İzdiham Dergi

Arzu Alkan Ateş’in Lübyana’ya Bir Bilet Adlı Kitabını Değerlendirdik

İÇİMDE GİDİP GELEN BİR TRAMVAY / NEREYE GİTSEM

Şiiri dışarda bırakırsak, bana göre yazılması en zor yazınsal tür öyküdür. Öykünün uzunluğu ne kadar değişirse, yazma zorluğu da o miktarda artar veya azalır. Verilmek istenen mesajı, duyguyu vs. kısacık hikâyelere sıkıştıran yazarlara her zaman saygı duymuşumdur. En son Arzu Alkan Ateş’in kitabını elime aldığımda ‘bakalım ne olacak’ düşüncesiyle okumaya başladım ve diyebilirim ki tahmin ettiğimden daha iyi bir kitapla karşılaştım.

Erdem Yayınları’ndan neşredilen bir öykü kitabı olan ‘Lübyana’ya Bir Bilet’, toplam 117 sayfadan oluşuyor ve içinde 14 tane kısa hikâye barındırıyor. Daha önce bir deneme kitabı da yayımlanan yazarın, (Lacivert Yazılar, 2007) bu kitabı da sanki deneme türüne yaklaşan öykülerden oluşuyor. Biçim olarak baktığımızda öykü diyebiliriz ancak kitaptaki bazı metinler denemeye de yaklaşıyor. (örneğin, İçime Bak/Ma) Kitapta özel olarak değerlendirilmesi gereken öyküler var, genel olarak baktığımızda ise yazarın buhranlı bir hâli olduğunu görüyoruz. Bazı öykülerde daha yoğun, bazı öykülerde daha yüzeysel; ancak her zaman karamsar bir ruh hâli, her an kötü bir şeyler olacakmış duygusu, tedirginlik ve endişe hâlleri öykülerden okura bolca yansıyor. On dört tane öykünün hiçbirinde mutlu hayatlar, neşeli günler veya ruhsal bir dinginlik hâli göremiyoruz. Öykülerin kahramanları daha çok hayatın bir köşeye ittiği insanlardan oluşuyor. Örneğin bir öyküde, sınıfının arka sıralarında oturan, alay edilen bir lise öğrencisiyle karşılaşıyoruz, başka bir öyküde kapitalist sistemin içinde ezilen (hem ruhsal hem fiziksel olarak) bir cücenin hayatını, bir başka öyküde istismara maruz kalan küçük bir kız çocuğunu ve bu şekilde birçok insanın hayatından bir kesiti buluyoruz. Yazarın; toplumun farklı kesimlerinden, yaş gruplarından veya farklı cinsiyetten oluşturduğu karakterlerin bakış açılarından toplumu, hayatı veya insan tekini göstermesi oldukça başarılı olmuş. Öykü veya roman, bir yazınsal türde farklı karakterlere bürünmek her yazarın yaptığı/yapmaya çalıştığı bir şeydir; fakat bu kadar farklı karakteri tek kitapta ilk defa gördüm ve bu karakterlerin içsel düşünceleriyle psikolojilerinin yansıtılış şeklini başarılı da buldum. Zaten kitabın arka kapağındaki küçük pasaj, yazarın bu öyküleri nasıl ve niçin yazdığının da ipucu sanki: “Sizin için, başkalarının hayatını merak eden sevgili okurlar; sizler ve birçokları için hatta şu anda bilgisayarın başında bu öyküyü yazmak için kıvranıp duran, ruhlar ülkesinden bir ruh seçip bana hediye eden, aklımdan geçenleri okumak isteyen, kelime kelime beni var etmeye çalışan çok sevgili yazar, senin için de bu öyküleri anlatıyorum.”

arzu alkan ateş lübyanaya bir bilet ile ilgili görsel sonucu

Masalsı Bir Anlatımın Ardındaki Keskin Gerçekler

Arzu Alkan, öykülerini oluştururken masalsı bir hayatın içine davet ediyor okurları; fakat o masalsı hayat devam ederken gerçek hayatın içinden bir bıçak geliyor ve o masalı ikiye bölüyor. Hayatın içinden bir gölge gibi geçen insanları anlatırken sık sık bir Hasan Ali Toptaş öyküsü veya romanı okuyor gibi hissettim. Fikrime göre, anlatım biçimi olarak Hasan Ali Toptaş’ı usta olarak seçmiş yazar ama Toptaş’ın bazı hikâyelerine göre daha reel bir dünya sunmuş okura: “Annemin imza günündeyiz. Babam ve ben kuyruğa girmişiz kitap imzalatacağız, annem bizi görünce çok şaşıracak, heyecanlıyım. Annem okurlarına karşı çok nazik, sohbet ediyor onlarla, şakalaşıyor, ellerini sıkıyor, ne güzel diyorum. Sıra bana geliyor, annem bir yabancıya bakıyor, adım Oğuz Atay diyorum, arkamdaki insanlar şaşırıyor, annem kızıyor. Oğluma yazıp imzalasın diye bekliyorum, Oğuz Kandemir’e yazıyor. Gerisini okumuyorum, çekiliyorum annemin önünden, hayatından, okurlarıyla baş başa bırakıyorum sevgili yazarımı. Beni doğurmamalıydın anne, diyorum içimden. Öpüyorum yalnızlığımdan.”

Şiir, öykü veya herhangi türde yazı yazan insanların her zaman hayatla bir alıp veremedikleri olmuştur. Hatta endüstriyelleşen yazarların dahi bu durumda olduklarını düşünüyorum. Bu durum bazı yazarlarda daha yoğun bazı yazarlarda daha hafiftir. Arzu Alkan’ın öykülerinden anladığım kadarıyla yazarın hayatın karanlık yüzüyle dertleri var. Hem de birden çok tarafıyla derdi var; yoksa bu kadar farklı karakter, bu kadar farklı farklı eleştirilecek nokta, bu kadar olumsuz yön olmazdı kitapta. Bir taraftan annesi vefat eden bir çocuğun gözünden öyküsünü oluştururken diğer yandan babasıyla problemler yaşayan bir erkek evlâdın bakışını bize başarılı şekilde yansıtabiliyor: “Hep aynı hikâye. Bir arpa boyu yol alamadım hayatta! Bu da babamın sözü. Amcasının kızıyla evlenmemiş olsaydı babam, ben başka birisi olabilirdim. Bir değil birkaç arpa boyu yol alabilirdim. Bunu söylediğimde yüzüme doğru babamın elini kaldırışı, bana doğru eğilip suratımın tam ortasına o kocaman eliyle vuruşu geliyor aklıma. Burnum saatlerce kanamıştı. Annem yetişmeseydi, kan kaybından ölecektim. Baba, ben san yakışmadım. Yıllar sonra sana bakıyorum, boyun kısalmış, kamburun çıkmış. Gözlerindeki hiddet hep aynı. Acımakla nefret etmek arasındaki bir duyguyla baktın bana. Ama hiçbir zaman gözlerinden sevgi geçmedi. Bir kere görseydim…” Baba-oğul arasındaki mesafeli, bazen düşmancıl, bazen ilgisizlikten kaynaklanan sevgisizliği Arzu Alkan, belki bir erkeğin bile anlatamayacağı kadar başarılı analiziyle satırlarına yansıtıyor (Monolog öyküsü). Fakat hikâyelerini bu olumsuzluklar içinden çekip çıkarırken aynı zamanda umudu da simgeleyen şeyler sıkıştırmış araya yazar. Öykülerinde kullandığı mavi renk imgesi ve kuş metaforlarıyla, bize binalar arasından küçük de olsa görünen denize başımızı çevirmeyi öğretmeye çalışıyor.

Bir Annenin Feryadı, Sessizce

‘Rüyadaki Ben’ öyküsünde yazar, hayattan fena halde bunalmış iki çocuk annesi Şükran’ın hikâyesini okurlarına yaşatıyor. Konuşmaya gelince çok değer verildiği söylenen anneleri anlamak için neler yapıyoruz sorusunu okura sorduruyor. Onların da hisleri olduğunu, onların da değer görmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyor muyuz diye sorduruyor. Bu sorulara müspet cevaplar verebiliriz kasıla kasıla. Ancak her şeyin gördüğümüz gibi olmadığını da bu öykü sayesinde anlıyoruz. “Herkesin kafasında bir Şükran imgesi var. İmgesi Şükran’ın yerine geçmiş. İçimdeki silgi, Şükran’ı silmiş” diye yakınan bir annenin feryadını duymamak, onu görmemek için ne gibi önemli işlerimiz olmalı? sorusunu da sorduruyor aynı zamanda: “Kendimi bu evin neresine koyarsam görünür olurum? Oturma odasında koltukların tam karşısında duran Led TV’nin yanına duvara mı assam ya da bir demet çiçeğin süslediği bir vazo olup masanın ortasına mı kondursam kendimi? Kim fark eder vazodaki Şükran’ı? Şükran çiçek mi? Odalarından çıktılar önce, sonra da evden. Hiçbirinin bana ihtiyacı yok artık. Kimse bana bir şey sormuyor, haber vermiyor. Bir gün kapıyı çekip çıksam diyorum, onlardan önce davransam. Uyandıklarında ya da eve geldiklerinde bana rastlamasalar. Odalarına çekilmeden önce gelişi güzel bir iki cümleyle hâlini sordukları annelerini bıraktıkları yerde görmeseler, paniğe kapılırlar mı? Olmuyor, yapacak onca iş varken kapıyı çekip çıkamıyorum”

Arzu Alkan Ateş, kitabın tamamında akıcı bir dil –yer yer şiirsel- ve oldukça sade bir üslupla öykülerini yazmış. Anlam olarak böyle yoğun öykülerin bu kadar akıcı yazılabilmesi kitabın değerini yükseltmiş. Ayrıca yazar birçok hikâyecide bu kadar yetkin olmayan bir gözlem gücüne sahip. Sanki yazar oluşturduğu karakterlerin hayatını bir süre ‘gerçek insan’ olarak yaşamış ve daha sonra öyküyü yazmış. Bir cücenin, bir lise öğrencisinin, bir annenin, bir gemi kaptanının, küçük bir kız çocuğunun, erken yaşta ve zorla evlendirilen bir genç kızın bakış açılarından bir şeyler yazmak ve her bireyin psikolojisini gerçekçi olarak yansıtmak herkesin yapabileceği bir şey değil. Üstelik kitabın sonlarında yer alan ‘Ruhlar Ülkesi’ hikâyesinde üç kişinin bakış açısından metnini oluşturmuş ve her birinin konuşmalarını başarılı bir şekilde eritmiş yazısında. Bu hikâye bana ‘Tutunamayanlar’da yer alan –sanırım 76 sayfalık- noktalama işaretsiz bölümü anımsattı. Tek farkla: Orada düz bir hâlde üç farklı olay anlatılırken, bu hikâyede aynı olay üç farklı kişinin bakış açısıyla anlatılıyor.

Hikâyeleri oluşturma yönünden, toplumsal eleştiri açısından, psikolojik açıdan ve gözlemsel olarak son derece başarılı buldum kitabı. Arzu Alkan’dan daha iyi kitaplar gelecektir diye düşünüyorum.

Bir Eleştiri

Kitapla ilgili en önemli eleştirim yayınevine olacak. Ben bu kitabı uzaktan görsem, hatta elime alıp okumadan şöyle bir sayfalarını karıştırsam kitabın, bir çocuk kitabı olduğunu düşünürdüm. Renk seçiminden kapaktaki çizime kadar, kitabın fiziki hiçbir özelliği bu kitabın içeriğiyle uyuşmuyor. Kanaatime göre bu içerikteki bir kitap için yapılabilecek en kötü kapak yapılmış. Ayrıca yazı boyutu da oldukça büyük. Bu da okurda (okumayan için) kitabı ciddiye almama durumuna sebep olabilir. ‘Lübyana’ya Bir Bilet’ çok bilinen bir eser değil. Böyle olunca bir okur önce kapağa bakar sonra sayfaları karıştırır. Ve almamaya karar verebilir bu dış özellikleriyle. Tek olumlu yan, arka kapağa seçilen pasaj doğru bir şekilde seçilmiş.

Kitaptan Seçilen Bazı Alıntılar

“Bazen kör olduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Görmek istemediğim o kadar çok şey var ki hayatta. Görseydim çok yaşayamazdım; kahrımdan ölürdüm” (syf 22)

“Ne buldun bu kadında? Sesini sevdim. Bir kadını önce sesinden seveceksin.” (syf 24)

“Hayat da bir tekrar değil mi? Unutmayalım diye mi yaşıyoruz? Ben buna karşıyım hocam. Unutmak istiyorum, bana bir seçenek sunun. Beşinci şıkkın dışında bir seçenek daha olmalı. Hayatın bana sunduğu şıkların hiçbiri doğru değil. Yeter saçmaladığın Oğuz, yarın velin okula gelsin. Gelemez hocam. Annem İngiltere’de, babam yat gezisinde. Şukufe anne de yaşlandı, oturduğu yerden zor kalkıyor. Dersimize kaldığımız yerden devam ediyoruz çocuklar, evet İkinci Yeni şairler şiirde… Ben konuşmaya başlayınca sıkılıyor insanlar. Susup oturunca da şüpheleniyor. Sizin sorularınızın bir cevabı var da hocam benim sorularıma cevap bulunamıyor. Nereden bulaştım bu çocuğa diye geçiriyorsunuzdur içinizden.” (syf 49)

“Anlamış, genç kız iki insanın içinden aynı ırmak geçmiyorsa kavuşup deniz olunamayacağını.” (syf 109)

Mehmet Akif Öztürk değerlendirdi. İletişim: ozturkmakif@gmail.com

İZDİHAM

Exit mobile version