İzdiham Dergi

Ayşe Hicret Aydoğan, Bağıran Her Şeye Mesafeli Durmaya Çalışıyorum

“Öykülerimin bir sesi olmasını önemsiyorum. Bu bazen rahatsız edici, bazen tatlı, bazen sert bir ses olabilir. Her okurun farklı bir şekilde duyacağı sesler. Müzikle hemhâl olmamın da etkisi vardır muhakkak.”

Yazma eyleminin yazarın yaşamından ayrı bir şekilde değerlendirilebileceğini düşünmüyorum. Hayatı, insanları, olayları, duyguları algılama şeklimiz kısmen de olsa metinlerimizde görünüyor. Sadece gerçeğin değişime uğradığını düşünüyorum. Sonuç olarak okurun muhatabı yazar değil anlatıcıdır. 

Benim öykülerimde de elbette otobiyografik ögeler var. İmge üretiyoruz öykülerde. Metaforlar kullanıyoruz. Dilin imkânlarıyla birlikte kendimden yola çıkarak yazıyorum. Ve bu sebeple sanatla ilgileniyorsak deneyimlerimizin önem kazandığı kanaatindeyim. Okumak, seyahat etmek, farklı ilgi alanlarımızın olması edebî dünyamızı da genişletiyor. 

Mekân seçimlerinde de birçok yazar kendi yaşamındaki mekânları seçer. Murathan Mungan’ın Mardin’i gibi. Bu bir nevi kendi özünü, yazdığın metinde arama isteğinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Benim bir öyküm Almanya Nürnberg’de geçiyor mesela. Kısa bir süre orada yaşadık ailemle. Ve benim Ankara ile Nürnberg arasındaki mesafeye yüklediğim anlam var alt metinde. Ancak olayların tamamı orada yaşadığım şeyler mi, tabii ki hayır. Gerçeği sanata dönüştürmek benim için önemli olan. 

Hayatımızda çok önem verdiğimiz kelimeler vardır; bizi anlatan. ‘Benim kelimelerim’ dediğimiz. Benim kelimelerimden biri sükûnettir. Bağıran her şeye mesafeli durmaya çalışıyorum. Dingin bir ruh haline kavuşana kadar çeşitli yollardan geçtim bu yaşıma kadar; engebeli oldu her yolum. Öykülerimde de yaşama bakışım var. En azından ilk kitabımda böyle oldu. Bundan sonrası için benden çok farklı; yaşama bakışımın, mekânlarımın çok ötesinde karakterler barındıran öyküler de yazmak istiyorum.

Diğer kelimelerimi de söylemeden geçmeyeyim. Diğerkâm ve vefa. Bu kavramlara haiz olabilmek edebiyat dünyası için de bireysel hayatlarımız için de çok önemli diye düşünüyorum.

Öykülerimin bir sesi olmasını önemsiyorum. Bu bazen rahatsız edici, bazen tatlı, bazen sert bir ses olabilir. Her okurun farklı bir şekilde duyacağı sesler. Müzikle hemhâl olmamın da etkisi vardır muhakkak. Bizzat icra ettiğin bir şeyde terimlere, tekniklere odaklanıyorsun. Ki bir öykümde de piyano ile ilgili terimler var. Daha neşeli, daha kuvvetli çalınması gereken notaları metin içerisinde duygularla bağdaştırarak kullandım. 

Bir önceki sorunda bir girizgâh yapmış oldum bu konuya. Piyano benim için bir enstrümandan öteye geçti her zaman. İlk başladığında elini nereye koyacağını bilememek, sürekli vazgeçmekle devam etmek arasında gidip gelmek, farklı bir alfabe öğrendiğini kabullenmek gibi süreçler yaşamın ta kendisi değil mi? Ne iş yapıyorsak yapalım bu duygulardan geçiyoruz ve zorluklarla baş etme yetkinliğimiz artıyor. 

Müziğin sesini öykü yazarken duyuyorum, kulak kabartıyorum; çünkü sanat iç içe geçen halkalar haline geliyor zihnimde. Uykuyla uyanıklık arasında olduğumuz bir zaman vardır, yakaza denir buna. Yakaza halinde kulağıma hiç bilmediğim bestelerin geldiğini bir öykümde yazmıştım. Evet, bu benim yaşadığım bir şey. Müzikle her zaman derin bir bağım oldu. Ve tabii kelimelerle de. 

Sadece müzik ve edebiyat değil resim sanatına da ayrı bir ilgim var. Resim yorumlarını okurum. Caravaggio favorim. Çünkü yine imgelerin dünyasında geziyoruz. Çok etkilendiğim bir bilgi paylaşmak isterim burada; Caravaggio’nun eserlerinde imzası yok, resmi imzası. Metinlerimizde kendi dilini yakalayabilmek, özgünlük, okurun yazarın ismini görmeden ‘bunu şu kişi yazmıştır’ diyebilmesi muhteşem olmaz mı? 

Nasır, dediğin gibi bir yandan tutkuyu, bir yandan da tutku olduğu için değil de zorunluluktan çok çalışan insanları çağrıştırıyor. Ve bunun karşılığında da hak ettiğini alamayan insanları. Emekçi dediğimiz insanlar. Birçoğumuzun karşılaştığı bir durum değil mi, emeğin sömürüldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Ve bunlar sanatın önemli bir teması halinde.

Kitabın ve öykünün adının Mozart’ın Nasırlı Elleri olmasının bir sebebi de bu. Bahçıvanına herkesin gıpta ettiği bir evde doğmadık. Nasırlarımızla yaşamayı her geçen gün daha fazla kabulleniyoruz. Zorunda kalıyoruz. Bunun yaşadığımız çağ ile ilgili olduğunu da düşünmüyorum. Tutkularımız ayakta durmayı kolaylaştırıyor sadece. Yoksa hayat her zaman zor. Bazıları için daha da zor.

Özlem yalnızca bir insana duyulmuyor kuşkusuz. Seçmediğimize, elde edemediklerimize, masumiyete, şefkate, aydınlığa özlem duyuyoruz. Kapısı önünde çekingen bir ümitle bekliyoruz özlem duyduklarımızın. 

Öykülerde özlem başat rol oynuyor, haklısın. Başlı başına duygunun kendisi özümüzde var çünkü. Bendeki yansıması ise birkaç unsurla belirtilebilir. İlki babamı kaybetmiş olmam. Ebeveyn kayıpları sizin algınıza göre yas sürecinin yoğunluğunu değiştiren bir şey. Öyküye yeni başlamıştım ve hemen sonrasında önemli bir kayıp yaşadım. Dolayısıyla yazın hayatımı da derinden etkileyen bir acı ve hiç bitmeyen bir özlemle baş başa kaldım. Birçok yazar var böyle acıları şiirlerine, metinlerine yansıtan. Yahya Kemal şiirleri örneğin. Anne özlemini birçok şiirinde görebiliyoruz.

İkincisi ise genel olarak umutlu ama bir yanıyla da gerçekçi bir kişilik yapısına sahip olmam. Umutlu olmak bir şeylere duyduğun özlemin daima seninle olması anlamına geliyor benim için. Bir gün mutlaka olacak diye düşündüğüm şeyler azimle yürümemi sağlıyor. Bir yandan da korku duyuyorum. Gerçek yaşamın engebelerinde sürekli tökezliyorum. Bunu havf ve reca kavramlarını hatırımda tutarak aşmaya çalışıyorum. Ne sürekli korku ne sürekli ümit. 

Sanat zaten acıyla baş etme yöntemleri arasında çok önemli bir yerde duruyor. Özlediğimiz şeye dönüşüyor muyuz, bu noktada özlem duyduğumuz her şeyin hayatımızı kökten değiştirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. 

Aile benim en büyük değerlerimden biri. Edebiyatın içine doğmuş biri olarak çok şanslı addediyorum kendimi. Babamın verdiği emeğe bizzat şahit olduğum için çok çalışma hali hiçbir zaman yük gelmiyor bana. Bu çok önemli. Bir de babam çok yönlü bir insandı. Mesleki yaşamında da başarılıydı. İyi bir hatipti. Çocukluğundan itibaren azimle çalışmak, pes etmemek, yaşamla dans etmek kavramlarıyla büyümüş oldum. Güçlü bir insan oluyorsunuz her şeyden önce. Anne ve babanızı gözlemliyorsunuz sürekli.

Okuma konusunda da annem ve babam rol modeldi. Hep kitaplığımız vardı. Babamın kitaplarının üzerinde yazarıyla ya da eserle ilgili notlar bulunuyor. Araştırarak okuması bugün hâlâ beni geliştiren bir durum. Böyle bir mirasın değeri hiçbir şeyle ölçülemez.

Çok teşekkür ederim. Görüşlerin çok kıymetli. 

Öykü evrenimde en fazla kadın olmanın toplum içerisindeki yansımaları var. Ama çok haklısın, kurgudan çok dili önemsiyorum. Şiirle, müzikle, sanatın farklı formlarıyla iç içe olmanın etkili olduğunu düşünüyorum. Bir de erken yaşlardan itibaren okumanın. Yalnızca roman, öykü, şiir değil akademik çalışmaları da okuyorum. Bu çalışmalar özellikle teknik anlamda gelişmemizi sağlıyor. Yazarların yaşamlarını okumak ise motivasyonumu, azmimi diri tutuyor. Çünkü yazmanın ısrarcı olmakla çok ilgisi olduğuna artık eminim. 

Başta belirttiğim konuya dönersek, ben hiçbir zaman cinsiyetin toplum içerisinde bu denli fark yaratacağını düşünmemiştim. “Kız çocuğu” bakışıyla büyümedim öncelikle. Böyle bir ayrımı ailemde görmedim. Ancak ne zaman hayata karıştım zorluklarına günbegün şahit olmaya başladım. Otobiyografik ögelerin öykülerimde yoğun olmasının bir sebebi bu yüzleşme hali. Yüzleştikçe sanata daha fazla tutundum. Belli bir yaştan sonra öykü yolculuğumun başlaması da bu sebeple. Yüzleştikçe bu düzene daha fazla başkaldırır oldum. Kadın olarak değil kendim olarak dünyada iz bırakmak istiyorum. Dünya derken geniş bir alanı kastetmiyorum. Kaç kişiye dokunabilirsem, kaç kişinin ruhunda güzel bir değişime yol açabilirsem o kadar başarılı sayacağım kendimi. 

Röportaj: İbrahim Varelci

İzdiham

Exit mobile version