Site icon İzdiham Dergi

Aslı Köksal, Başım Göğe Erse de!..

Bedenimdeki küçük adamlara bugünlük izin vermiştim. Bugünlük bedenimde değillerdi. Bunu, Tibet’le ilgili bir kitabı okuyan arkadaşım anlatmıştı bana: Sadece beyazı düşün. Yoksun artık. İzin ver gitsin o küçük adamlar teker teker. Rahatsız etmeden gitsinler orada masumca uyur gibi oturan bedeni.

Yine aynı şeyi yaptım bugün, bedenimi ufak parçalara ayırdım, küçük adamlara. Sonra da onlara soruların cevaplarını bulmaları için izin verdim. Hepsinde farklı soru… Böylece anlayacaktım dünyanın sırrını.

Her cevap kendi sorusunda gizli. Anagram dünyası… Tüm cevapları bulacağız aslında, biraz düşünsek. Ama üşeniyoruz düşünmeye.

Aşk nedir ki? Kedin Şakir. Sorunun cevabı onda. Bir adam “Kedin Şakir”e…

Aşık olmak.. Ya da kaşık olmak bir restoranda. Sevdiğinin ruhunu doyurmasına yardımcı olmak. Sonra ruhunu doyurup da seni bıraktığında bulaşık makinesinde yeni bir sevgili için süslenmek.

Düşlerine aşık olursan heteroseksüel mi olursun, homoseksüel mi? Ve ben galiba düşlerime aşık oldum. Masmavi düşlerimde bir yunus var. Ona sonarca ‘Seni seviyorum’ diyebilsem düşlerim düşüşlükten kurtulacak. Ellerimde ümit balonlarım olacak.

Aramızdaki uzaklık, nerede olduğunu bilmezlik bir cümlenin çift kişilik tek öznesini ayırıyor birbirinden. Ama biliyorum seni yanımda hissettiğim; nefesini, ruhunu hissettiğim zaman, inan bana yaşayacağımız en beyaz gün olacak o gün. Yaşayacağımız en beyaz gün ve asla yaşamayacağımız…

Havada sönmüş bir İtalyan ümidi uçuyor.

İşte sonunda bana baktı. Göz gözeyiz. Gözlerimiz konuşuyor:

– Seni seviyorum.
– Fincanındaki çayın bitti mi? Boşları alıyorum.

Evet anlamalıydım, bir saniyelik ‘fincanın boş mu’ bakışıydı bu.

Havada söndürülmüş bir kocaman saçlı çocuk ümidi uçamıyor…

Ümitsiz aşıklar, ümitsizce aşık olmuşlar geceye. Aynı gece çirkin bir kız güzel bir dişi kurbağaya dönüşmüş, prensesini arayan bir kurbağa tarafından öpülerek. Yine aynı gece ben, düşlerim tarafından reddedilmişim. Platoniklerden bıkmışlar çünkü.

Oysa o sevmişti beni. Bense nefret etmiştim. Ona sarılırken somut kalbini bulmaya çabalamıştım aslında. Beline doladığımı sandığı elim, kazığı nereye saplayabilirdi acaba?

İlki gibiydi: ben sevmiş, o ise nefret etmişti. İnsan sevildiğini öğrenince tokat atmak daha mı zevkli oluyor kendinden üç yaş küçüğüne?

Sizin de hoşlanacağınız kişilerin kulağına ‘Tanışmaaa’ diye fısıldayan bir cininiz olsa siz de birinci tekil şahıslı cümleler kurardınız.Her şeyi genellemelerle anlatmak zorunda kalır, özele indirebilecek özelleriniz olmazdı. Kim bilir belki dünyaya sağır biriyle evlenirim.

Küçük adamlardan biri kısa ve net bir cevapla bedenime geri dönüyor: Aşk nedir ki suratında patlayan bir şaplaktan başka? Aşk, ŞAK!

Ben kimim bence? Kendime sorabilme ve benim cevap verebile ihtimaline bağlı kişiliğim. Çünkü kendin için var olmazsan başkaları için de var olamıyorsun.

Ben üstüne kusulacak bir katilim. Hayatını bir türlü öldüremeyen. Daha pencereyi bile kıramadım. Oysa hayatımı o kırıklarla bile öldürebilirdim.

Ben bir ip cambazıyım, kafasındaki her şeye ip üzerinde takla attırabilen. Ben bir dans hocasıyım, pembe hırkasını 2’yle dans ettirebilen. Ben bir estetisyenim, daha iyi dans edebilsin diye 2’yle kol yapmaya çalışan.

Dakikalardır net ve tek bir cevap bulamadığıma göre bensizim ben. Çok fazla hayal gücü geliştirici şeyler kullanmışım demek ki. Hayallerin yan etkisi varmış. Hayal gücü geliştiricilere yasal uyarı konmalı: Doz aşımında kişiliksizleştirir!

Acaba yarın dolabımdaki hangi kişiliği giyinsem?

Küçüktüm, küçücüktüm. Nefes alıp verdiğimi keşfettiğim gün benliğini arayan kızla tanışım. Benliğini arıyordu bomboş sokakta. Yıllar önce kaybettiği, yıllar önce pencereden bakarken kalabalığın, gürültünün arasında sonsuzluğa, yokluğa uğurladığı benliğini… Oysa ne bu sokak bu kadar kalabalık ve gürültülü olmuş ne de böyle bir sokak olmuş. Ama işte gidivermiş benliği o kalabalıkta .

O kadar yıl boş, şuursuzca yaşamış. İstediği tek şey belki de mutlulukmuş. Yanında olmasını istediği kişi Tuğçe değil, ona gerçekten cevap verebilen, konuşabilen, etten kemikten gerçek biriymiş. Uçmak istediği zaman ‘Sen uçamazsın.’ demeyi bilen biriymiş istediği. Ama işte şimdi uçabiliyordu az da olsa. Uçabiliyordu boşlukta. Düşe kalka öğrenmiş, kaç kere ölmüş ama uçmuş. Kaybetmiş kendini sonunda, artık inemiyormuş yere, inmek istediği halde.

Hayatı yalanlardan ibaretmiş bir zamanlar. Şimdi ise yalanlar hayatından ibaret…

Bir gün gelmiş Tuğçe bırakmış onu, hayatını mahveden Tuğçe… İkinci kez mahvetmiş onu. Bu sefer mahvettiği onun hayatı değilmiş aslında. Çökmüş, olmayan bir şeye üzülmenin saçma olduğunu anlatmamış kimse ona. Olmayan bir dünyada yaşıyormuş.

Tanrı’ya kaç kez yalvarmış onu kurtarması için. Olmamış. Tanrı onu sevmiyormuş. Belki de bildiği bir tane dua var diye. Ama onun dünyası tek dualıkmış. Sonunda içinden biri, onu sevmeyen birini sevmenin aptallığını açıklamış ona. Doğru gelmiş. Tanrı’yı sevmiyormuş artık. Bildiği tek duayı da unutmuş. Duasız hayat -ya da ölüm- sürmeye devam etmiş.

Bir gün gelmiş, hayatı gibi uzun ama renksiz apartmandaki odasının penceresinde otururken ruhunu hiç olmadığı kadar yakın hissetmiş kendine. Bir an yere inmek, artık uçmamak istemiş. Ya da ruhu, ona gerçeği, uçamayacağını söylediği zaman uçabildiğini kanıtlamak istemiş. Sonra uçmuş ya da yere inmiş. Sonuçta ikisi de aynı şeymiş onun için.

Sonra kendisini inanmadığı Tanrı’nın dünyasına giderken görmüş. Yüzü böyle miydi? Hayır, bu o olamazdı! Bu başka biriymiş ve Tanrı ona gülüyormuş.

Küçüktüm, küçücüktüm. Benliğini arayan kızdan bana uçmayı öğretmesini istediğimde bana bir dürbün verdi sadece. Ben zaten çok yükseklerdeymişim. Hayal gücü geliştiricilerin panzehirini bulana dek dürbünümle aşağıya alışacakmışım. İşte o zaman keşfettim, yükseklik korkusu olanların dürbün kullanabileceklerini.

Küçüktüm, küçücüktüm. Herkesin kuşlarının taşıdığı bir dünyası olduğunu keşfettiğim anda ben penceremin önüne konan yeşil benekli güvercinleri kovuyordum, deli bir anına gelip de elinde makasla onların konduğu pencere camını ayna olarak kullanıp özgürlüğünü kesen kızla dalga geçmek için geldiklerini sanarak.

Küçüktüm, küçücüktüm. Nefes vermemin nedenini keşfettiğim gün daha yavaş soluk vermeye başladım. Nedenini hala keşfedemeyenler için söyleyelim: Yaşadıkça kalbi gömmek için akciğeri kazıyorlar. Kazıdıkça akciğerdeki gazlar dışarı çıkıyor. Ben de kalbime görkemli bir yer hazırlatıyorum daha yavaş soluk vererek.

Küçüktüm, küçücüktüm. Bensizliğimi ya da birden fazlalığımı gidermek için ellerimi kirleterek küçültüyordum kendimi aslında.

“Ama yalnız ellerimi kirli görünce / Hatırlıyorum / Çocuk olduğum günleri.”
(Federico Fellini, Amarcord)

Ellerimi kirletip saklambaç oynayan bir çocuğun beyniyle düşünüyordum. Ama biraz sonra dayanamayıp ‘çay içtin’ diye bağıracaktım benliğime ve o, bir dahaki oyunda yine saklanacaktı.

Bedenime gelen adam konuşmaya başlıyor: Sen bensin. ama ben kimseyim. Çünkü ben kim olduğumu bulamıyorum.

Hayat nedir ki? Sorunun cevabı ‘İhtiyar Dekan’da.

Hayat ya da yaşadığın yıl sayısı aslında bir ölçü birimi: sabır ölçer. Fakat bir kişiye bağlı olarak değişmiyor bu. Ölen kişilerin öldüklerinde sizden ne kadar hayat götürdüklerine bağlı. Bir canlının hayatını kurtardığınızda ya da ona bir hayat şansı verdiğinizde, kendi hayatınızdan verdiğiniz miktara bağlı.

Aslında asıl marifet ölmüş bir insanın hayat kurtarabilmesinde. Onlar zirve insanları. Bu yüzden süper gücü olduğuna inandığım İskender Iğdır, sana ‘Wind of Change’i söylüyorum.

Hayatın neresinde olduğun fark etmiyor hiçbir zaman. En sıfırındaysan hayatın, nedir ki farkın, en sonsuzdakiyle?

Adamlardan bir diğeri de sadece hayatın çok basit bir denklemden ibaret olduğunu söyleyerek geri geliyor. Hayatın nasıl sıkıcı olduğunu bulursam denklemi de bulurmuşum.

Hayat bensiz çok sıkıcı olurdu. Kesinlikle. Sıkıştırılmış gibi olurdu. Evet, evet bir press ütüye benzerdi hayat.

Güzel bir denklem: Hayat – Aslı = Press ütü

Hım… Aslı’yı diğer tarafa atarsak daha da güzel olur. Eğer bir hayatım olmasını istiyorsam hemen bir press ütü edinmeliyim. Bu kadar basit işte hayat!..

Küçük adamlardan biri cevapsız dönüyor bedenime. Hatta isyan edip bana sorular soruyor: “Niye soruların cevaplarını bulmaya çalışıyorsun? Öğrendiklerini saklayabilmek için kafan büyüyecek. Başın göğe erecek sonunda. Ama koca kafalı olmanın zararları, yararlarından fazla ya da daha incitici. Koca kafalılar fazla yaşayamıyorlar bu ülkede. Hem zaten öğrendiklerini kimseye anlatamadıktan sonra neye yarar bilmen? Kimse umursamıyor çünkü ya da umursatmıyorlar. Kimseye kopya veremeden gir(diril)eceksin eni boyundan büyük mezarına.”

İşte sorularımın sonu oluyor bu olay. Aslında daha da öğrenmek istiyorum. Çünkü insanlara kopya verebilirsem onlar için önemli olacağım, böylece de ölümsüz. Ölümsüzlüğün, önemsizliğinin arttığı oranda azalıyor. Bu kağıtlar aslında insanlığa bir kopya.

Bu arada süslenmek için girdiğim bulaşık makinesinin deterjanının az konulduğunu fark ediyorum. Her yemekten sonra lekeler kalıyor üzerimde. Ayrıca benliğimin her seferinde hayatımı karıştıran olayların, kişilerin arkasında saklandığını keşfediyorum. Bir dahaki oyunda ebe olmaktan kurtuluyorum.

Aslı Köksal

abece, sayı 209, ocak 2004

İZDİHAM
Exit mobile version