’tan bu yana önemli bir yer tutar. Ancak psikanaliz alanında oyunla ilgili kuramlar, sembolik dönüşümlerin yeri olarak oyunun daha çok bebeğin ruhsal gelişimindeki işlevleri açısından ifade edilir. Yani annelikten bahsedildiğinde daha çok annelik işlevleri üzerinde durulur ve oyun dendiğinde de bebek açısından içsel ve dışsal nesnelerle kurulan ilişkilerin niteliklerine değinilir. Ben burada annenin yaşantılarına dikkati çekmek istiyorum.
Bebekle birlikte, o vakte kadar tarihin derinliklerine gömülmüş gibi duran oyun meselesi de birden kadınların hayatında tekrar kendini gösteriverir. Bebeğin ve çocuğun yaşına göre niteliği değişen uzun oyun saatleri, hatıralardan bulunup çıkarılan masallar, tekerlemeler, eve yayılan oyuncaklar, mutfak dolaplarından çıkıp yerlere saçılan, artık bambaşka işler için kullanılan kap kacak, bir oyunda işe yarar diye biriktirilen ıvır zıvır, boya kalemleri, hamurlar, baskı için kesilmiş boyanmış patatesler, kâğıt, gazete, dergi parçaları, oyunlara eşlik etsin diye uydurulmuş şarkılar, anneyi oyuna çağıran ya da oynamak için izin isteyen çocuk sesleri, çocuk parklarında geçirilen saatler… Anne bunlara uyuyor ya da uymuyor, kabulleniyor ya da karşı duruyor, istiyor ya da istemiyor, fark ediyor ya da etmiyor, hoşlanıyor ya da tedirgin oluyor olabilir, ancak tepkisi ne olursa olsun ortak bir nokta var ki, her anne çocuğu tarafından bir şekilde mutlaka oyuna davet edilir. Bu davetin hem ne kadar baştan çıkarıcı hem de ne kadar tedirginlik verici olabileceğini, insanın iç dünyasındaki kurulu düzeni nasıl allak bullak edebilecek bir tehdit niteliğine bürünebildiğini çocuklarla başbaşa kalan her yetişkin bir ölçüde hissetmiştir.
Oyun ve belirsizliğe davet
Psikanalitik açıdan düşünürsek oyuna davet regresyona davettir ve kişinin kendi iç nesneleriyle haşır neşir olabilmesini, bilinçdışının zamansızlığına gerileyebilmesini, dış gerçekliğin askıya alınmasına tahammül edebilmesini gerektirir. Winnicott’un (1971) tanımladığı gibi oyun, iç gerçeklik ile dış gerçeklik arasında açılan bir ara alanda, geçiş alanında, iç nesneler ile dış nesneler arasında gidip gelerek oluşturulur. Oyun esnasında, iç dünyanın nesneleri ve olayları ile dış dünyaya ait olanlar arasında kurulan yeni ilişkiler ve anlamlar aracılığıyla, ruhsal anlamda bir derinlemesine çalışma gerçekleştirilir ve iç dünya sürekli yeniden yapılandırılır. Winnicott bebeğin sağlıklı ruhsal gelişiminin gerçekleşebilmesi için, oyun oynama kapasitesinin açığa çıkması ve gelişmesi gerektiğini belirtir. Bebekte bu kapasitenin kendini açığa vurabilmesi başlangıçta anne aracılığıyla olur ve annenin sadece varlığına değil yokluğuna da bağlıdır. Winnicott’ın deyişiyle “yeterince iyi anne” her anlamda bebeğini yeterince besleyen, ama yeterince de yoksun bırakabilen annedir. Annenin “olmadığı” yerde bebek annenin “yok”luğunu zihnininde canlandırabildiği ölçüde onun varlığına bir anlam verebilir. Anne bu geçiçi “yok”luklar sayesinde “var” olarak algılanmaya ve bebeğin zihninde, ondan farklı, dışsal bir nesne olarak temsil edilmeye başlar. Dolayısıyla annenin, bebeğinden yeteri kadar uzaklaşabilmesi (onu kendinden/memeden yoksun bırakabilmesi) ve (yaşına göre) bebeğin tahammül edebileceği miktarda bir yoksunluktan sonra tekrar ortaya çıkması gerekir. Böylece anne, sonradan tüm ileri seviyede simge leştirmelerin ve oyunun alanına dönüşecek olan geçiş alanının bebeğin zihninde temsil edilmesine ve sürdürülebilmesine imkân vermiş olur. Aksi takdirde, örneğin bebeğini doyurabildiğine bir türlü ikna olmayan, endişeli anne, onun yokluğu zihinselleştirmesine fırsat bırakmıyor olabilir. Ya da bebeğinin ihtiyaçlarını fark edemeyen, depresyondaki bir anne, ona bitmek bilmez bir yokluk hissi yaşatarak, yoklukla yaratıcı şekilde başa çıkma kapasitesini etkisiz hale getirebilir. Böylece, endişe, depresyon ya da annenin kendi ruhsal kapasitelerini yeterince kullanmasına engel oluşturan başka pek çok durum, karşılıklı etkileşim içinde, bebeğin ruhsal kapasitelerinin gelişimine zarar verecektir. Dolayısıyla, geçiş alanının, yani oyun alanının, bebeği oyuna hazırlayan ve davet eden annenin zihninde de temsil ediliyor ve yeterince iyi işliyor olması gerekir. Bebeğin varlığı anne için, geçiş alanı denen ve iç gerçeklik ile dış gerçekliği bir arada barındırmasından dolayı belirsizliklerle dolu bu alanda uzun süre kalabilmeye, burada oynanan ve her şeyden çok duyuları, duyumları işin içine katan oyundan zevk alabilmeye davettir.
Oyun oynamak kırıp dökmeyi göze alabilmeyi gerektirir
Annenin yeni hayatında, bebeği tarafından oyuna davet edilmek, aynı zamanda dürtüleri bir süreliğine serbest bırakmaya da davettir. Yani simgeselliğin sınırında, bir şeyleri kırıp dökmeyi, nesneyi yok etmeyi, ona saldırıp zarar vermeyi, kendi bedensel sınırlarını ve bütünlüğünü bir ölçüde riske atabilmeyi, kirlenmeyi, bozulmayı vb. göze alabilmeye de davettir. Oyun alanı yıkıcı dürtüleri gerçek anlamda zarar görmeden ama gerçek bir deneyim olarak yaşama imkânı veren, bütün bu çözülüp savrulmaları dağılmadan bir arada tutan simgesel niteliklere sahiptir. Çocuk bu alanın güvenli sınırları içinde olduğunu bilerek oynar. Yaratıcı oyun süreci sayesinde yıkıcı dürtülerin dönüştürülerek yaşam dürtülerine bağlanmaları mümkün olur. Anneler için yaratıcı oyun sürecine girmenin her zaman o kadar kolay olduğu söylenemez. Çoğu durumda oyun, yıllar sonra kapıyı çalan, artık adı sanı unutulmuş münasebetsiz bir misafir gibidir. Bu kadar çok dağıtabilmek için annelerin çok antrenman yapması gerekir. Dağılmanın, çözülmenin, yaşamın ilk evrelerine özgü yokedilme endişelerinin yeniden canlandığı bir dönemdir annelik dönemi. Bu yüzden de, çoğu zaman anneler kendilerini oyuna bırakmaya kolay kolay cesaret edemezler ya da izin veremezler. Bastırılmış endişeler varsa, bunlarla başa çıkmak için geliştirilmiş savunmalar da çoktan beri vardır. Çoğu zaman anne hem çocuğunu hem kendini hayal kırıklığına uğratarak, oyun oynamak yerine oyun alanını yok eder: Temizler, toplar, siler, parlatır, yerleştirir. Bu şekilde, korktuğu ve kaçındığı saldırganlığını da farkında olmadan ortaya dökmüş olur.
Hamile kadının ruhsal şeffaflığı
Hamilelik ve anneliğin ilk evreleri kadınlar için, yoğun bilinçdışı endişelerin ve çatışmaların bilince üşüştükleri bir dönemdir. Hamilelerin ve lohusaların aşırı ruhsal hassasiyeti toplumsal olarak da tanınan bir durumdur. Her kültürde bunun çeşitli görünümlerine verilen türlü türlü adlar ve simgesel ifadeler vardır (örneğin Anadolu kültüründeki “Alkarısı” ve “al basması” bu tür endişelerin masalsı bir ifadesi olarak düşünülebilir). Doğum sonrası anneler sıklıkla hafif ya da ağır depresif dönemler geçirirler. Doğum öncesinde, bebeklerinin bir uzvu eksik doğacağı endişesini taşıyabilirler.
Bebeği içlerinde tutamayacakları, yani kendilerinin eksikli, delikli, çözülebilir, dağılabilir oldukları endişesini yaşayabilirler. Bazen bunları bedensel olarak da ifade edebilir ve ortada görünür fiziksel bir neden yokken gerçekten bebeklerini taşımakta zorluk çekebilirler. Bunlar yaşamın ilk dönemlerine ait endişelerden kaynaklandığı gibi, başka bilinçdışı çatışmalara bağlı olarak da ortaya çıkabilir. Örneğin müstakbel anne, bu bebeği değil düşlemindeki bebeği istiyordur ya da taşıdığı bebek düşlemindeki bebek olduğu için bu yasak bebeği taşımaya tahammülü yoktur ya da düşleminde annesine ait olması gereken bu bebeğe sahip olma hakkını kendinde görmüyordur vb. Kadınların hamilelikle başlayan ve doğum sonrasında da bir süre devam eden, ruhsal olarak başka hiçbir dönemdekine benzemeyen durumuna Monique Bydlowski “hamile kadının ruhsal şeffaflığı” adını verir.
Psikanalitik olarak bu dönem bilinçdışı ve bilinçöncesi bariyerlerinin adeta ortadan kalktığı, bilinçdışı endişe ve çatışmaların bilince en ham halleriyle, serbestçe doluştuğu bir dönemdir. Anne esas olarak, taşıdığı bebekle değil, içsel nesneleriyle ve kendi olduğu ya da olduğunu düşündüğü bebekle ilişki içindedir. Bydlowski hamileliği kadının kendi kendisiyle olan mahrem karşılaşmasının yaşandığı dönemin başlangıcı olarak tanımlar. Rönesans ressamlarının gerçek hamileleri ve lohusaları model alarak çizdikleri Madonna figürlerinin içe doğru yönelmiş bakışlarında, hamile kadının iç nesnelere adeta kenetlenmiş halinin en çarpıcı görsel temsilini görebileceğimizi söyler.
Klinikte ise bu şeffalığın kendini şaşırtıcı bir ifade serbestisiyle gösterdiğini belirtir. Hamileler en zorlu ruhsal çatışmaları hemen, en dolaysız ve açık şekilde ifade edebilirler. İçsel nesneleriyle, pek çok analizanın yıllar süren çalışma sonucunda varacakları bir yakınlık içindedirler. Bu nedenle Bydlowski’ye göre hamilelik kadınların hem psikanalize çok ihtiyaç duyabilecekleri hem de başka dönemlere göre çok daha yatkın olabildikleri ve faydalanabilecekleri bir dönemdir.
Oyun, simgeleştirme ve yaratıcılık
Bunda psikanalizin sahip olduğu oyun boyutunun da bir rolü olduğu düşünülebilir. Psikanaliz sadece bir tedavi süreci değildir. Kişinin kendi kendisiyle karşılaştığı, geçmişten gelen yaşantılarını ileriye dönük yeni anlamlar oluşturacak şekilde yeniden inşa ettiği bir süreçtir. Bu yeniden inşa süreci daha önce temsil edilmemiş ya da bastırılmış olan ruhsal içeriklerin zihinsel temsillere kavuştuğu, yaratıcı bir simgeleştirme sürecidir.
Anne ile bebek arasındaki ilişkinin bir benzeri, analitik durumda analist ile analizan arasında, bir geçiş alanı olan analitik ortamın (setting) sınırları içinde (Winnicott) ya da “kapsama, dönüştürme ve anlamlandırma” ilişkisi içinde (Bion) yaşanır. Bu anlamda psikanaliz yaratıcı oyun süreci gibi işler ve bu dinamik ilişkinin içselleştirilmesiyle, kişide kalıcı yaratıcı beceri ve süreçlere dönüşür. Belki de analizden faydalanan annelerin bir ayrıcalığı, onlarda simgelerle oynayabilme kapasitesini canlandıran ya da serbest bırakan yaratıcı oyunu başlatan analiz sürecinin yanı sıra analiz ortamı dışında da ruhsal çalışmanın devam ettiği yoğun bir oyun faaliyeti içinde olabilme ihtimalleridir. Evde kurulan oyun alanı, annenin hamilelikle birlikte içine girdiği regresif durumu ruhsal anlamda yaratıcı dönüşümlerin yeri olan bir geçiş alanına dönüştürebilir.
Psikanalizde Winnicott ve Bion yönünde ilerleyen kuramsal hat ruhsallığın oluşması ve sağlıklı biçimde devam edebilmesinde, simgeleştirmenin can alıcı önemi üzerinde durur. Ruhsallığın olabilmesi simgeleştirme kapasitesinin harekete geçip işleyebilmesine bağlıdır. Winnicott bunu geçiş alanı ve oyun dolayımıyla erken dönem anne-bebek ilişkilerinde annenin yerinde ve yeterli şekilde işlev gösterebilmesine dayandırırken,2 bebeğin duyumsal ve dürtüsel yaşantılarının anne tarafından işlenip dönüştürülerek (alfa iş levi), zihinsel olarak temsil edilen simgelere tercüme edilmesini vurgular. Bebekte düşünme aygıtını ve tüm zihinsel ve ruhsal kapasiteleri harekete geçiren annedir, bebek onun işlevlerini içselleştirerek devam ettirir. Her iki kuramcının da işaret ettiği yolda, duyumların ve dürtüsel kaosun temsillere dönüştürülmesi yaratıcılığın ta kendisidir.
Winnicott ve Bion’un kuramlarının çıkış noktasında Melanie Klein’ın kuramı vardır. Klein simgeleştirmenin önemini ısrarla vurgulamakla kalmamış, adeta kuramını da bunun bir örneği gibi kurmuştur. Klein’ın tarif ettiği bebeğin iç dünyası, sanki annenin hissettiği şekliyle bebeğin dünyasıdır. Adeta Klein, Bion’un sonradan betimlediği gibi, bebeğin duyumsal ve dürtüsel yaşantılarını kendi alfa işlevinin süzgecinden geçirerek dönüştürmüş ve bunları dile getirilebilir isimler, simgeler altında birbiriyle ilişkilendirmiştir. Bütün bunlardan simgesel bir varoluş hikâyesi kurmuş gibidir. Klein’in tarif ettiği bebeğe özgü iç dünyanın nitelikleri (parça nesneler, parçalanma, yok edilme endişeleri, oral, anal, üretral saldırganlık vb), eminim kucağında yeni doğmuş ve umutsuzca ağlayıp vahşice memeye sarılan bir bebek tutmuş olan hiçbir anneye yabancı, tuhaf ya da anlaşılmaz gelmeyecektir. Bu sadece bebeklerin birbirine benzemesinden değil, bütün annelerin de birbirine benzer ilkel endişe ve çatışmalarla başbaşa kalmasındandır.
Winnicott ve Bion’un kuramlarında önemli sorumluluk anneye ya da annesel niteliklere düşer gibidir. Buna babanın çerçeveleyici ve üçüncüyü, yasayı getiren işlevi eşlik eder. Bir kadın olan Klein’ın kuramında ise sorumluluğun canalıcı kısmının kadın, erkek herkesin bir zamanlar olduğu vahşi ve çaresiz bebeğin doğasına düşmesine rastlantı denebilir mi bilmiyorum. Analiz odasında çocukların saldırgan dürtüleriyle en çıplak haliyle haşır neşir olmayı göze almış bir analisttir Klein. Çocuklarla çalışan psikanalist ya da başka meslekten kişilerin (ve tabii annelerin) iyi bildiği gibi, çocuklarla uzun süre ve yoğun biçimde aynı ortamda bulunmanın erişkinler açısından çok ciddi bir zorluğu vardır; sürekli regresyona tahammül edebilmeyi, yani ham dürtüsel tepkilerin dünyasında dağılmadan uzun uzadıya kalabilmeyi gerektirir. Çocuk psikanalizinin annesi M. Klein, oyun alanını toplayıp, temizleyip, ortadan kaldırmayı tercih eden bir anne gibi davranmaktansa, saldırgan dürtülere kapısını açarak ve analiz odasına oyunu sokarak çocuklarla olan bu zorlu deneyimi yaratıcı bir hamleyle kurama ve pratiğe dönüştürmüştür.
Klein’ın düşüncesinde yaratıcı işlevin can alıcı yönü “nesneyi onarma” arzusudur. Bu kurama göre, nesnenin onarılması, ona uygulanan saldırganlığa karşı misilleme tehdidini ortadan kaldırdığından, bu anlamda sadece nesnenin değil öznenin de onarıldığı söylenebilir. Chasseguet-Smirgel ise yaratıcı edimin kökeninde nesneyi onarma arzusunun yattığı görüşüne katılmakla birlikte, öznenin kendisinin onarılması amacını güden ayrı bir yaratıcı edimin de olduğunu ileri sürer. Birbirinden farklı ve zıt bu iki yaratma edimi bir arada iş başında olabilir. Chasseguet-Smirgel bunlardan sadece öznenin onarımını hedefleyen yaratıcılığın dürtü boşalımı ile ilişkili olduğunu ve ancak bu durumda yüceltmeden söz edilebileceğini belirtir. Bu düşünce ışığında, bebekle birlikte annenin hayatının ortasında açılıveren oyun alanında her iki yaratıcı onarma hareketinin de yer aldığını, fakat anne açısından en çok öznenin onarılması yönündeki hareketin geçerli ve belki de anlamlı olduğunu düşünebiliriz. Bu açıdan bakıldığında annenin bebekle oyun dünyasına girmeyi başarıp, daha sonra oyun üretebilen ve bundan zevk alan biri haline gelmesi, bir sanat eseri yaratmakla kıyaslanabilecek nitelikte bir yaratıcılığın harekete geçtiği anlamına gelir.
Yıkıcılıktan yaratıcılığa
Winnicott (1949) “Karşı aktarımda Nefret” makalesinde anne (baba)–bebek ilişkisinde sevgi kadar nefret duygularının da bu ilişkiye hakim olduğunu kabul edebilmenin önemi üzerinde durur. Anne bebeğinden nefret edebilmeli ama bunu ona söz ya da davranışla boca etmemeye de tahammül edebilmelidir. Çiftedeğerli duyguların ilişki içinde bir yer bulabilmesinde, anne (baba) ve bebeğin imdadına tekerlemeler, ninniler, masal ve oyunlar yetişir. Winnicott, bebeğin beşiğini deviren ve ortada ne beşik ne bebek bırakan hınzır bir rüzgârdan bahseden böyle bir ninni örneği verir.
Ninni de bebek ağacın tepesinde,
Beşiği de sallanır rüzgar esince,
Düşer beşik aşağı dal kırılınca,
Yerle bir olur bebek, beşik ve ne varsa
Yıkıcı, saldırgan dürtüleri serbest bırakmaya davetiye çıkaran oyun ortamının saldırganlığı dönüştürücü niteliğini bu ninnide görebiliriz. Winnicott bunun hiç de duygusal bir ninni olmadığına dikkati çeker. Oyun ortamı da tıpkı bu ninni gibi, duygusallıktan uzaktır. Zaten bebeğin duygusallığa ihtiyacı yoktur. Tam tersine nefretini rahat rahat yaşayabilmek için nefrete de ihtiyacı vardır. Sadece bebeğin değil annenin de yeri geldiğinde serbestçe nefret edebilmeye ve dolayısıyla oyuna ihtiyacı olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
Son söz
Winnicott’ın örnek verdiği ninni bana tanıdığım küçük bir kızın iki üç yaşlarında uydurduğu bir ninniyi hatırlatır. Küçük kız annesinin başını dizlerinin üzerine yatırır ve bir yandan onu pışpışlarken bir yandan da ninniyi söylerdi: “Bebeğim benim… Sadece kafası var bebeğimin.” Ninni “sadece gözleri var bebeğimin, sadece burnu var bebeğimin, sadece ağzı var, sadece elleri, kolları, ayakları var bebeğimin vs…” diye devam ederdi. Bu paramparça bebek imgesinin, aslında bir anne için ne kadar tedirgin edici olduğunu tahmin edebiliriz. Ama küçük kız, hem kendi yıkıcı arzularıyla hem de annenin bebeğe yönelik yıkıcı arzularıyla hınzırca oynayarak, anneyle aralarında açılan oyun alanında ona yaratıcı bir davetin türküsünü söylemekte; anneye kendisi mi kızı mı olduğunu tam bilemediği o ürkütücü bebeğe tahammül etmeyi ve giderek onu böyle parçalayıp bölmekten ve tekrar birleştirmekten zevk almayı, kısaca o bebekle oynamayı öğretmektedir. Winnicott’ın dediği gibi çocuk oyunu ciddi bir iştir… Üstelik sadece çocuk için değil anne için de öyle.
Kaynakça
Bion, W. R. (1962), “The Psycho-Analytic Study of Thinking”, International Journal of PsychoAnalysis, 43 s.306-310.
Bydlowski, M. (2001), “Le regard intérieur de la femme enceinte, transparence psychique et
représentation de l’objet interne”, Cairn, 13 s. 41-52.
Bydlowski, M., “Apport de Winnicott au travail psychanalytique”, http://pagesperso-orange.fr/
fripsi/Bydlowski.htm
Bydlowski, M. & Golse, B., “De la transparence psychique à la préoccupation maternelle primaire. Une voie de l’objectalisation”.
http://www.carnetpsy.com/Archives/Recherches/Items/p58.htm
Chasseguet-Smirgel, J. (1984), “Thoughts on the Concept of Reparation and the Hierarchy of
Creative Acts.”, Int. R. Psycho-Anal., 11 s. 399-406.
Klein, M. (1927), “Symposium on Child-Analysis”, Int. J. Psycho-Anal., 8 s. 339-370.
Klein, M. (1930), “The Importance of Symbol-Formation in the Development of the Ego”, Int. J.
Psycho-Anal., 11 s. 24-39.
Winnicott, D.W. (1949), “Hate in the Counter-Transference”, Int. J. Psycho-Anal., 30 s. 69-74
Winnicott, D.W. (1971), Oyun ve Gerçeklik, çev. Saffet Murat Tura, Metis, İstanbul: 1998.
Nilüfer Erdem, Kaynak: Cogito
İZDİHAM