Evimizi fareler bastı. Salondan mutfağa, odadan odaya cirit atıyorlar. Sadece geceleri ve insanların olmadığı saatlerde ortaya çıkacağını sandığımız bu küçük varlıklar, güpegündüz ve herkesin olduğu anlarda, sanki bizlerden biriymişçesine aniden önümüzde beliriyor ve hızlıca dolap altlarına kaçıveriyor.
Evin her yerine peynir büyüklüğünde pembemsi zehirler koyduk: koltukların köşesine, yatak altlarına, portmantonun arkasına, mutfak dolaplarının bazı yerlerine… Kapı altlarındaki boşluğu da akşamları yatmadan önce kirli havlularla iyice sıkıştırıyoruz ki ertesi güne bir kâbusla uyanmayalım. Çünkü haklarında bazı bilgilere sahibiz: Kuyruğunun geçebildiği her yerden geçerler, tifüs ve veba gibi bazı hastalıkları taşırlar, uyuduğunuz esnada siz farkında bile olmadan burnunuzu ya da kulağınızı kemirebilirler.
Yaşadığımız ev çok ilginç; aralarında 100 metrelik bir mesafe bulunan, birbirine paralel alt alta iki sokağın, patika gibi yürüyüş yoluyla inilen noktasına kurulmuş.
Üç yanından koca koca apartmanların yükseldiği iki katlı müstakil bir ev.
Sanki büyük binaların arasına gizlenmiş izlenimi uyandırıyor insanda.
Ve çıt çıkmıyor burada; ne araba sesi, ne çocuk gürültüsü. Buradan, dedim, kendi kendime, dünyayı anlatabilirim herkese.
Ama farelerle başımız dertte. Tedirginiz. Her an, her dakika salonu, odaları, mutfağı kontrol ediyoruz, gözlerimiz sürekli duvar diplerinde. Birkaç gün ortada gözükmediklerinde, “Tamam,” diyoruz, “zehirleri yediler ve girdikleri delikten çıkıp dışarıda öldüler.”
Onları bir daha görmemeyi diliyoruz, midemiz bulanıyor, tiksiniyoruz. Çünkü burası bizim evimiz ve tanımadığımız varlıklarla aynı alanı paylaşmak istemiyoruz. Belki biz taşınmadan önce de burada vardılar ama bu evin gerçek sahipleri biziz, belki sadece gözümüze gözükmedikleri sürece birlikte yaşayabiliriz.
Tam ‘unuttuk’ dediğimiz anda, hayatımızda hiç yer etmeyecek korkuları yeniden gündeme getirir gibi birdenbire karşımıza dikilmeleri hakikaten insanı çileden çıkarıyor.
Diyorum ki: “Ben bu küçük yaratığı tam önümden geçerken ayağımla ezebilir miyim?” Hiç sanmıyorum. Ona zarar verecek olma düşüncesinin benliğimde yarattığı tahribat o kadar büyük ki, geçen yıl taşrada bir yaban domuzunu taş ve sopalarla öldürüp sonra hatıra fotoğrafı çektiren o kitleyle aramda en ufak bir bağ yok, diyorum, kendi kendime.
Mutfak penceresinden görünen büyük binaların taş ve moloz yığınlarına bakarak, askerde görev yaptığım taburda bir ay boyunca pusu tepesindeki mevzileri mesken tutmuş fareleri hatırlıyorum.
Pusu tepesi şöyle bir yerdi: Dağın zirvesinde taburun güvenliğini sağlamak için toprağın altına kazılan ve etrafına doğadaki taşların yığışımıyla oluşturulan mevziler… Ve o mevzilerde fareler cirit atardı.
Hele yılın belli aylarında, aşırı soğukların olduğu zamanlarda hepsi mevzilere doluşurdu. Üç kişi içine girerek, bütün gece orada beklerdik. Nöbet değişimi olup da uyuduğumuz anlardaysa ellerimize eldivenleri takıp, yüzümüze kar maskesini geçirip boğazımıza kadar çekerdik ki, açıkta kalan hiçbir yerimiz olmasın da oramızı buramızı kemirmesinler. Ve onlar, buz gibi bir gecenin içinden hızlı tıkırtılarla geçerken, midemizde bir ekşime kokusuyla sanki çömez askerlere sesleniyormuş gibi bağırırdık: “Kesin lan sesinizi, puştlar!”
İlaçlama firmasını çağırdık, her yeri ilaçlattık; kirli havlularla kapı altlarını sıkıştırıyoruz her gece. Kendimizi bu iğrenç, kemiksiz varlıklar yüzünden küçücük odalara kapattık.
Etrafındaki taş ve beton binaların ağırlığı altında ezilen bu evden ben, insanlara dışarıdaki bu tuhaf karmaşayı anlatabilirim, diyorum yine de: yoksul işçileri, kadın cinayetlerini, istismar edilen çocukları, haksızlığa uğrayanları…
Bütün bu sessizlik ve fare tıkırtıları arasında.
Ayhan Şahin
İZDİHAM