Bir sonraki okuyacağınız metinde muazzam bir uçurum göreceksiniz. Bir Otizm anketinin sorularıyla cevapları arasındaki o büyük uçurum. Bence bu, şiirin kendisinden bile önemli.
(Deneysel şiir bu yüzden söylemedikleriyle önem arz eder çoğu zaman. ) Neden mi? Bazı anlar vardır hissettiklerimizi hiçbir kelime, kavram, ses, jest vb. taşıyamaz. Büyük bir kayıp yaşadığımızda, bir teşhis konulduğunda içimize oturan taşı hiçbir kelime yerinden kaldıramaz. En ihtiyaç duyulduğu anda işe yaramayan bu dile inancını kaybeder insan. Böyle anlarda sizi ancak ya bir çığlık, gözyaşı ya da duvarları yumruklamak ifade edebilir. Dil sizi çaresiz, “kör kuyularda merdivensiz” bırakmıştır. Böyle anlarda bürokratik rasyonel akıl ise soğukkanlı bir şekilde evraklar, randevular, anketler koyar önünüze.
İsimler verilir, teşhisler konulur, koridorlar gösterilir, takvimlere çarpılar atılır. Teşhis koymak bir insanı önce sınıflamak, sonra da benzerleriyle aynı alanda toplamak ve toplumdan uzaklaştırmaktır. Niyet ne olursa olsun sonuç budur. Down sendromlu çocuklara kafe açılır, otist çocuklara sanat etkinliği yapılır. İyi niyet her zaman iyi sonuçlar vermez. Modern sağlık sisteminde bu yüzden teşhis çoğu zaman bir cezaya (tecrit cezasına) dönüşür. Teşhis koyan toplum adeta dokunma yükümlülüğünden ve erdeminden kurtulur. Uzakta ve uzmanlar kontrolündedir artık teşhisi konulan. Güvende ve yalnızdır. İsim vermek yani teşhis koymak bir insanı sınıflandırdığı kadar, ailesini de hem sınırlar, hem sınıflar. Çarnaçar dernekler filan kurarlar hasta yakınları.
Uzmanların önünüze sürdüğü o korkunç kağıtlarda sizden beklenilen sadece cevap vermek değil, istenilen cevapları anlaşılır bir dille vermektir. Ama kelimeler yetmez içinizdeki ateşi taşımaya. İşte o zaman iki tercih kalır: Ya yalan söylemek yani beklenilen hazır cevapları vermek ya da samimi ama anlaşılmazlık pahasına gerçekten konuşmak. Hem hastanın, hem hasta yakınının hem de toplumun sıhhati için konuşmanız gerekir. Ama konuşunca bürokrasinin labirentlerinde giderek kaybolacağınızı size eski tecrübeleriniz fısıldadığı için siz de çaresizce herkes gibi yaparsınız.
İstenileni vermek, yani basit, anlaşılır, taşınabilir olanı. Buna yalan diyemeyiz elbet ama eksik doğrudur. Devletin, ticari sağlık hizmetlerinin kabul edip taşıyabileceği kadar olan doğru: Eksik/ kontrollü doğru. Dikenleri alınmış hakikat. İşte o zaman bu çaresizliği saklayacak bir yer bulamazsınız. İçinizde, bir âh’ın boşluğunda uzanan o uçurumdan başka.
O zaman Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun o küçük kahramanını daha iyi anlarsınız; “Büyük bir hastalık geçirmeyenler her şeyi anladıklarını iddia edemezler,” diyen. Siz de şunu ilave edersiniz bu söze: Her şeyi anlayanlar ya konuşamayacak kadar yorgun, ya da bağıramayacak kadar edeplidirler. Yani anlasalar da konuştukları asla duyulmayacaktır. Her şeyi anlayanların içi uçurumlarla doludur.
Atakan Yavuz
İZDİHAM