16 Eylül 2018

Ayşe Kara ile Son Romanı İstanbul’un Çağrısı Üzerine Röportaj

ile izdiham

Ayşe Kara, asırlar önce müjdelenen bu kutlu fethi, İstanbul’un Çağrısı isimli kitabıyla şehrin dilinden anlattı. Timaş Yayınları etiketiyle okurla buluşan eserin kapağında ise ünlü ressam Devrim Erbil’in İstanbul’a Dokunmak isimli resmi yer alıyor. Kitabın editörlüğünü üstlenen Seval Akbıyık, Kara ile İstanbul’u ve kitabın hikâyesini konuştu…

Seval Akbıyık

 

İstanbul’un Çağrısı uzun bir çalışma döneminin meyvesi olarak çıkan bir kitap. Metin arka planda ciddi okumaların yapıldığını hissettiriyor. Şehrin tarihi üzerine çalışmayı sevdiğinizi düşündürüyor. Bu arada İstanbul diğer romanlarınızda da belirgin bir figür olmanın ötesinde bir karakter gibi görünüyor bana. İstanbul’la ilişkinizden bahseder misiniz biraz? Üstelik bu romanın anlatıcısı İstanbul. Bu da sanırım ilk kez denenen bir şey.  

İstanbul’la ilişkimden başlamak iyi bir giriş gibi. Bir ara şöyle düşünüyordum; belki de ben bütün hikâyelerimi İstanbul’dan bahsetmek için yazıyorum. Bir şehir insanı neden böyle çeker? Bu beni, mekân/insan ilişkisi üzerinde epeyce düşündürdü. İstanbul yaşama sancılarına iyi gelen bir şehir. Vatan gibi. Her ne kadar dokusu bozulsa da asıl güzelliğini muhafaza ediyor. Ve güzellik de öteleri hatırlatan bir şey.

Böylesi hislerle bir şehri sevmek, bir sevgilinin her halini merak etmek gibi.  Ben de onun her halini merak ettim galiba. Tarihini, iklimini, havasını, bitki örtüsünü, insanlarını. Zaman katmanlarını. Osmanlı, Roma, hatta çok daha öncesini. Tabii ki onunla bu kadar ilgilenip onu bu denli severken onun taht-ı bahtı ile ilgilenmek kaçınılmaz oldu. Belki de bütün varlık gibi kendisinin de nefes alan, duyuşu ve ifadesi olan bir canlı olduğunu İstanbul fısıldamıştır bana. Böyle olduğunda da doğal olarak hikâyesini kendi anlattı/yansıttı.

Fetih üzerine bir roman yazmaya nasıl karar verdiğinizi de merak ediyorum. Tarihsel olarak bu kadar “büyük” bir olay ve “büyük” karakterler kurguda ve karakter yaratımında sizi kısıtlayabilirdi. Veya Osmanlı’yı merkeze alan tarihî romanların çoğuna hâkim olan epik anlatıma dahil olmanız beklenebilirdi. Bunların üstesinden nasıl geldiniz?  

Bunun cevabı biraz da bir önceki sorunuzun cevabında var aslında. Bir şehri aşkla sevmek! Geriye dönüp baktığımda aslında hep bunun etrafında dolaştığımı görüyorum. Mesela 2000 yılında hikâyenin nüvesi diyebileceğimiz bir öykü; “Bir Düşüş Hikâyesi”ni yayınlamışım Türk Edebiyatı dergisinde. Fakat bahsettiğiniz gibi olay gerçekten büyüktü. İçine girmekten, altında kalmaktan veya hakkını verememekten korkuyordum. Ve bu konuda oluşmuş bir önyargı vardı.

Fakat sanatta, edebiyatta, anlatıda önemli olan o şey, itici ivme, iç dinamik beni buna zorluyordu. Troya’yı izlediğimde ise, “Kesinlikle ben de şehrimin hikâyesini anlatmalıyım” diye karar vermiştim.

Onca güzel hikâyemiz vardı ve biz bunları kahramanlık edebiyatı/hamaset vesaire gibi yargılarla anlatmaktan imtina ediyorduk.

Gerçekten zordu. İstanbul’un fethi dünya tarihinde öyle büyük bir akis yapmıştı ki Fatih Sultan Mehmed’in diğer bütün fetihlerini gölgede bıraktığı gibi kendisini bir efsaneye dönüştürmüştü. Ona yaklaşmak imkânsız gibiydi. Bununla birlikte sadece Sultan Mehmed’in ve çarpışmanın olduğu bir metin istemiyordum. Onları tanıyabilmek için giriştiğim geniş okuma yelpazesinde sosyal hayat da önümde açıldı. Karakterlerin etrafında sosyal hayatı da aksettirmeye çalıştım. Örneğin tımarlılar grubu önemli bir yer tutuyor kitapta. Elif, İhsan, Turan Bursa’dan bir tımardan geliyorlar. Celep o günkü ticari ve günlük yaşamda yeri olan biri ve günlük hayatın, işleyişin önemli bir göstergesi. Hekimbaşı Şerefeddin Sabuncuoğlu fevkalade ipuçları veriyordu hazırladığı tıp risalesinin takdiminde. Aynı zamanda o günkü yönetici sınıfın arasındaki yerli/devşirme çekişmesine de çok güzel bir örnek oldu. İmparator ve şehirliler zaten olmazsa olmazlardı. O uzun okuma ve sessizlik süreçlerinde Çakır ve Babanakkaş geliştiler. Gerçekten de muhteşemdiler. Çakır için 2012’de şöyle bir not almışım. “Bana dünya çapında bir roman kahramanı lütfedildi.” Bir noktadan sonra da insan Fatih’i yakalamayı başarmıştım. Tarihsel gerçeklik ve kurguya gelince; izlediğim altın iplik, “Böyle de olmuş olabilir”di.

Çok zor ve sancılı bir süreçti. Tam üç defa yazıldı. Son noktada metin gerçekten beni memnun etmiş, kalbim mutmain olmuştu. Üzerimde apaçık ilham ve lütuf vardı.

İstanbul’u anlatıcı olarak seçmek hikâyeye yukarıdan bakışa da katkıda bulunmuş gibi görünüyor. Bizim de taraf olduğumuz kıyasıya bir rekabet var şehri fethetmek ve muhafaza etmek isteyenler arasında. Ama metin hem o taraftan hem bu taraftan ama daha çok şehrin tarafından bakıyor yaşananlara sanırım.  

İstanbul’un özne olması kuşatıcı bir bakışa ve zaman açısından geniş bir açıdan bakma imkânı verdi metne. Bunun yanında Sur içinde oturan biri olarak merak ettim hep hemşehrilerimi. Örneğin bizim evin yerinde kimin evi vardı? Hemen yanı başımızda, romanın en büyük İmparatoru Komnenos’un annesinin yaptırdığı mabet var. Manastır ve büyük bir külliyeyi içeriyormuş. Muhtemelen buralarda yatıyor Rum hemcinsim. Bilmiyorum başka türlü bakılabilir miydi? Bazı kaynaklara göre iki yüz bin, bazılarına göre dört yüz bin kişinin sıralandığı Sur’un hemen ardına bakmamak mümkün müydü? Hemşehrilerimiz neler hissediyorlardı? Ve asıl şehir ne hissediyordu; kimin tarafındaydı?

istanbul'un çağrısı ile ilgili görsel sonucu

Fethetme ve muhafaza etme durumlarına bakışınızı da merak ediyorum. Bir modern zaman insanı olarak ölmek ve öldürmek konusuna bakışınızı etkiledi mi böyle bir hikâye ile uzunca bir zaman geçirmek? Hem Celep gibi bir karakteriniz var hem de gayet hararetli sıcak savaş sahneleriniz çünkü…  

Bu soru esas ivmelerden birine götürdü beni. Yola çıkarken benim yük katarımda ölmek/öldürmek, cihat, adanmışlık kavramları vardı. “Kıldan ince” Müslümanlar, nasıl “keskin kılıç” olup öldürülüyorlardı… Sancılı ve gerçekten sarsıcı bir süreçti. İtiraf etmem gerekirse aydınlanmak için çıktığım yolda karanlığa düşmüştüm. Neden bir savaş romanı yazıyordum? Cihat/gaza/ölmek/öldürmek! Bu kavramların altında kalmıştım. Bastığım zemin ayağımın altından kaymıştı.

Sultana düşman Çakır, mülkiyet karşıtı karakterler, Celep bu süreçte güçlendi. Sonra hakikatle yüz yüze geldim. Dürüst değildim, dürüst değildik. Geçmişi, gazayı, cihadı sorgulayan bizler, süper güçler milyonları katlederken biz film izler gibi izliyorduk! Hiçbirimiz “Dur dünya, bu böyle olmaz!” deyip tankların önüne atılmıyorduk. Kurban kesilmesine karşı veya vejetaryen modern insan kendi rahmindeki bebeği kesiyor/ öldürüyor bunu özgürlük olarak görüyordu. Ve bütün bunları bırakın, kendi kendimizle yaşadığımız çatışmalarla biz kendi kendimizi öldürüyorduk. Fethe/gazaya doğru yola çıkan kişi önce kendi ölümünü göze alıyordu. Hikâyenin sonunda şu kanaatte vardım. Ölüm sandığımız gibi kötü bir şey de değildi. Ve bu hikâye de insanın yeryüzü hikâyelerinden bir hikâyeydi işte.

Romanın büyük hikâyesi İstanbul’un fethi. Esasında bu, nasıl sonuçlanacağını hepimizin çok iyi bildiği bir olay ama yine de okurken acaba ne olacak duygusuna kapılıyor insan. Bunu nasıl başardınız? 

İnanın bu benim için de şaşırtıcı. Sanırım o zamana dokunma, olaya, o insanlara nüfuz etme arzusu. Uzun süren geniş okumalar bir yana surların üzerinde, önünde epey dolaştım. Bu süreçte tarih boyunca İstanbul için yapılan savaşları, surun önünde düşüp kalan bedenleri hissettim galiba. Aziz hatıralarına hürmeten ayaklarımı içime çekmek istediğim çok vaki oldu. Bizans tarafını yazarken Ayasofya’ya, Arkeoloji Müzesi’ne gidiyor, kilise müziği, arya dinliyor, Türk tarafını yazarken kadim Orta Asya müziklerine kadar iniyordum. Fakat asıl olan Allah’ın açık bir lütfu olan ilhamdı mutlaka.

Bir de Çakır karakteri üzerinden işleyen cinai vakalar var. Henüz romanı okumayanlara çok da ipucu vermeden Çakır’ın trajedisinden biraz bahsetmek ister misiniz? Çakır aslında ne arıyor?  

Çakır hikâyenin kördüğümü. Öyle ki Çakır’ı takip edersek bir polisiye demek bile mümkün metne. Çakır ordugâhta yürek sökerken Sultan Mehmed’le eski bir hesabı var gibi görünse de ölümü anlamak istiyor ve aslında kalpte başka bir şey arıyor.

Hızlı akan bir kurgunun yanında çok zengin bir karakter yapısı da var metinde. Fatih ve Konstantin de dahil olmak üzere hepsi bizi gerçek olduklarına inandırıyorlar. Bence yazarları tarafından sevilmiş karakterler.  Zor bir soru olabilir ama karakterlerinizi en azından Sultan Mehmed ve İmparator Konstantin’i en çok hangi sahnelerde sevdiniz?  

Uzun mayalanma dönemlerinin zorluğunun yanında böyle bir getirisi var. Karakterle hemhal olmak. Kurmacaya inanmak. Bunun sonucu olabilir. Mesela Sultan Mehmed’i topladığı harp divanında, “Gönlüme bir güzelin sevdası düştü,” diyerek şehirden güzel diye bahsederken sevdim. Şehrin önünde Fatih’in Manifestosu diyebileceğimiz konuşmasını yaparken, Ayasofya’nın önünde şükran secdesine kapandığında sevdim. İmparator’u da ilk olarak Tanrı’dan borç istediğinde, en çok şehre veda ettiği sahnede, son gece Ayasofya’daki ruh haliyle çok sevdim. İki şahıs, İmparator ve Sultan Mehmed tarihin tanıklığına göre saygın, güçlü şahsiyetler. Ama ben onları en çok kalpleri titrerken sevilesi buldum.

ayşe kara ile ilgili görsel sonucu

İstanbul’un Çağrısı’nın bir öncekinin romanınız Lâ’l’den en temel farklarından birinin bu sefer beşerî aşkın kitapta çok hâkim olmaması diyebiliriz herhalde. Kadın karakterler klasik anlatıda olduğu gibi hayatın kıyısında değiller. Dönemin toplumsal yapısından bahseder misiniz biraz?  

İstanbul’un Çağrısı’nda başka bir aşk var galiba. Vatan aşkı… Başka tutkular… Aşk çok iddialı olur ama Hz. Peygamber’e muhabbet var. Leyla bir binek olmuş bu hikâyede.

Kadın karakterler hayatın neresindeler?

Aslına bakarsanız dünyanın bilek gücüyle döndüğü, insan gücüne dayandığı o dönemlerde tarlada, toprakta, evde kadınlar hep aktifti. Pasif kadın filan yok. Üretiyor. Doğuruyor, dokuyor, çalışıyor… Belki kentlerde, konaklarda çok az sayıda kadın ipek yastıklara yaslanıp seçkin sıkıntısı yaşıyordu. Çalışmamanın ayıp sayıldığı bir dönemden bahsediyoruz.

Tabii ki cenk etmek bilek/erkek gücü isteyen bir şey. Ama bunun istisnaları var. Destanlarda mesela fevkalade örnekler var. Gerçeği olmayan şeyin destanı/efsanesi olmaz. Anadolu’nun İslamlaşmasında kadınların müthiş payı var. Bacıyan-ı Rum bunun çok açık örneği. Elif de bu kadınların bir örneği. Ve İstanbul’un Çağrısı onu da yollara düşürüyor.

Osmanlı ordugâhında başta Ak Şeyh olmak üzere dervişleri, Bizans’ta da ruhban sınıfını sık sık görüyoruz. Dahası hikâyenin kilit noktasında kutlu bir mektup var. Bu şehrin maneviyatı mı acaba onu böyle bir cazibe merkezi haline getiren?    

“Kutlu mektup.” Hikâyenin asıl sürücü motifi. Tarihî süreçte Peygamber’in mektubunun İmparator Heraklius’a ulaşmasıyla birlikte iki taraf karşılaşıyorlar. Ve bu karşılaşma muharebeye dönüşerek sürüyor ileri asırlarda. Kutlu mektup şehrin koruyucu tılsımı. Ve şehir, Doğu Roma’nın son kalesi.

Şehrin sırları var. 330’da Büyük Konstantin şehri kurduğunda, “Yeni Kudüs” adını veriyor ona. Belli ki coğrafyanın, su yollarının dışında başkaca bir şey var burada. Biz de artık bazı mekânların ilahi tecelliye mazhar olduğunu biliyoruz.

Kitabınızın kapağında ressam Devrim Erbil’in bir çalışması var. Haliç’in görüntüsü ve göğe havalanan kuşlar sanki göğe çıkan ruhlar gibi. Tablonun neredeyse bu kitap için çizildiğini hissettiriyor.   

Bir gün kızlarımla birlikte dışarıda, trafikte gözümüz bir tabloya ilişti. Baştan başa aynı renkle boyanmış bir tabloydu. “Devrim Erbil mi?” derken çoktan geçmiştik o noktadan. Kızım Devrim Erbil eserlerini aradı internetten. O sırada o tabloyu gördük. İstanbul’un Çağrısı’ndaki son sahnelerden birinde gökyüzüne yükselen ruhlar tasvir ediliyordu. Sanki Devrim Erbil böyle bir sahneyi tahayyül ederek çizmişti bu resmi. O noktadan sonra sanki başka bir şey bu romanın kapağı olamazdı. Devrim Erbil çok zarif bir şekilde kabul etti bu isteğimizi. Ve hikâye de kapağı ile bütünlendi.

Kaynak: Tkitap

İZDİHAM