Asıl adı Ali olan Âşık Paşa, 1272 yılında Kırşehir civarındaki Arapkir’de doğmuştur. Baba ve anne tarafı bakımından devrin hatırı sayılır ailelerine bağlıdır. Babası Muhlis Paşa, Baba İlyas’ın oğludur. Şeyh İlyas olarak da anılan Baba İlyas, Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiştir. Mutasavvıf ve fazıl bir kimse olan Şeyh İlyas’ın müritlerinin çokluğu devrin hükümdarı II. Gıyaseddin Keyhusrev tarafından iyi karşılanmamış, öğrencilerinden Baba İshak’ın başlattığı ayaklanma sebebi ile 1241 yılında şehit edilmiştir.
Bu ayaklanmaya Şeyh İlyas karşıdır. Ancak o, Baba İshak’a ne kadar tavsiyede bulunursa bulunsun; sözünü geçirememiş, sonunda bu asi ve söz dinlemez öğrencisine bedduada bulunmuştur. Elvan Çelebi’nin verdiği bilgilere göre, isyan eden bu topluluk bellerine hıristiyanlık alameti olarak zünnar kuşanan kimselerden oluşmuştur. Bu durumda bu ayaklanma daha çok Baba İshak etrafındaki Hristiyan bir topluluk tarafından çıkarılmış ve Baba İlyas kat’iyen bu yaklanmaya katılmamıştır. Kaynaklara bakınca Elvan Çelebi dışında Âşık Paşa ile ilgili pek bilgi bulunmaz.
Garib-nâme’sinde de bu konu ile ilgili olarak bilgi vermez. Ayrıca tezkire sahiplerinden sadece Lâtifî (öl. 1582) ondan bahseder. Âşık Paşa için; onun velîlerden, âşık, ârif ve tarikat yolunda sahib-i maarif biri, aslen Acem sınır boylarından gelen ve Kırşehir’i vatan tutan bir aileden olduğunu söyler. Sonra Sultan Orhan devrinde Hazret-i Hacı Bektaş ile aynı çağda yaşadığını ve görüşüp sohbette bulunduklarını zikreder. Ayrıca Âşık Paşa’nın büyük şeyhlerden olduğunu belirtip, zenginliğinden bahseder.21 Garib-nâme’nin Almanya nüshasının ön sözünde ise; söz sultanı, imanın delili, melekût denizlerinin gezgini, ceberût dünyasının anahtarı, hakikat müşküllerinin çözücüsü, anlaşılması güç meselelerin çözeni, ilâhî hazinelerin bilicisi Şeyh-i Hemedânî, veliyy-i sultanî Ali bin Muhlis bin Şeyh İlyas şeklinde anlatılmaktadır. Bir de büyük dedesi Şeyh İlyas için Şeyhlerin şeyhi lâfzına yer verilmiştir. Bunun dışında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. 22 Ancak bu kısmın ön söze sonradan eklendiği anlaşılmaktadır.
Âşık Paşa’nın hayatına bakınca Lâtifî’nin kaydettiği gibi, onun, sadece Sultan Orhan zamanında yaşamadığı görülür. O, artık ömrünü sülâle olarak tamamlamış bir devletin son hükümdarlarını idrak ettiği gibi, Osmanlı Devletinin kuruluşunu da görmüştür. 1272 yılında doğduğuna göre, Âşık Paşa’nın çocukluğu III. Gıyaseddin Keyhusrev (1266-1284), gençlik yılları Sultan II. Mesud (1284-1296, 1302-1310) ve III. Alâeddin Keykubad (1298-1302) zamanlarında geçmiş ve Osman Bey devrini olgunluk yıllarında yaşamıştır. Ömrünün son yedi senesini ise Orhan Bey zamanında geçirmiştir. Bu durumda o, üç Selçuklu ve iki Osmanlı hükümdarı olmak üzere beş sultanın saltanat zamanlarında ömür sürmüştür. Bu ömür içinde tahsiline Kırşehir’de devam etti. Süleyman-ı Türkmanî’den tasavvuf dersleri aldığı gibi kayın pederi Şeyh Osman’ın derslerinde yetişti. Devrin siyasî şahsiyetleri yanında âlim ve şeyhleri ile temas kurdu. Osman Gazi’nin istiklâlini ilânı sırasındaki törende de bulundu.
Kırşehir’in Osmanlı topraklarına katılmasında büyük rol oynadı. Burada açtığı zaviyede ilim neşrine çalışarak halkı aydınlattı. Kırşehir beyi tayin edildi.23 Ayrıca Mısır’a elçi gittiği, Anadolu valisi Timurtaş Paşa’nın veziri olduğu rivayetleri de vardır. Eserinin miracı anlattığı kısımlarında, özellikle Kudus’teki, Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra gibi yerleri tasvir ederken, büyük bir gözlem içinde olması ve hemen her yeri dikkatle ortaya koyması bu fikri kuvvetlendirmektedir. Çünkü bu şekildeki anlatım ancak gören birisi tarafından verilebilir. Bu durumda şairimizin Mısır yolculuğu sırasında Kudus’e de uğradığını belirtmek gerekmektedir.
Elvan Çelebi babasının ölüm tarihini, 3 Safer 733 olarak bildirmiş ve 63 yıl ömür sürdüğünü söylemiştir. Bu da milâdî olarak 3 Kasım 1332 tarihine rastlamaktadır. Kırşehir’de vefat eden Âşık Paşa’nın türbesi şehrin kuzeydoğusunda bir tepede, kendi adı ile anılan mezarlıkta bulunmaktadır. Âşık Paşa’nın en önemli vasfı devrinin bir âlim ve mutasavvıfı olarak halkla olan ilişkisidir. O Anadolu’nun buhranlı ve karışık zamanlarında Türk milletine yol gösterenlerdendir. Eserini de bu düşünceden hareket ederek yazmış, Türk dili ile eser vermeyi kendine başlıca vazife bilmiş ve halkı aydınlatma yolunu seçmiştir. Bunun için de kendini çok iyi yetiştirmiştir. Eserinde Türk kültürünün bütün devrelerine gider gelir.
Bazı ifadelerinde Orhun Âbidelerine, Kutadgu Bilig’e, Dede Korkut’a, Mesnevî’ye ve Yunus’a giderken, bazı sözleri ile de Süleyman Çelebi’ye yönelir. Miracnâme ve mevlid gibi türler yanında Leylâ ile Mecnun, Yusuf ile Zeliha gibi, kendi devrinden sonra başlı başına büyük mesnevîler olarak ortaya konacak eserlerin de ilk örneklerini Âşık Paşa verir. Hatta sözü aşka getirirsek, Sinan Paşa’daki söyleyişler de Garibnâme’den gelir. Tespit edebildiğimiz kadarı ile Yazıcıoğlu Mehmed, Kaygusuz Abdal, Eşrefoğlu Rumî, Baki, Şeyh Galip gibi Türk edebiyatının önde gelen simaları dili kullanıştan düşünce şekillerine kadar, Âşık Paşa’nın tesirinde görülürler. Ayrıca Âşık Paşa hikmet açısından Anadolu’da gelişecek Türk edebiyatı içinde de, ilktir.
Bu bakımından Türk edebiyatının başlangıcında hikmet vardır. Bunu takip eden şairlerimizden Ahmedî ile XVII. yüzyılda hikmet sahasında bir yol açmış gibi görünen büyük şairlerimizden Nâbi de, hikmet yönü ile Âşık Paşa’ya bağlıdır. Bu yol daha sonra Rami Mehmed Paşa ile Koca Ragıp Paşa tarafından devam ettirilir. Âşık Paşa’da Türkçe sevgisi önemli bir yer tutar. Bu itibarla Türkçecilik cereyanı içinde görülür. Gerçekten o, bütün diller üzerinde düşünen ilk dilcilerimizdendir. Hangi dil olursa olsun dilin sese bağlı bulunduğunu, ciğerlerden başlayarak hava ve ses yolunun durumunu, sesin meydana gelişini ve bir kalıba dökülerek manaya kadar gittiğini en önce işaret eden odur. Yine sesin harflerle olan bağlılığını, bunların bir araya gelmesi ile kelimelerin oluşup manaya ulaşıldığını Âşık Paşa bildirir. O bu yönleri ile modern bir dil düşünürü olarak görülür.
Buradan hareketle Türkçe üzerine görüşleri de vardır. Farsça’nın hâlâ etkili olduğu bir zamanda eserini Türkçe yazması, gramer fikrine yer vermesi, ortaya koyduğu eseri ile Türkçe bir âbide meydana getirmesi, hepsinden önemlisi bu eserde Türk dilinin kaidelerine uygun olarak pek çok kelime türetmesi ondaki dil şuurunun ne kadar derin, köklü ve canlı olduğunun bir delilidir. Aynı şuur çağdaşı Gülşehrî’de de vardır. Fakat Gülşehrî dili, gönülden geldiği gibi kullanır. Yalnız güzel Türkçe ister ve başka bir fikir getirmez.25 Âşık Paşa böyle değildir. Onun bu fikirleri Genç Kalemler’de kendini bulan fikirlerdir ve hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Sosyal bakımdan Âşık Paşa eserinde günlük hayata geniş olarak yer vermektedir. Ekin ekmekten, oğul kız düşüncesinden, toplumda insanların durumlarından, çocuklara isim vermekten, kızları evlendirmekten, öksüzlerin ve itibardan düşenlerin hâllerinden ve cemiyet içindeki yerlerinden bahsettiği gibi, devri için önemli bir mesele olan ve bütün zamanlarda geçerliliğini koruyan hükümdarlığın; akıl, asalet, yiğitlik, ilim ve cömertlik gibi sağlam temeller üzerine kurulabileceğinden söz açar. Bunlar olmadan toplumu idare etmenin zorluğunu belirtir. Âşık Paşa ayrıca deniz ve karaları da içindeki yaratıklarla ele alarak geniş şekilde karşılaştırır. Bir tohumun çimlenmesi için gerekli şartları, insan vücudunu ilikten deriye kadar ele alıp anlatması ve kâinatla karşılaştırması, yıldız ve gezegenlerle ilgili fikirleri Âşık Paşa’nın nasıl bir gözlem içinde olduğunu gösterir. Bu onun tabiata bakışıdır.
O bu yönü ile fen bilgilerine de yönelir. Ayrıca tarikat ve adabını, şeyh-mürit ilişkisini en geniş şekilde ve sistemli olarak hayatından örneklerle anlatır. Bu da devri için bir gerçek olduğuna göre, yalnız sofiliği bile anlatsa bunda da sosyal hayatı verir.Âşık Paşa, meselele ve hadiseleri açıklayan bir bakış açısına sahiptir. Kâinat ona göre bir aynadır. O, kâinattan insana gelir. Her bir varlığın özelliğini belirtir.
Kıyaslar ve benzer tarafları ile ilgi kurduğu gibi, zıtlıkları da gözler önüne serer. Ayrıca bir kısım öğütlerinde de ana baba, hoca ve esnaf velisi olan ahiden dua almayı da tavsiye eder. Bunlara hizmeti, sözlerini dinlemeyi, ilim öğrenmeyi, özellikle hoca eşiğinde kul olmayı; ahilikle ilgili olarak da ihlâs sahibi olmayı, halkın sıkıntısını yüklenip gidermeyi, malı mülkü insanların yoluna ve faydalarına harcamayı, gelen gidenle ilgilenip onları boş göndermemeyi, yolunu şaşırana yol göstermeyi sıkı sıkıya tenbih eder. İş hayatını anlatır. Onda yetmiş iki millete bir gözle bakmak, hangi dine mensup olurlarsa olsunlar insanlar arasında ayırım yapmamak fikri de vardır.
Bütün bunların yanında Âşık Paşa’nın en önde gelen fikri birlik fikridir. Bu fikir bütün devirler için geçerlidir. Ondaki bu düşünce bir bakıma kendi devrinin de büyük derdidir. Halkı toplayıp bir idare altında birleştirecek hükümdara ihtiyaç vardır. Memleket birlik ve bütünlük içinde olmadığı, gerçek bir idareciden mahrum bulunduğu zaman harap olmuş demektir. Âşık Paşa’nın ilme verdiği değer büyüktür. O âlimleri örnek gösterir. Dört büyük imama ayrı bir sevgisi olup, onları över; insanları doğruya çektiklerini ve çalışmaları ile sıkıntıları ortadan kaldırdıklarını anlatır. Âşık Paşa; Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın önemle işaret ettiği gibi, Osmanlı Türklerinin kurmuş oldukları cihan devletinin ideolojik ve metafizik temelini hazırlar.
Ayrıca edebiyatımızda tasavvuf alanının ilk temsilcileri arasında yer alır. Devrinde en büyük mesneviyi ortaya koymuş, ayrıca gazeller de kaleme almıştır. Açık ve anlaşılır bir dil ile yazan Âşık Paşa, devrine göre aruz veznini en iyi şekilde kullanan bir şairdir. O, önder bir âlim, mütefekkir bir mürşit olarak halkı aydınlatmada bir hayli gayret sarfetmiştir. Bunun için Garib-nâme adlı büyük mesnevîsini yazmıştır. Babası ve dedesi gibi, İslâmî esaslara, dört büyük imama sıkı sıkıya bağlı olan Âşık Paşa bu eseri ile düşüncelerini, öğütlerini halka yaydığı gibi, daha sonraki asırlara da ulaştırmıştır. Âşık Paşa’nın ulaşılmaz bir görüşü vardır.
Prof. Dr. Kemal Yavuz, Garib Nâme Kitabından
İZDİHAM